Koronavirüs salgını insanlığın önünde iki seçenek olduğunu gösterdi; ‘Ya kapitalist barbarlık içinde çöküş ya sosyalizm!’ İnsanlığın ve doğanın hoyratça sömürülmesi sonucunda tüm dünyayı kuşatan salgının ardından yaşananlar, söz konusu barbarlığın yalnızca küçük bir kesiti olarak değerlendirilmelidir. Sömürü, emperyalist saldırganlık, doğanın talanı, baskı, aşağılanma, işsizlik, açlık ve yoksulluk, yozlaşma/çürüme, sağlık hizmetlerinden yoksunluk ve faşizm demek olan kapitalizm artık salgınlarla da tüm insanlığı tehdit ediyor. Devrimci sınıf hareketinin yükselmesinin geciktiği her yeni gün bu tehdit de artmaktadır.
Salgının insan ve toplum yaşamını tehlikeye sokmasının asıl nedeni doğanın talanı ve kapitalizmin yarattığı çarpık kentleşmedir. Her ikisi de kapitalizmin aşırı kar hırsıyla yarattığı sorunlardır. Bu fütursuz saldırganlık, işçi sınıfının ücretli köleliğine dayalı artı-değer sömürüsünden alıyor gücünü. 1970 ortasında derinleşen bunalımdan çıkış için uygulanan neo-liberal politikalarla işçi sınıfı vahşice sömürülüyor, işsizlik-sefillik korkusuyla çalıştırılıyor. Sonuç olarak işçi sınıfı bugün de virüsten ölmekle açlıktan ölmek arasında tercih yapmaya zorlanıyor. Bunun en önemli nedeni işçi sınıfının bilinç ve örgütlenme düzeyinin geriliğidir. Sermaye, işçi sınıfına her koşulda daha fazla üretim daha çok çalışma dayatır. Karşılığında ise işçilerin eline geçen daha çok yoksulluk ve işsizlik olur. Salgın, bu açıdan da turnusol kâğıdı işlevi görmüştür.
Şöyle ki, koronavirüs salgınının yayılmasıyla birlikte kapitalistler, küresel ölçekte faturayı işçilere-emekçilere ödetmek için kolları sıvadılar. Sermaye sınıfı ve onun hizmetindeki AKP iktidarı da çok daha ağır koşullarda işçi ve emekçileri çalışmaya zorluyor. İşçiler şimdi salgının faturasını kölece koşullarda çalışmaya zorlanarak ödüyorlar. Ücretsiz izne çıkarılıp kısa çalışma ödeneğinden faydalanamayan işçiler, günlük 39.24 liralık sadakaya mahkûm ediliyor. Böylesi bir tabloda işçi sınıfının köleliğe karşı mücadelesinin önündeki en önemli engel yoksullukla birlikte gelişen kültürel yoksunluk ve yıllar boyu sınıf bilincinde yaratılan erozyondur.
İşçi sınıfının emeğinin azgınca sömürülmesiyle servet ve sefalet arasındaki uçurum derinleşiyor. Bu derinleşmenin kaynağında ağır çalışma ve yaşam koşulları var. İşçiler, asgari yaşam giderlerini bile karşılamayan bir ücret karşılığında zamanlarının çoğunu fabrikada geçiriyor. Yeterince uyumak, dinlenmek, ailesi ve dostlarıyla vakit geçirmek adeta bir hayal. Sosyal ve kültürel yaşamdan soyutlanmış, düşünme, sorgulama imkanları daralmış, bu ise ahlaki çürümeye zemin hazırlamıştır.
Düzenin bu dayatmaları sonucunda işçi sınıfı kimliğinden ve üretimden gelen kolektif kültüründen belli ölçüde uzaklaşmış, “sınıf kardeşliği” temelinde ortak hareket etme refleksi zayıflamıştır. Cemaat, tarikat gibi din bezirganlarının etkisi ya da şoven-milliyetçilik zehriyle bilinci erozyona uğramış, kaderci-minnetçi düzen kültürünün etkisinde kalmıştır.
Sermaye ve onun diktatörlüğü ideolojik araçlarını kullanarak sınıfı hiçleştirmeyi hedefler. Döneme göre biçim değiştirse de bu politika her zaman için geçerlidir. Bugün ideolojik zor aygıtlarının işçi sınıfını kölelik dayatmalarına razı etmek için kullanıldığını görüyoruz. Sermayenin vurucu gücü olan AKP-MHP koalisyonu salgın sürecinde işçi sınıfının kazanımı olan sosyal ve ekonomik hakları lütuf gibi sunmakta, kırıntıları bile “yardım” diye yaftalayarak sınıfa “dilenci” muamelesi yapmaktadır.
Marks 1840’lı yıllarda Almanya’daki monarşi düzenini eleştirirken despotizmin “kendini insan olarak hissetmeyen insanlara” dayandığını vurgular, “Despotizmin yegâne düşüncesi ise insanın aşağılanması, insanlıktan çıkarılmasıdır.” der. Burjuvazi 150 yıldır devraldığı bu egemen sınıf kültürüne uygun bir şekilde hareket ediyor. İşçi sınıfı toplumsal üretimdeki vazgeçilmez rolünün farkına varmasın diye her türlü zor aygıtını kullanıyor. Bugün de copla, kurşunla, zindanlarla ve bunların bir parçası olarak ideolojik- kültürel aygıtlarla işçi sınıfına boyun eğdirmeye çalışıyorlar.
Salgın sürecinde bu tablo fabrikalarda Covit-19’dan ölen işçilerin artmasına karşın üretime devam politikasıyla pervasızca sürdürülüyor. Salgın kol gezerken fabrikalarda zorla çalıştırılan işçilerin bir kesimi kendi tarihsel ve toplumsal rollerinin farkına varamadıklarından sınıfsal çıkarlarına zıt bir tutum alabiliyorlar. Patronlardan ve onların devletinden medet umuyor, salgının faturasının ödetilmesine karşı yapılan mücadeleyi anlamayabiliyorlar. Fabrikalarında her yeni gün salgın yayılırken çalışmaya devam ediyor, öte yandan bu durumu işsizlik-açlık korkusuyla adeta kanıksıyorlar. Her şeye rağmen bugün dünyanın pek çok ülkesinde güçlü ve yaygın olmamakla birlikte işçi sınıfı fabrikalarda eylemler gerçekleştiriyor. Türkiye’de de sınırlı da olsa işçi sınıfının belli eylemleri oldu. Ancak faturanın hacmi, rejimin pervasızlığı ve gelecek açısından yaratacağı sorunlar bütünü dikkate alındığında, eylemler henüz etkili bir çıkışın çok uzağındadır.
İşçiler azgın sömürü koşullarına kaşı direnmedikçe sermayenin çok yönlü hegemonyasının uyuşturucu etkisinden kurtulamıyor. Sınıfın sömürüye karşı mücadelesi zayıfladıkça bedensel ve zihinsel çürümenin de önüne geçilemiyor. İşçiler umutsuzluğa kaplıyor ve kendi yıkıcı-yapıcı gücüne yabancılaşıyor, kendine ve işçi kardeşlerine karşı güvensizleşebiliyor.
Bu tablo geçicidir elbet. Ancak kendiliğinden değişmesi de beklenmemeli. İşçi sınıfının bu cendereden kurtulmasının tek yolu devrimci sınıf bilincinin geliştirilmesidir. Bu, sermeyenin çok yönlü ablukası altındaki fabrikalarda işçilerin birleşerek örgütlenmesi ile mümkün olacaktır. İşçi sınıfının uluslararası birlik mücadele ve dayanışma günü 1 Mayıs, sınıfın yakıcı talepleri uğruna direniş bayrağını yükseltmenin sembolik ve tarihsel bir vesilesi olmalı. Sınıfın “kendiliğinden sınıf” olma cenderesini kırıp “kendisi için sınıf” konumuna geçiş süreci ideolojik-kültürel yozlaşmaya kaşı tek etkili panzehir olacaktır.
İşçi sınıfı elbette çaresiz değildir. Koronavirüs salgını, işçi sınıfının toplumlar için benzersiz rolünü bir kez daha gözler önüne serdi. Önemli olan sınıfın bilinçlenmesi, örgütlenmesi ve tarihsel rolünü oynayabilmesi için harekete geçmesidir. Bu yönde atılacak ilk temel adımlar fabrika komitelerinde, tabanda kenetlenmek ve fiili-meşru mücadeleyi örmektir. İşçi sınıfının gücü, sermaye rejiminin dayattığı karanlık ablukayı dağıtamaya yeter.
1 Mayıs'ın insanca bir yaşam ve çalışma koşulları için dalgalandırdığı mücadele bayrağı işçi sınıfına izlemesi gereken yolu gösteriyor. Bu nedenle 2020 1 Mayıs’ı, salgın günlerinde sınıfın yakıcı talepleri uğruna ayağa kalması için devrimci bir çağrı sayılmalıdır.
M. Devrim