Yaza adım atılmasıyla beraber düzen cephesinde siyasetin harareti arttı. Gündemin baş köşesini koronanın kapladığı 2-3 ay boyunca ikincil plana itilen sorunlar, salgının bindirdiği yüklerle ivmelenerek sahnenin önüne fırladı. AKP-Erdoğan iktidarı düzen siyaseti için ürettiği “darbe”, “Ayasofya’nın ibadete açılması” vb. gibi yapay gündemlerin tozu dumanı arasında işçi sınıfı ve emekçi kitlelere yönelik saldırılarını yoğunlaştırmaya başladı.
Yeni saldırılar dönemi
Gerici-faşist iktidarın bu çerçevedeki adımlarından biri baskı ve terör aygıtlarını tahkim etmek kapsamında kurduğu bekçi ordusuna silah ve zor kullanma, üst arama, kimlik kontrolü vb. yetkiler veren tasarıyı yasalaştırmaktı. Yanı sıra 21 bin 300 kişilik bekçi ordusuna 8 bin 200 yeni yandaşın eklenmesi, polis teşkilatının toplumsal olaylara saldırıda kullanacağı silah ve teçhizat bakımından olabildiğince donatılması gündemde. Bir diğer hamle, Meclis’te zaten sesi duyulmayan muhalefeti tümüyle sindirmek hedefiyle ikisi Kürt hareketinden üç milletvekilinin vekilliklerinin düşürülmesi ve gece operasyonlarıyla hapse atılmasıydı. Buna, düzen muhalefeti adına basında bir nebze dişe dokunur işler yapan gazetecilere yönelik saldırıların ikinci halkası eşlik etti.
Salgın kısıtlamaları günlerinde bir tür nabız yoklaması babında tartışmaya açılan temel bazı düzenlemeler de masada bekliyor. Baro ve meslek odaları üzerinde tam kontrol, yerel yönetimlerin yetkilerinin iyice budanması ya da merkezi iktidara devri, Seçim ve Siyasi Partiler Yasası’nda değişikliklerle Erdoğan-AKP diktatörlüğünün tahkimi çerçevesindeki planların önümüzdeki süreçte hayata geçirilmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
AKP-Erdoğan rejiminin en ağır hamlesi ise kıdem tazminatını gasp planının bu kez de “Tamamlayıcı Emeklilik Sistemi” adı altında öne çıkarılması oldu. Mevcut uygulamada işçi ve emekçiler için iş güvencesinin neredeyse tek dayanağı olan kıdem tazminatı, AKP şefinin açıkladığı TES’le gerçek anlamda gasp edilecek. Mevcut uygulamada işçiye hiçbir yükü olmayan, kapitalistlere aylık brüt ücretin %8,33’ü oranında maliyeti olan tazminat, haksız yere işten çıkarılan işçinin topluca alabildiği bir birikim oluşturuyordu. Yeni plana göre işçilerden her ay %3, sermayedarlardan da %4 oranında kesinti yapılacak. Yani işçinin ücretinden yeni bir kesinti yapılıyorken, sermayenin yükü yarı yarıya azaltılıyor. Dahası, işçiler işten atıldığında tazminat alamayacaklar, dolayısıyla patronlar tarafından gönül rahatlığıyla işten çıkarılabilecekler. İşçiler ancak 60 yaşını doldurduklarında hesaplarında birikmiş paranın %25’ini toplu alabilecek, kalanı da emekli maaşlarına eklenmiş kırıntılar olarak aydan aya ellerine geçecek. Tabii ömürleri yeterse…
Güncel planda öne çıkan bu hamleler, salgınla girilen yeni dönemde bir bütünlük oluşturan kapsamlı saldırılar paketinin bazı unsurlarıdır yalnızca. AKP-MHP ittifakının iç ve dış siyasette, ekonomik ve sosyal alanda, kültürel ve moral düzlemde karşı karşıya olduğu açmazlar nedeniyle gerici-faşist iktidara, saldırıları süreklileştirmek dışında bir seçenek kalmıyor. Başta Suriye ve Libya’da olmak üzere bölge genelinde düğümlenmiş, açmaza saplanmış dış politikanın yarattığı ve yaratacağı faturalar şimdilik bir yana bırakılabilir. Zira şimdiye kadar yaşanan rezaletlere rağmen AKP rejiminin dış politikası, Türkiye’de şovenizm, milliyetçi histeri, dinsel gericilikle beyinleri dumura uğramış AKP-MHP tabanını kemikleştirme işlevi görüyor. Hatta düzen muhalefetinin ulusalcı, kemalist, vatansever geçinen geniş bir yelpazesini AKP saldırganlığı ekseninde saflaştırma ve hizada tutma rolü oynayabiliyor.
Saldırganlık siyasetine bağımlılık
Oysa 2018 yazında ABD’yle iplerin gerilmesi ve Trump’ın aşağılayıcı tehditleriyle ivmelenen ve ağırlaşarak ilerleyen ekonomik kriz olgusu Erdoğan-AKP iktidarına sürekli kan kaybettiriyor. 2019 yerel seçimleri, özellikle yenilenen İBB Başkanlığı seçimi bunun tartışmasız bir teyidi olmuştu. Son bir yılda tablo daha da yeğinleşmiş durumda. Anketlerde AKP-MHP payına rahatsız edici alarm zilleri çalıyor. Bu ses öyle kolay kesilecek, hatta bir nebze azalacak gibi de değil. Zira dünya genelinde korona salgınının yarattığı yeni ekonomik koşullarda, Türkiye’nin sürekli dibe sürüklenen ekonomisini toparlamanın imkanları (özellikle sıcak para akışı) alabildiğine sınırlanmış bulunuyor.
Mart sonu itibariyle toplam dış borcu 412,4 milyar doları bulan Türkiye, 2020 yılı içinde 68 milyar dolar dış borç ödemek zorunda. Nisan ayında ihracat bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 41,4, ithalat yüzde 28,3 oranında azaldı. Aynı aya dair hesaplarda cari açık da geçen yılın aynı dönemine göre %70’ler düzeyinde bir artışla 5 milyar 62 milyon dolara çıktı. Bunu 2020’de Türkiye ekonomisinin, Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’ne (OECD) göre yüzde 4,8, Dünya Bankası’na göre ise yüzde 5,2 daralacağı öngörüsü tamamlıyor. Bu rakamlar TÜİK’in istatistik diye arsızca yayınladığı yalanlara karşın yaklaşık 7 milyon kişiyle %20 civarında seyreden gerçek işsizlik rakamının (ki, DİSK’in son açıkladığı geniş tanımlı işsizlik oranı da %36 civarındadır) azalmak bir yana, giderek artacağının habercisidir.
Böylesi bir tabloda AKP-Erdoğan iktidarının bekası, her şeyden önce onun topyekun saldırıları gerçekleştirme başarısına bağlıdır. Nitekim faşist rejim bunun gayet açık bilincinde olduğu içindir ki salgın döneminde dahi saldırganlık siyasetinden bir milim şaşmadı. İşçi ve emekçilerin hayatlarını hiçe sayarak, “ekonominin çarklarının dönmesi”ni dilinden düşürmedi. İşçi ve emekçilerden kesintilerle oluşan fonlardan kalanları, yetmediği yerde Merkez Bankası rezervlerini salgın bahanesiyle başta yandaşlar olmak üzere sermayeye peşkeş çekmeye devam etti. En sonunda 11 Mart’ta başlattığı fakat işçi ve emekçilerin fabrikalara, işletmelere tıkıştırılmasını es geçen salgın tedbirlerini, dünyadaki genel eğilime uygun olarak, haziranın ilk gününde bir çırpıda kaldırdı. Sanki korona virüsü bir anda ortalıkta dolaşmaktan ve bulaşmaktan vazgeçmişçesine hem de… Ne de olsa sermaye iktidarı için önemli olan sömürü ve kölelik üzerine kurulu burjuva ekonomik çarkların dönmesiydi.
Gerici-faşist iktidarın dayanakları
Koltuk değneği Bahçeli ile birlikte AKP şefini bu denli pervasız kılan, iktidarda kalmak planında güvendiği dayanaklara sahip olmasıdır. Her şeyden önce baskı ve zorbalık aygıtları tümüyle tekelindedir. Polis-yargı-hapishane cenderesi en sıradan insanların dahi tepesinde Demokles kılıcı gibi sallanıyor. Mayıs ayı boyunca ülkenin pek çok kenti halktan insanlara uygulanan vahşi polis şiddetine sahne oldu. Zaten çoktandır sosyal medya paylaşımları, hatta beğenileri dahi olağan gözaltı, işkence ve tutuklanma gerekçesi olarak kullanılıyor. AKP-MHP’ye tetikçilik yapacak çeteciler, tecavüzcüler, uyuşturucu tacirleri serbest bırakılıyorken, muhalif ses çıkaran herkes baskı ve terörün hedefine çakılıyor vb. Önümüzdeki süreçte AKP-MHP zorbalığının, devlet terörünün gemi azıya alması eşyanın doğası gereğidir.
Faşist iktidarın ikinci bir dayanağı medya üzerinde kurduğu tekeldir. Bu tekeli delen bir mecra olarak sosyal medyada ise tekelin uzantısı olan bir troller ordusu istihdam edilmektedir. Twitter’ın ayıklamak zorunluluğu hissettiği 7 bin 340 hesap dahi troller ordusunun gücü konusunda bir fikir vermektedir. AKP, yandaş medya ve troller ordusu aracılığıyla istediği gibi gündem saptırmakta, toplum mühendisliğini icra edebilmektedir.
En az bu ikisi kadar önemli olan üçüncü dayanak ise işçi ve emekçilerin önemli bir kesimini de kapsayacak şekilde uzun yıllar boyunca yaratılan toplumsal yozlaşma ve çürümedir. Dinsel istismar, gerici önyargıların ve mezhepçiliğin körüklenmesi, ırkçılık-milliyetçilik-şovenizm zehiriyle sersemletme, “dünya devleti, dünya lideri, yeni Osmanlı” gibi saçmalıklarla alıklaştırma vb. sayesinde hatırı sayılır bir destekçi kitlesi yaratılmıştır. Bu, aynı zamanda kadına ve çocuğa yönelik her türlü aşağılık söylemi ve eylemi din iman, gelenek görenek normu sayacak derecede de kokuşturulmuş bir kesimdir. Başta despot şefi olmak üzere AKP cephesinin tarz-ı siyasete dönüştürdükleri pişkince yalan savurma, çamur atma ve karalama, itibarsızlaştırma ve hedef gösterme, siyasi-ahlaki-kültürel tetikçilik, manevi sindirme hareketleri tam da bunların bağımlısı haline gelmiş yığınlar sayesinde etkili olabilmektedir. AKP şefinin salgın kısıtlamaları döneminde bile saldırgan bir ötekileştirme ve taraflaştırma dili kullanmasının gerisinde de bu kitleyi “iri ve diri” tutma kaygısı yatıyor.
Ablukayı dağıtacak kuvvet
AKP-Erdoğan rejiminin en önemli güvencesini ise işçi sınıfının hatırı sayılır bir kesimi üzerinde kurduğu denetim ve kontrol oluşturuyor. Bu açıdan büyük bir kesimi açıktan yandaş hale gelmiş, bir kesimi ise radikal her işçi eylemi karşısında düzen itfaiyeciliğini iliklerine kadar sindirmiş sendikal bürokrasi elbette önemli bir rol oynuyor. Fakat din taciri faşist iktidarın sınıf yığınları üzerinde kurduğu ideolojik, kültürel ve siyasi hegemonya çok daha hayati bir sorundur. Türkiye’de toplumun yarısından fazlasının nefret ettiği bir despotun kılavuzluğundaki iktidarın, öncesi bir yana 2013 Haziran’ından beri yaşadığı badirelere rağmen ayakta kalmasının sırrı buradadır. Bu gerçeğe gözünü ısrarla kapatan herhangi bir siyasal öznenin veya toplumsal muhalefet odağının kurulu düzende herhangi bir gedik açması ya da salt AKP-Erdoğan diktatörlüğünü sarsması bile kolay kolay hayalden öteye geçemez.
Dolayısıyla “yeni normal” dönemin kaçınılmaz olan kapsamlı saldırılar dalgasına karşı mücadelenin en can alıcı boyutunu işçi sınıfının üretim alanlarından kuşatılması, yakıcı güncel sorunları üzerinden harekete ve eyleme geçirilmesi oluşturuyor. Gerek sendikal bürokrasi ve düzen siyaseti aracılığıyla sağlanan denetim gerekse de gerici ideolojik ve kültürel hegemonya ancak işçi sınıfının harekete-eyleme geçmesi sayesinde kırılabilir. Dışarda savaş ve saldırganlığın, içerde ekonomik krizin faturasının kabardığı; işsizliğin, enflasyonun, yoksulluğun kol gezdiği; kıdem tazminatının gaspı gibi tarihi saldırıların sökün ettiği bir dönemde işçi sınıfı ve emekçilerin devrimci siyasal faaliyete daha fazla karşılık vereceklerinden kuşku duyulmamalıdır. 50 yıl önce, toplum içinde tuttuğu yer bakımından bugünkü büyüklüğüyle kıyaslanamaz düzeydeki Türkiye işçi sınıfının düzeni sarsan 15-16 Haziran gibi görkemli bir direnişe imza atmış olması dahi ona güvenmek için yeterince güçlü bir nedendir. Toplumu uçuruma sürükleyen gericiliğin karanlığını bir kez daha işçi sınıfının devrimci mücadele sahnesine çıkması/çıkarılması dağıtacaktır.