Salgınların temel etkeni kapitalizmin kendisidir!

Toplum Sağlığı Bilimcisi Onur Hamzaoğlu ile Koronovirüs salgını üzerine konuştuk.

  • Haber
  • |
  • Güncel
  • |
  • 20 Mart 2020
  • 11:37

- Bir süredir tüm dünyayı etkisi altına alan Koronavirüs salgını ile karşı karşıyayız. Bu virüs ilk başta Çin’de görüldü, ardından çok hızlı bir şekilde neredeyse tüm ülkelere yayıldı. Siz Koronavirüsü ve dünyada gelişen süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

- Dilerseniz sayılarla gidelim. 29 Aralık 2019 tarihinde yeni Covid-19 virüsü hastalığı için Çin’in Hubei eyaletinin Wuhan kentinde salgının başladığı bilgisi paylaşıldı. Ve hemen ardından, yani iki gün sonra, Dünya Sağlık Örgütü Uluslararası Kamusal Acil Durum ilan etti. 28 Şubat’ta yine DSÖ bu sefer Küresel Covid-19’u çok yüksek risk olarak değerlendirdi. 11 Mart 2020 de ise, Covid-19 Pandemisi var açıklaması yapıldı. Yani dünyanın birçok ülkesinde bu hastalığın görüldüğü değerlendirmesi yapıldı.

Bugün, 17 Mart 2020 itibari ile, 152 ülke ve bölgede hasta saptanmış durumda. Test sonucu Koronavirüs hastalığı tanısı konulan 184 bin 78 kişi var. Elbette yetkililerin kamuoyu ile paylaştıkları üzerinden bildiğimiz sayı bu. Bunlardan 87 bin 109’un da hastalık bitmiş. Hastalığı biten 87 bin 109 kişinin 79 bin 927’si iyileşmiş, yani hiçbir sıkıntısı olmamış, ama 7 bin 182 kişi yaşamını kaybetmiş. Dolayısıyla her 100 hastadan 8’i yaşamını kaybetmiş. 100 hastadan 92’si iyileşerek bitiriyor, 8’i ise bunu başaramıyor.

Şu anda hastalığı devam eden 96 bin 969 kişinin kayıtlı olduğunu biliyoruz. 100 hastadan 6’sı, yani 6 bin 184 kişi yoğun bakımda ve ciddi sorunlarla karşı karşıya. Geriye kalanların durumu ise orta düzeyde, yani hastalığı ayakta geçiriyorlar.

Bu sorunun ilk ortaya çıktığı kent aynı zamanda Çin’in başkentidir. Çin’in 7., dünyanın 42. en büyük kentidir Wuhan. Ve dünyanın en büyük 500 şirketinin 230’unun bu kentte yatırımı var. Bu kent, özellikle üst düzey yöneticiler ile işsizler, yoksullar ve köylüler arasında çok ciddi uçurumların olduğunu bildiğimiz bir kent. İşçiler haftanın altı günü mesaideler. Ancak, mesai saati ne zaman bitiyor diye sorarsanız hiç bitmiyor, çünkü yatakhaneleri de fabrikanın içinde. Yani sadece vardiya değişimi makina başında olmuyorlar, makina başından koğuşa gidiyor koğuştan makina başına geliyorlar. Yalnızca bir gün köylerine gidiyorlar. Ne diyebiliriz? Köylü işçi, bunlar kentleşmeyen insanlar. Köyden almışlar, belirli bir eğitimin ardından makinanın başına geçirmişler. Haftanın altı günü çalıştırıyorlar. Bence köleliğin 21. yüzyıl fotoğrafı denilebilir Wuhan için.

DSÖ’nün 30 Ocak 2020’de Uluslararası Kamusal Acil Durum ilan ettiğini söylemiştim. DSÖ 1948’de kuruldu, yani 72 yıllık bir mazisi var. Altı defa acil durum ilan etmiş. Değerlendirdiğimizde, altı defa 72 yıl için çok az. Tümü salgınlar ile ilgili yapılmış. O zaman tarihsel sürece bir bakmamız gerekiyor.

Tarihsel süreç deyince, ‘50’li, ‘60’lı ya da 2000’lı yılların başlarına gitmiyoruz. DSÖ’nün Uluslararası Kamusal Acil Durum ilanının ilki 2009 yılında domuz gribi için yapılıyor. Bu kadar yakın bir tarih. İkincisi 2014 yılında çocuk felci için ilan edilmiş. Çocuk felci ‘70’li yıllarda aşılama sayesinde bitirilmişti. Ama 2014 yılında görülünce buna karşı önlem almak adına böyle bir ilanda bulundular, önemliydi de. Üçüncüsü yine 2014 yılında Ebola, dördüncüsü 2016 yılında Zika, beşincisi 2019 yılında gene Ebola ve altıncısı Koronavirüs olarak gerçekleşti.

- Kapitalist toplumda bu tür salgınların en çok etkilediği kesim işçi sınıfı ve emekçiler. Bu konuda söylemek istedikleriniz nelerdir?

- Normal koşullarda hem domuz gribi hem Zika hem de Ebola, henüz Korona ile ilgili yüzde yüz kesin bir kanıt olmamakla beraber, büyük olasılıkla hayvanları hastalandıran virüsler. Ama bir süre sonra hayvandan insana geçebilen yani insanı da hastalandırabilen bir hale geliyorlar. Buna biz zoonoz diyoruz. Ama zoonozla da kalmıyorlar. İnsandan insana bulaşır hale de geliyorlar. İşte bu şekilde hastalıklar yayılmış oluyor.

Peki ne oluyor? Bu virüslerin insanları hastalandırıp öldürelim diye bir iddiaları mı var? Elbette böyle bir şey olamaz. Esasında pek çok canlının yaşadığı, evrim diye ifade ettiğimiz, değişen dış koşullara göre hayatta kalabilmek için değişim ve uyum süreci doğrudan bu virüsler için de geçerlidir. Ki onlar bunu çok hızlı sağlayabiliyorlar. Yapılarını değiştirebiliyorlar. İşte yaşadığı koşullar değişince, kötüleşince, bu hayvanlarda bulunan virüs oradan daha uyumlu bir yere geçmeye çalışıyor, yaşamaya çalışıyor. İnsandan insana bulaşan hale böyle geliyor.

Bunun en iyi örneği domuz gribi sürecidir. 1970’li yıllarda ABD’de bir milyon domuz çiftliği varmış ve bu çiftliklerde yaklaşık 53 milyon domuz yetiştiriliyormuş. Ama sonra ne oluyor? ‘70’li yılların sonuna doğru görünür hale gelen kapitalizmin yapısal krizinden sonra, ABD hegemonyasının yayılması adına -Dünya Bankası ve İMF’nin de desteği ile- neoliberal ekonomik politikalar belirlendi. Ne oldu? Merkez kapitalist ülkeler finans kapital ile uğraşır oldu. Özellikle emek yoğunluğu olan ve emisyonları yüksek sanayi alanları ise Türkiye gibi ülkelere doğru kaydırıldı.

Örneğin siz Türkiye’de çimento üretip Avrupa’ya gönderiyorsunuz. Çünkü çimento baca gazı ile çok ciddi bir doğa tahribatı yaratıyor. Baca gazı çok ciddi bir öldürücüdür. Türkiye’de böyle bir sürü fabrika var. Ya da hurda çelikten çelik üretiyorlar. Bu üretim de çevre için çok tehlikeli. İnsan için kanserojen etkisi çok fazla. Dilovası bu yönüyle çok tartışılmıştı. Siz demiri üretiyorsunuz ve diyorsunuz ki, ben ne kadar demir ihraç eden bir ülkeyim. Avrupa’ya, Amerika’ya satıyorsunuz o ürünleri. Onlar da bu işleri size gönderirken, kurtulduklarını düşünüyorlar. Şimdi Türkiye’deki çimento fabrikaları uluslararası zincirin birer parçası haline geldi.

Bu durum Meksika’da da benzer bir şekilde gerçekleşti. Ucuz işgücünden, yatırım yapacak olan sermayeye vergi indirimlerinden yararlanmak amacıyla Amerikalı domuz çiftliği sahipleri çiftliklerini Meksika’ya taşıyorlar. Meksika’nın çeşitli kasabaları domuz çiftliği kasabalarına dönüşüyor. Ve 2007 yılı itibari ile yaklaşık 65 bin domuz çiftliğinde 65 milyon domuz varmış. İşte bu domuz çiftlikleri domuzların yaşam koşulları uygun olmadığı için, onların vücudunda doğal olarak bulunan virüs insanlara bulaşmaya başlıyor. O insanlar hastalandıklarında, Meksika’da sağlık sistemi çökmüş olduğu için, o insanlar kendi başlarına bırakıldıkları için, hastalık hızla yayılıyor.  Çünkü o çiftliklerde çalışanlar yoksullar, dar gelirliler. Birçoğunun sosyal güvencesi yok.  O dönemde Meksika’da sosyal güvenlik kapsamı yüzde 55’ler civarında. Sağlık sistemleri bizdeki gibi desantralize olmuş ve birinci basamak sağlık hizmetleri tamamen boşlanmış durumda. Böyle olduğu için hastalık zamanında fark edilemiyor. Bir süre sonra onlardaki virüsler de insandan insana geçer hale geliyor. Böylece dünya genelinde 200 binden fazla insanı kaybettik.

İşte bu özelliği itibari ile şunu söylememiz gerekiyor: Kapitalizmin bu neoliberalizm aşamasının krizi böyle devam ederse, kapitalizmin insanlığa bu tür armağanları bitmeyecek. Kapitalizmin armağan çantası dolu. Bu tür salgınların son on yılını değerlendirdiğimizde, DSÖ’nün acil durum ilanları karşısında ne oluyor ne bitiyor diye soruyorsak, önce kapitalizmin insanlığa neler yarattığına bakmamız gerekiyor. Domuz gribinin de Ebola’nın da Zika’nın da Kuş gribinin de, şu anda yaşadığımız Koronavirüs hastalığının da temel etkeni kapitalizmin kendisidir. Kapitalizmin akıl dışılığıdır, kapitalizmin insana karşı olmasıdır. Akıl dışılık kendi krizini yaratıyor. İnsan için bedeli olursa olsun, kar maksimizasyonundan asla vazgeçmiyor. İşte bugün yaşamakta olduğumuz salgının özünde de bu vardır.

Tabii ki bu esas etkeni ortadan kaldırana kadar, yani kapitalizmin yerine insanın eşit ve özne olduğu sosyalizmi kurana kadar evimizde boş duracak değiliz. Elbette insanlara en az zarar verecek müdahaleler, ona uygun önlemler almak gerekiyor.

- Dünyada pandemi ilan edilmişken, bir ülke salgın ile nasıl mücadele eder? Ya da Türkiye’de bu salgınla mücadele kapsamında neler yapılmalı?

- Öncelikle şunu söylemek gerekiyor: Tabii ki korunma. Ama ondan sonra vaka saptama ve kayıt sistemi gerekiyor. Onları izleme ve tedavi. Şimdi bu açıdan bakalım.

Hastaların çoğunun yurtdışı temaslı olduğu söyleniyor. Çin ile gidiş-gelişler kapatıldı. Çin’den gelenleri Ankara’da bir hastaneye yatırdılar ve izlediler. Bu bir karantinadır ve onları her gün neyi var neyi yok diye izliyorsunuz. Aralarından birinin sonucu pozitif olunca, onu alıp başka hastaların arasına götürüyorsunuz. Normalde “şüpheli temaslılar dediğimiz”, yani salgının olduğu kentten insanlar bunlar, ama herhangi bir hastalık belirtisi yok. Çünkü o virüsün kuluçka süresi var, yani insana bulaştıktan sonra 2-14 gün sonra çıkıyor bulgular. Dolayısıyla o süre boyunca onları orada tutmak gerekiyor. Ne durumda insanlar bunlar? Hastalık çıkacak mı çıkmayacak mı diye izlenmesi gereken insanlar. Çin’den gelenlere bunu yaptılar.

Avrupa’dan gelenlere ne dediler? “Ateşiniz var ama evinizde istirahat edin” ya da “ateşiniz çıkarsa bildirin”! Peki sonra? Halbuki yurtdışından gelen herkesin bu dönemde kaydının alınması gerekiyordu. Devlette hepimizin TC nüfus kimlik numarası var. Ve bizlerden vergi alırlarken, hapishanelere atarken, okullardan atarken bu numaraları biliyorlar. Bize yarayacak bir iş yapmak için de bu numaraları kullanabilirler. Eğer gelenlerin tamamını özel yerlere koyamıyorsanız, bu insanları her gün ziyaret etmeniz gerekir. Hem evde kalıp kalmadıklarını denetlemeniz gerekir. Hem de tıbbi olarak onların durumunu, nasıl yardım edeceğinizi görmek için de gitmeniz gerekir. Sen bana haber ver ile olmaz bu iş.

Bu meselde doğru davranılmadı. Biz buna tıpta sürveyans sistemi diyoruz. Kayıt altına alıyorsunuz ve izliyorsunuz. Şimdi kimler var bilmiyoruz. Kaç kişiden örnek alındı bilmiyoruz. Kaçında pozitif çıktı, hala da kamuoyu ile paylaşılmıyor. Dolayısıyla, bu bilinmezlikler içinde sağlıkçıların salgınla baş edecek adımlar atması mümkün değildir. Her şeyin başı kayıt altına almaktır. Şüphelilerin, istenilenlerin, hastaların ve iyileşenlerin kayıt altına alınması gerekir. Ama bunun için sürveyans sisteminin kurulup devam etmesi lazım.

Çin’den gelenleri kayıt altına aldılar. Ama Suudi Arabistan’da Umre ziyaretine gitmiş 25 bin kişinin hiçbir kaydını alınmadılar. Daha doğrusu hazırlık yapmadılar. Onların ne zaman gittikleri belli, ne zaman dönecekleri planlı. Dolayısıyla sabahın bir saatinde gençleri yurttan atıp, birileri uyardığı için onları hiç de uygun olmayan koşullarda bir yerlere tıkıştırmak mıdır karantina? Orada onlara hizmet edecek kişileri gerekli. Koruyucu donanımları sağlamadan böyle bir şey olamaz.

Maalesef yurt içinde yayılım şu anda var. Yani yurtdışı teması olmayıp yurt içinde doğrudan doğruya taşıyıcı olan olgular biliyoruz. Sağlık bakanlığı test konusunu yeterince ciddiye almıyor. Örneğin bu salgın çıktığında, hastalık tanısı koyacak testin kitinin Türkiye’de biriktirilmesi yerine satışına müsaade etmişler. Deniliyor ki, haftada 2 bin doz üretebiliyoruz. Umreden 25 bin kişi geldiğini düşünecek olursak, test için14-12 hafta gerekecek muhtemelen. Şimdi bu kabul edilebilir bir şey mi? Bu nasıl devlet aklıdır? Ama kapasite arttırmak ve bunu yapmak gerekiyor. Ne kadar test yapıldı ve sonuçları ne oldu, maalesef bilmiyoruz.

Bu dönemde yaşlı bakım evleri, çocuk esirgeme kurumları ve hapishaneler çok kritik.

Mesela siz hapishanelere yasak koyduğunuzda ne olacak? Orada çalışanlar var, gardiyanlar, görevliler dışarı girip çıkıyorlar. Sabah-akşam sayım var, üç öğün yemek dağıtımı oluyor. Yani sürekli bir temas var. Dolayısıyla hapishanelere yönelik de önlemler almak gerekiyor. Örneğin bu dönemlerde tutukluluk ev hapsine çevrilebilir, hükümlülere erteleme yapılabilir. Hapishanelere sabun, deterjan dağıtımı yapılabilir. Öğünleri protein açısından daha güçlü olabilir, vb...

Okullar tatil edildi, ne güzel. Peki, ilk ve orta okullu çocuklarımızın ya da okul öncesi çocuklarımızın bakımını kim yapacak evlerde? Herkesin TC kimlik kartı numarası var, devlet istese ebeveynleri çalışan çocukları çok rahat bulabilir. Ama bu durumla ilgili de hiçbir şey yapılmadı.

Fabrikalar hala çalışıyor. Fabrikalar okul gibi değil mi? Konser salonlarını, büyük katılımlı toplantıları yasaklıyorsunuz, ne güzel! Peki fabrikalar ne olacak? Oralar sermayenin olduğu için herhangi bir önlem ifade etmiyorlar. Ve tabii ki ibadethaneler-camiiler. Toplu ibadet hızla ortadan kaldırılmalıdır.

Ama en önemlisi, sağlık sistemini işler halde tutmak gerekiyor. Acil başvuruların düzenlenmesi önemli. Hastanelerin daha özel yerlerinde insanları karşılamak gerekiyor. Örnek almayı kısıtlamamak gerekiyor. Tabii bu süreçte sağlık emekçilerinin önemli bir yeri var. Bu sistemin çalışabilmesi için onların da korunabilmesi lazım. Bunun için özel giysiler, maske ve eldiven gerekebilir. Ama bunların hepsi standart nitelikte olmalıdır. Maalesef şu ana kadar çok büyük sorunlar yaşandığını biliyoruz. Hastane poliklinikleri acil olmayan hastalar ile dolu.

- Sürekli olarak alınması gereken kişisel önlemlerden bahsediliyor. Kişilerin inisiyatifi ile alınacak bireysel önlemler virüsün yaygınlaşmaması için yeterli midir? Sokağa çıkma yasağı vb. öneriler bulunuluyor. Size göre halk sağlığı kapsamında devletin atması gereken önlemler nelerdir?

- Kişisel korunma kuşkusuz önemli. Özellikle el yıkamak, elleri yüze götürmemek, elleri bol su ve sabun ile yıkamak, bir yerlere temastan sonra eli mutlaka yıkamak ya da dışarı kıyafetlerini eve geldiğinizde çıkarmak önemlidir. Ama dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir salgın kişisel korunma ile önlenememiştir. Sadece boyutunun büyüklüğü azalabilir ya da kişilerin hastalanması gecikebilir. Hastalığın şiddeti daha düşük olabilir.

Kişiler üzerlerine hiç mi sorumluluk almayacaklar? Tabii ki alacaklar. Kişisel hijyen önemli ve yeterli-dengeli beslenme önemli. Çünkü biliyoruz ki bu hastalık vücut direnci düşük olanları vuruyor. Yani kanser hastaları, kronik hastalığı olanlar, yaşlılar ve bunun dışında yeterince beslenemeyenler ciddi anlamda etkileniyor. Kimdir onlar? Yoksullar. Asgari ücret ile ya da daha düşük bir gelirle geçinen aileler yeterli ve dengeli beslenmediği sürece vücut direnci daha düşük olacağı için hastalanma riski daha yüksek, hastalandıklarında da ağır geçirme riskleri daha yüksektir. İşte bu dönemde özellikle belediyelere de iş düşüyor. Yoksulların bulundukları mahalleleri çok iyi biliyor belediyeler. Oralara beslenme ile ilgili takviyelerin yapılması lazım. Marketler talan edildi falan deniliyor. Ama parası olanlar talan edebiliyor. Onun için bu dönemde hiç olmazsa bir öğlen öğünü ailelere parasız olarak dağıtılması gerekir. Bu da beslenmeye katkıdır. Bebeklerin-çocukların sütünün eksik olmaması gerekir. Okullara dağıtıyorlardı sütleri, şimdi evlere dağıtılmalıdır. Bu tür dönemler de bu tür önlemler de düşünülmelidir.

Kızıl Bayrak / İstanbul