“İşçi sınıfı kapitalizmin en ileri ürünüdür, sonuna kadar devrimci olan tek sınıftır. Tüm öteki sınıflar, şu veya bu ölçüde, özel mülkiyet alanında bulunurlar. Bu nedenle var olan ekonomik sistemin temellerinin korunmasından yanadırlar. Kapitalizmin yıkıma sürüklediği küçük mülk sahibi emekçiler, ancak kapitalizm koşullarında kendi durumlarının umutsuzluğunu anladıklarında ve proletaryanın önderliğini benimsediklerinde, gerçekten devrimci olurlar.”
TKİP Programı
Tüm dünyayı pençesine alan koronavirüs pandemisi, işçi sınıfının kapitalist üretim ilişkileri içerisinde tuttuğu yeri ve toplumsal konumunu tüm çıplaklığı ile gözler önüne serdi.
Burjuvazinin dünden bugüne bin bir yolla üzerini örtmeye çalıştığı, liberal sol çevrelerin ise umudunu kesip çoktan arkasını döndüğü sınıf gerçeği, adeta suların çekilmesi ile kendini gösteren adacıklar gibi en yalın haliyle sahnedeki yerini aldı. Şimdilerde herkes “evde kalamayanları” konuşuyor.
Elbette işçi sınıfının toplumsal konumunu ve tarihsel devrimci misyonunu kavramak, kapitalist üretim ilişkileri içerisinde tuttuğu yeri görebilmek için bir pandemi yaşanması ya da “sihirli bir elin” gerçekler üzerindeki tül perdesini kaldırması gerekmiyordu. Zira bu bilimsel gerçeklik, Marks tarafından yaklaşık 150 yıl önce kaleme alınan Kapital’de en özlü ve bilimsel ölçütlerle ortaya konulmuştur. Dahası, o yıllarda Avrupa’yı kasıp kavuran sınıflar mücadelesi ve başta Ekim Devrimi olmak üzere geçtiğimiz yüzyıla yön veren toplumsal devrimler, işçi sınıfının tarihsel devrimci misyonunu pratikte tartışmasız bir şekilde doğrulamıştır. Elbette Marksizm’i de...
Fakat, özellikle Sovyetler Birliği’nin dağılmasını takip eden yıllarda “tarihin sonu”nu (bu sınıflar mücadelesinin de sonu demek oluyordu) ve “kapitalizmin ebediliği”ni ilan eden burjuva ideologlar, kaçınılmaz olarak işçi sınıfının da “esaslı bir dönüşüm” yaşadığı safsatasını dillerine doladılar. Öyle ya, “tarihin sonu” geldiyse, sınıflar mücadelesi artık geçmişte kaldıysa, işçi sınıfı da dönüşüme uğramalıydı. Hatta böyle bir sınıftan söz etmenin bir manası kalmamalıydı. Dönem “sınıflar savaşımı” değil “medeniyetler savaşı” dönemiydi.
Bu gerici burjuva ideolojisi büyük bir hızla dünyada ve Türkiye’deki sol çevrelerin önemli bir kesiminin argümanı haline geldi. Devrimlerin sınıfsal mantığı terk edildi, yerini “kimlikler” siyaseti aldı. Sol partilerin programında işçi sınıfı sıradan bir toplumsal kategori derekesine indirildi. Kimileri işçi sınıfını programlarından tamamen silme yolunu tuttular.
Çok eskiye uzanmak gerekmiyor, daha düne kadar “Endüstri 4.0” tartışmaları üzerinden, artık üretimin otomasyon sistemi ile tamamen robotlara emanet edildiği ya da edileceği iddia ediliyordu. Artık fabrikalarda işçi mi kalmıştı? Her şey makinelere bağlı üretiliyordu / üretilecekti!
İşte Covid-19 pandemisi tüm bu söylemlerin ne denli bilimsellikten uzak safsatalar olduğunu adeta suratlara çarparak ortaya koydu. Neden mi? Nedenini anlamak için son 5-6 ay içerisinde dünyada ve Türkiye’de yaşananlara bakmak yeterlidir. Pandemi koşulları göstermiştir ki, bütün bir toplumsal yaşamın ve buna bağlı olarak kapitalist üretimin/sermaye birikiminin devamlılığı üretimin sürekliliğini gerektirmektedir. Üretimin sürekliliği ise, en başta işçi sınıfı olmak üzere temel üretici güçlerin varlığını... Öyle olmasaydı eğer, dünyanın bütün zenginliklerini elinde tutan, en ileri teknolojinin nimetlerinden yararlanan uluslararası tekeller, toplumsal yaşamın döngüsünü umursamasa bile, en azından kendi çıkarları doğrultusunda sermaye birikimi sorununu (ki bu zorunlu olarak artı değer üretmek anlamına geliyor) çoktan çözerlerdi. Peki neden bunu başaramıyorlar?
Çünkü fabrikaların, üretim araçlarının işlemesi, değer üretmesi tarihsel olarak başka bir öznenin, işçi sınıfının varlığını gerektiriyor. İşte bu nedenle işçi sınıfı salgın koşullarında evde kalamıyor. İşçiler, servislerde tekli oturarak, fabrika girişlerinde ateşleri ölçülerek ya da yemekhanelerde ayrı masaları kullanarak artı değer üretmeye devam ediyorlar ya da buna zorlanıyorlar.
Düşününüz ki, Türkiye’de onlarca şehre araç giriş-çıkışları yasaklanıyor, ama lojistik hizmeti veren (yani metaları taşıyan) araçlara geçiş serbestisi sağlanıyor. Peki neden? Bizzat işçi sınıfının ürettiği metaların kapitalist pazarda yerini alabilmesi için.
Evet, günümüz dünyasından ve Türkiye’den yansıyan bu olgular, işçi sınıfının bütün bir toplumun yükünü sırtında taşıdığını bir kez daha gözler önüne seriyor. Toplumsal yaşamın üretimi ve yeniden üretimi sürecinde tuttuğu kritik yeri en kör gözler bile görebiliyor artık.
Öte yandan, olağan süreçlerde bin bir etkenden kaynaklı kendi tarihsel-toplumsal konumunu bilince çıkaramayan işçiler de bugün neden “evde kalamadıklarını” sorguluyorlar. Salgın kol gezerken fabrikalarda zorla çalıştırılıyor olmak, ya açlık ya virüs ikilemi işçi sınıfı içerisinde önemli sarsıntı ve kırılmaların önünü açıyor.
***
Tüm bu olup bitenler, emperyalist burjuvazinin işçi sınıfı hakkında yaratmaya çalıştığı yanılsamaları yerle bir ederken, kapitalist sömürü düzeninin gezegenimizi ve insanlığı nasıl bir yıkımın içerisine sürüklediğini de ortaya koyuyor. Şimdilerde herkesin aklındaki şu soru var: Peki bu sürükleniş nasıl ve nereden kırılacak?
Bu hayati soru, dün işçi sınıfı hakkında temelsiz iddialar üretip, düzenin kucağına sürüklenenlerin aklına yeniden sınıf eksenli bir devrim düşüncesini getirir mi bilinmez. Ama tarih, bilim ve gündelik olayların akışı işçi sınıfını bir kez daha göreve çağırıyor. Tam da buradan hareketle, 150 yılı aşkın bir süreçtir mücadele eden komünistlere ise, işçi sınıfına tarihsel-toplumsal konumunu anlatmak, kapitalist üretim ilişkileri içerisindeki devrimci misyonunu kavratmak için her zamankinden çok daha fazla sorumluluk düşüyor.