İşçi ve emekçi kitleler son yirmi yılın en zor döneminden geçiyorlar. 2018’de TL’nin değer kaybı veya dolardaki sıçramayla açık hale gelen, çok sayıda işyerinin kapanması, işten atmalar, ücretlerin erimesi, alım gücünün düşmesi vb. ile hissedilen ekonomik krizin pandemiyle de ağırlaşan gidişatı, emekçiler için yaşamı çekilmez hale getirmiş bulunuyor. Uzun yıllardır AKP-Erdoğan iktidarına desteğini esirgemeyen tarımsal küçük mülk sahipleri, “esnaf ve zanaatkar” kategorisinde değerlendirilen kesimler ve KOBİ sahipleri dahi deyim uygunsa kan ağlıyorlar. Ödenemeyen kredi borçları, tarlalarda ve depolarda çürüyen ürünler, kapanan dükkanlar, iflaslar ve hacizlerle görülmedik bir yıkımdır sürüp gidiyor.
Bedelin en ağırını, emek gücünden başka satacak hiçbir şeyi olmayanlar ödüyorlar her zamanki gibi. Gerici-faşist iktidarın yalan makinası TÜİK’in eylül ayına ait işgücü istatistiklerine göre bile, “atıl işgücü” denilerek hesaptan düşülen gerçek işsiz sayısı 7 milyon 870 bine ulaştı. Keza enflasyon hız kesmeden tırmanıyor. TÜİK ekim ayı itibariyle enflasyon oranını tüketici fiyatlarında yüzde 19,89 olarak açıklasa da Enflasyon Araştırma Grubu gerçek oranın yüzde 49,87 olduğunu saptıyor. Bu arada dolar kuru rekor üstüne rekor kırarak 10 TL’yi buldu. İşçi ve emekçiler maaşlarını maalesef dolarla alamadıkları içindir ki ücretleri, dolayısıyla alım güçleri yerlerde sürünüyor. SGK verilerine göre 9 milyon çalışanın (kayıtlı işçilerin %56,2’sinin) talim ettiği asgari ücret, 11 aylık dönemde 100 dolar eriyerek, 383 dolardan 283 dolara geriledi. Gelinen yerde Türkiye’deki işgücü, vahşi sömürü koşullarıyla bilinen, fakat başta barınma olmak üzere birçok kalemde devlet desteğinin olduğu Çin’dekinden %20 daha ucuz hale geldi.
Açlık sınırının (dört kişilik bir ailenin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapılması gereken aylık gıda harcaması tutarı) 3 bin lirayı, yoksulluk sınırının (gıdanın yanı sıra giyim, kira, elektrik, su, yakıt, ulaşım, eğitim, sağlık vb. için yapılması zorunlu toplam aylık harcama miktarı) 10 bin lirayı aştığı koşullarda, resmi rakamlara göre dahi 9 milyon işçi 2.825 TL ile geçinmek zorunda.
Durum o kadar vahim ki sermaye cephesinin temsilcileri, aralık başını beklemeden asgari ücretle ilgili peş peşe açıklamalar yapmak ihtiyacı duyuyorlar. AKP’li yıllar boyunca muazzam düzeyde palazlanan, tam da bu hesapla gerici-faşist iktidarın arkasında saf tutan, Türkiye’nin gerici karanlığa gömülmesinin birinci dereceden sorumlusu olan tekelci sermayenin örgütü TÜSİAD Başkanı “Büyüme olsa dahi bu her kesime eşit yansımıyor ve kapsayıcı değil. Gelir dağılımı eşitsizliği artıyor.” demek ihtiyacı hissediyor. Yine aynı dönemde yandaşlığın ayrıcalıklarını tepe tepe kullanarak semirenlerin örgütü MÜSİAD, asgari ücret zammının enflasyonun en az 10 puan üstünde olması gerektiğinden söz ediyor. Geçen yıllarda asgari ücret sorununa ancak laf olsun kabilinden ilgi gösteren muhalefetteki düzen partileri, elbette iktidarın zayıf noktası haline geldiği için bu kez konuyu geçiştirmiyorlar. Sendika bürokrasisi de aralık ayını beklemeden rakamlar telaffuz ediyor, asgari ücretle ilgili öneriler yapıyor.
Ekonomik krizin ve yaşanan ağır tablonun -son ayların anketleriyle de sabit olduğu üzere- mütemadiyen oylarını erittiği AKP-Erdoğan cenahı da boş durmuyor. AKP şefi her ne kadar Saadet Partisi Başkanı’nın “Ekonomide sorun var” uyarısını “Abartılıyor, işler yolunda” minvalinde karşılasa da Çalışma Bakanı ve yandaş kalemler şimdiden asgari ücretle ilgili “iyimser” bir hava yaymaya çalışıyorlar.
Öte yandan toplumsal-siyasal atmosfer uzun süredir seçim dönemlerini aratmıyor. Düzen muhalefeti seçimler varmışçasına hareket ediyor, tüm söylem ve açıklamalarına seçim dili damga vuruyor. Seçimlerin zamanında yapılması kararlılığını denk geldikçe vurgulayan AKP-MHP sözcüleri de bu atmosferi adeta körüklüyorlar. Toplumda dikey kutuplaşma yaratmak ve bunu diri tutmak zaten Tayyip Erdoğan ve avenelerinin tarzı siyaseti olageldi. Onlar hükümet olma mertebesinden iktidarlaşmaya sıçramayı, en başta kitleleri yapay ayrımlar ve kimlik siyasetiyle bölmeye, düzen içi taraflaşmayı sürekli köpürtmeye, ötekileştirdiklerine yönelik nefret söylemlerini hiç eksik etmemeye borçlular. Şimdilerde de bunun hakkını fazlasıyla veriyorlar. Zira düzen cephesinin selameti açısından verili koşullarda seçimsiz “seçim atmosferi”nden daha iyisi olamazdı.
Seçim atmosferi, basitçe düzen siyasetçilerinin birbirlerine atışmalarından ibaret olsa sınıf mücadelesi açısından kâale alınmayabilirdi. Fakat bu çabanın özünü, uzun yıllardır ağır ekonomik, sosyal, siyasal faturalar ödeyen, gelinen yerde burnundan soluyan işçi ve emekçi kitleleri seçimlere ve sandıklara endekslemek, demek oluyor ki düzene bağlamak oluşturuyor. Düzen muhalefeti önceki dönemlere göre çok daha belirgin şekilde ekonomik-sosyal sorunları diline doluyor, fakat her dörtlüğün arasına “Her şey seçimle düzelecek” nakaratını eklemeyi de ihmal etmiyor. Buna tüm sorunların “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”nden parlamenter sisteme geçişle çözüme kavuşacağı propagandası eşlik ediyor. Muhalefetteki neredeyse tüm düzen partilerinin ortak paydalarından birini oluşturan bir propaganda bu. Bununla da kalınmıyor; bir halka da CHP Başkanı’nın “helalleşme” söyleminde ifadesini bulan sancısız geçiş hayali olarak ekleniyor. Hemen hemen tüm muhalefet partileri de dahil düzen cephesinin ve hiç kuşku yok ki emperyalist merkezlerin tüm umudu, yerleşik AKP düzenini “kazasız belasız” şekilde AKP-Erdoğan iktidarından arındırarak devam ettirmektir. AKP-Erdoğan iktidarının on dokuz yıllık hırsızlık, yolsuzluk, yağma, insanlığa karşı suçlar, mafyatik işler vb. gibi yargısal suçlarının üstünden atlanması veya sümen altı edilmesini de içeren bir çizgidir bu. İşte tüm bunların bileşimine de “restorasyon” deniyor.
Sermaye düzeninin ve dümenindeki AKP-MHP iktidarının çok yönlü (ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel vs.) krizinin kontrolden çıktığı bir tabloda düzen güçlerinin bir seçim atmosferi oluşturmaları elbette eşyanın doğasına uygundur. Bu en çok AKP-Erdoğan mafyasının işine gelmektedir. Neticede oy desteğindeki erimeye rağmen hala da yüzde 30’larda bir seçmen kitlesi olduğu görülüyor, ki bu kaba bir oranlamayla 15 milyonu seçmen olmak üzere 22-23 milyonluk bir nüfusa tekabül ediyor. Mevcut iktidarın boğazına kadar pisliğe battığının döne döne ifşa olduğu, üstüne yaşam koşullarının bu denli ağırlaştığı bir durumda bile, güya “din, iman, vatan, millet” aşkıyla yoğrulmuş bu kitle AKP şefine tapınmaya devam ediyor. Türkiye tarihi boyunca bundan daha ala bir çürüme ne görülmüş ne duyulmuştur. Her yıl devlet bütçesinden devasa kaynakların ayrıldığı bu gericileştirme, yozlaştırma, çürütme, kokuşturma işleminin ne denli başarılı olduğu, bugünlerde tüm açıklığıyla gözler önüne seriliyor. Seçim atmosferi, tam da bu kitleyi kemikleştirme aracı olarak yüksek perdeden hamaset olanağı sağlıyor. AKP-Erdoğan (elbette koltuk değneği Bahçelilerle birlikte) iktidarı da güçlü görünmek, yalan rekorları kırmak, baskı ve zorbalıkta gemi azıya almak üçlüsünden oluşan yegane siyaset “sanat”ıyla bu olanağı tepe tepe kullanıyor.
Tam da böylesi koşullarda, reformist çizgide de olsa emek, sınıf vb. mücadelesi vermek iddiasında olanların dikkatleri seçimlere odaklaması akıl alır gibi değildir. İşçi sınıfı ve emekçi katmanların adeta canlarından bezdikleri, tepki ve öfkenin ayyuka çıktığı, her militan kıvılcımın büyük yangınlara dönüşme potansiyeli taşıdığı koşullarda bunu yapmak, geçtik devrimciliği, ortalama solculuk payına dahi bomboş bir lafazanlıktır. Sınıf ve emekçilerin ileri kesimleri üzerinde etkisi olanlar payına ise “restorasyoncular”ın değirmenine su taşımak, mafyatik AKP-Erdoğan çevresinin hesap vermekten sıyrılmasına katkı sunmak demektir.
Oysa gerici-faşist iktidarın alaşağı edilmesi veya mafyatik düzenin bir reformistin ufku sınırlarında değişmesi bile sınıf ve emekçi kitlelerin fiili-meşru mücadeleye çekilmesiyle, burunlardan solunan öfkenin sokağa dökülmesiyle mümkündür. Bu ise “Sınıfa karşı sınıf, düzene karşı devrim!” perspektifine dayalı kararlı ve inatçı bir müdahaleyi; gelişmesini bu sınıfsal müdahalenin kolaylaştıracağı militan bir sınıf mücadelesini gerektiriyor. Her şeyden önemlisi, bu ayrıca toplumsal yozlaşma ve çürümenin, bunun özellikle işçi sınıfı ve emekçi saflardaki etkisinin giderilmesi için zorunludur. Reformist solun bir kesimi ve sendikal bürokrasi tarafından utanç verici bir suskunlukla karşılansa da ileri kesimlerde heyecan yaratan İstanbul İşçi-Emekçi Mitingi süreci, sınıfsal müdahalenin ve sınıf eksenli mücadelenin güç ve olanaklarının küçümsenmeyecek düzeyde olduğunu gösteriyor. Geriye bu güç ve olanakların, mevzi direnişlerle daha etkili bir dayanışmanın yanı sıra, başta asgari ücret ve metal TİS’leri olmak üzere sınıfın acil gündemlerine ve toplumsal-siyasal sorunlara etkili bir müdahale için seferber olması kalıyor.