“Bu virüs işçi katliamına doğru gidiyor. İnsanlara sosyal izolasyon diye çağrı yapıyorlar. Ama bir işçinin gelip burada 2 bin kişiyle çalışıp sonra evinde annesiyle, babasıyla, çocuğuyla iç içe olmak zorunda. Çünkü hiç kimsenin öyle koca koca evleri yok. Hemen hepsinin bir göz odaları var. Dolayısıyla ya hükümetin sosyal bir anlayışla işi çözmesi ya da sendikaların fiili greve gitmesi gerekiyor.” (İzmir Çiğli OSB’den Akar Tekstil işçileri)
İşçiler olarak zor günlerden geçiyoruz. Zaten zor olan yaşam koşullarımız koronavirüs salgınıyla birlikte tam bir cehenneme dönüştü. Açlıkla ölüm arasında bir tercih yapmaya zorlandığımız günlerden geçiyoruz. Bir yanda “Evde kal” çağrıları yapılıyor, diğer yanda çalışmak zorundayız. Bilim insanları ve sağlık emekçileri bu illeti yenmenin ve en az kayıpla atlatmanın yolunun sosyal mesafe kuralının tam olarak uygulanması; sağlıklı beslenme, dinlenme ve temizliğe dikkat edilmesi; virüsü kapanlara eksiksiz bir tedavinin yapılması olduğunu defalarca kez açıkladılar. İşi gücü ölüm listelerini açıklamak olan AKP’nin Bağlık Bakanı bile bu gerçeği kabul ediyor.
Ancak yıllarca emeğimizi sömüren kapitalistler ve onların devleti bizlere yardım etmek yerine açlık tehdidiyle çalışmaya zorluyorlar. Bir de utanmadan “Hepimiz aynı gemideyiz” diyorlar. Batmakta olan gemilerini yüklerinden arındırmak için de bizleri denizin dalgalarına terk ediyorlar.
Fabrikalarda çarkların durmaması için bizleri açlık kırbacıyla korkutarak, bu da yetmezse polis zoruyla fabrikalarda tutmaya ve üretim yapmaya zorluyorlar. Sarkuysan işçilerinin fabrikada koronavirüse yakalanan arkadaşları olması nedeniyle üretimi durdurmaları üzerine devlet hemen harekete geçti. Gece yarısı, Kocaeli Valiliği iş bırakma, grev yapma ve toplu gösteriyi yasaklayan bir genelge yayınladı alelacele. Sonucu büyük ihtimalle ölüm olan hastalığa yakalanma pahasına da olsa fabrikalarda kalın, makinaların çarklarını döndürmeye devam edin diyorlar. Yükselen itirazları ezmek için de polisi, sağlık müfettişlerini ve mahkemeleri üzerimize sürüyorlar.
Bizleri zorladıkları iki tercihin de sonu ölüme çıkıyor. Ya evde kalarak kiraları ödeyemediğimiz için sokağa atılacağız, su ve enerji giderlerini karşılayamadığımız için karanlıkta aç ve susuz kalacağız. Ya da sonu ölüm olsa da “belki bana dokunmaz” mantığıyla şansa güvenerek, ölüm tarlalarına dönüşen fabrikalarda korku, tedirginlik ve ümitsizlik içinde ölümle saklambaç oynayacağız.
Bizler böylesine zorlu ve sonu ölüme çıkan “tercihlere” zorlanırken, üyesi olduğumuz Hak-İş, Türk-İş, Kamu-Sen gibi sendikalarımız, açlık kırbacını üzerimizden eksik etmeyen asalakların TİSK, TÜSİAD, KAGİDER, MÜSİAD, TOBB gibi örgütleriyle ortaklaşa bir bildiri yayınladılar. Salgından uzak emin köşelerinden başlarını uzatarak, çalışmanın, fabrikalarda çarkların dönmesinin ulviliği üzerine utanmazca “iri” laflar ettiler. “Bir ol, iri ol, diri ol” nakaratıyla ahkam kestiler.
Başkalarının felaketi üzerine ağıt yakmak, birlik çağrıları yapmak kolaydır. Biz kendi yaralarımızı kendi ellerimizle sarmadıkça satın alanlar satılanlar sürüsünün (sendikal bürokrasi şebekesinin) sırtına binerek, bizim öz örgütlerimiz olan sendikalarımızı bize karşı hep kullanacaklar. Grev yapma, hak arama, ölüm tarlalarına dönen fabrikalarda üretimi durdurma girişimlerimizi “vatan, millet, Sakarya” nutukları eşliğinde ihanet ve hainlikle suçlayacaklar.
Varsın bu asalaklar sürüsü boynuna tasma taktıkları uşaklarıyla birlikte ulusunlar. Biz, bu baylarla yer değiştirmeye hazırız! Yürekleri yetiyorsa üretimin yapıldığı, bantların döndüğü fabrikalarda tam bir gün kalsınlar bakalım. “‘İri ve diri” kalmak için sıcak ve tehlikeden uzak emin köşelerinden nutuk savuracaklarına makinaların başına geçsinler, toplu taşıma araçlarıyla arzı endam etsinler. Yapamazlar, zira salgının öldürücü tedirginliğine dayanamazlar. O halde bunca ulumaları niye?
Elbette bizler çoğunluktayız. Ancak kuru kalabalık olarak çoğunlukta olmamızın hiçbir anlamının ve kazanmak için de hiçbir yaptırım gücünün olmadığını kendi öz deneyimlerimizden biliyoruz. Ne yazık ki bu gerçeği yalnızca kapitalistler değil, sendikalarımızın başına çöreklenen, Mercedes, BMW ve Audi’lerle lüks yaşamlarını sürdüren sendika bürokratları da biliyorlar. Onlar cesaretlerini bizim bu eksikliğimizden alıyorlar.
O halde bu duruma artık bir nokta koymalıyız. Dağınıklığımıza son vermeli, mümkün oldukça tabandan örgütlenmeyi başarmalı ve sendikalarımıza sahip çıkmalıyız. Bunun yollarını biz işçiler çok iyi biliyoruz. Tıkandığımız yerde yeni yollar da buluruz.
Kentler arası yolculukların bile sınırlandırıldığı, kentlere giriş çıkışların izne tabi tutulduğu bir zamanda bizler toplu olarak üretim yapmaya zorlanıyoruz. Bu koşullarda salgının bizi bulmayacağının güvencesi yoktur. Kaldı ki salgına oldukça açık ve savunmasız bir durumda da bırakılmış durumdayız.
Bu duruma son verebiliriz! Bunun yolu birbirimize güvenmekten, hızla örgütlenip ortak kararlar alarak hayata geçirmekten geçiyor. Türkiye işçi sınıfının tarihinde böylesine büyük örnekler bolca vardır. Yakın tarihimizin Greif ve Metal Fırtınası deneyimleri hepimizin belleğindedir. Gün bu deneyimleri kuşanarak harekete geçme günüdür. Başkaca bir seçeneğimiz de kalmamıştır. Halihazırda yaşanan ve gelecek olan daha karanlık günleri ancak bu yolla aşabiliriz. Ya örgütlenerek ortak taleplerimiz uğruna savaşacağız ya da kapitalistlerin ve onların tasmalı uşakları olan sendika bürokratlarının elinde tükenip gideceğiz.
Sınıf bilinçli bir emekçi