Korona pandemisinde bir yılı geride bıraktık. Çağımızın bilimsel, teknik ve maddi olanakları düşünüldüğünde, pandeminin geride çok ağır bir fatura bıraktığını görüyoruz. İnsan sağlığını korumaya öncelik veren ciddi tedbir alınması durumunda pekala kolaylıkla önlenebilecek bir pandemi insanlık için ciddi bir faturaya dönüşmüş bulunuyor. Şimdiye kadar dünya çapında yaklaşık üç milyon insan hayatını kaybetti. Daha da vahimi, hala her gün on binlerce insanın hayatını kaybetmeye devam etmesidir. Kapitalistler bu dramatik tabloya seyirci kalmaya, dahası insanlığın acılarından ve sefaletinden bile kâr devşirmeye devam ediyorlar.
Önlemeyen önlemler
Bir sorunun kaynağı ve sebebi olanlar, çözümünde rol alamazlar. Pandemi süreci bunu her aşamada doğruladı. Sorunun sebebi olan kapitalistler ve onların sistemi, çözümü çok iyi bildikleri halde buna yanaşmadılar. Neydi bu çözüm? Toplumsal yaşımın devamı için zorunlu olan alanlar dışında tam kapanma, çalışmak zorunda olan insanları düzenli periyodik testlerle sürekli ayıklamak, dahası zamanla test uygulamasını tüm topluma yaymak ve maddi durumundan bağımsız maske, dezenfektan gibi materyallerin herkese ulaşmasını sağlamak vb. idi. Ve en önemlisi bunu tüm dünyada eş zamanlı olarak yapmak gerekiyordu.
Fakat başta Batı’nın en gelişmiş kapitalist ülkeleri olmak üzere, hiçbiri bu en basit önlemleri bile almadı. Pandeminin başlangıcındaki iki haftalık kısmi kapanma hariç, tam bir kapanmadan hep kaçındılar. Bırakalım kapanmayı, en zengin ülkeler, insanına bedava bir maske bile dağıtmadılar. Bunun yerine maskeyi ucuza getirme kaygısıyla birbirleriyle maske savaşlarına girip, birbirlerinin maskelerine el koyma arsızlığı sergilediler.
Örneğin Avrupa’nın en zengin ülkesi olan Almanya koronayla mücadelede dışarıya karşı “başarılı” bir imaj çizmesine rağmen, süreci en kötü yöneten ülkelerden biri aslında. Almanya özellikle başlarda bir maskeyi bile vatandaşına çok gördü. Yine şimdi durum birazcık değişse bile, şimdiye kadar en az test yapan ülkelerden biri yine Almanya. Bunun yerine insanlar, 25 eurodan başlayıp, 70-80 euroya kadar çıkan fahiş fiyatlara test edilerek büyük paralar kazanıldı.
Genel olarak korona tedbirleri konusunda dünyadaki tek istisna ise, batılıların “otoriter” olmakla suçladıkları Çin ve Küba gibi ülkeler oldu.
Özcesi, baştan beri korona tedbirleri adı altında gündeme getirilen önlemlerin hiçbiri gerçekten pandemiyi önlemeye yönelik olmadı. Çünkü sözde tedbirlerdeki asıl kaygı toplum sağlığı değil, kapitalist üretimin ve kârın devamını sağlamaktı. Böyle olunca da alınan tedbirlerin hepsi, tutarsız, parçalı ve etkisiz kalmaya mahkumdu.
Alınan önlemlerin pandemiyi önlemeye gerçekten yetmediğini çok iyi bilen sermaye hükümetleri, yaz tatiliyle birlikte geride bırakılan ilk dalganın hemen ardından ikinci dalgadan bahsetmeye başladılar. Sonbaharla birlikte gelen ikinci dalga da -emekçiler için getirdiği maddi kayıplar ve yarattığı psikolojik tahribatlar bir yana- hemen her ülkede on binlerce insanın yaşamına mal oldu. Kâra ve ranta dayalı aynı kapitalist zihniyet şimdi de insanları, virüsün mutasyona uğramış daha tehlikeli türünden oluşan üçüncü dalganın saldırısıyla baş başa bırakmış bulunuyor. Virüsten en çok etkilenenin emekçiler olduğunu belirtmeye ise gerek bile yoktur.
Gerekli tedbirleri almayarak toplumda çok ciddi bir tahribata yol açan kapitalistler, insanların pandemiden kurtulma umutlarını hep aşıya endeksleyerek, aşı konusunda çok ciddi bir beklenti yarattılar. Nihayet bundan yaklaşık yarım sene önce aşının bulunması tüm dünyada büyük bir umut ve sevinç yarattı. Fakat aşı konusunda şimdiye kadar izlenen pratik, insanların bu sevincini adeta kursaklarında bıraktı.
Aşıda pazar savaşı
Korona aşısının normalden 10 kat daha hızlı bir zamanda bulunmuş olması kuşkusuz büyük bir başarı ve insanlık için son derece umut verici bir gelişme. Fakat bu değerli maddenin kapitalistlerin elinde olduğunu unutmamak gerekiyor. Ellerindeki tüm maddi ve teknik olanaklara rağmen paraya kıyıp pandemiyi önlemeyenler, aşıya da devasa paraları hiç de insanlığın hayrı için yatırmadılar. Onları bu konuda motive eden tek şey, bir an önce “normale”, yani üretmeye devam etmekti. Kaz gelecek yerden tavuk esirgemeyen kapitalistler, pandemiden tam olarak kurtulmanın biricik yolu olan aşıyı da insanlığa karşı bir silah olarak kullanmaktan geri durmuyorlar.
Aşı, bilim insanlarının ve laboratuvar sınırlarının dışına çıkıp, burjuva politikasının kirli arenasına girdikten itibaren, her türlü rekabetin, milliyetçiliğin, hegemonya yarışının ve nihayet yüksek kazançlar elde etmenin aracına dönüştü.
Pandemi, özelliği gereği ancak tüm dünyada eş zamanlı ve tam bir dayanışma içerisinde hareket edilirse alt edilebilir. Ama dayanışma ve yardımlaşma, bir kurtlar sonrası olan burjuva dünyaya o kadar uzak bir kelime ki! Pandemiyi yenmek için, aşının her şeyden önce tüm dünyada hızlı, yeterli ve güvenli bir şekilde üretilmesi gerekiyor. Fakat aşıyı bulan büyük kapitalist ülkeler, suyun başını tutan sırtlanlar misali, patent hakkı denen engelle çıkıyorlar bunun karşısına. Bugün dünyada aşılamanın kaplumbağa hızıyla ilerlemesinin gerisindeki asıl sebep, kapitalizme has bu gerici engeldir. Aşının üretilmesinin üzerinden aylar geçmesine rağmen, aşıyı bulan ülkelerde bile henüz toplumun çeyreği bile tam aşılanabilmiş değil. Örneğin BioNtech aşısına ev sahipliği yapan 83 milyonluk Almanya’da henüz sadece 10 milyon kişi ilk doz aşıya ulaşabilmiştir. Almanya, kendi halkının sağlığını tehlikeye atma pahasına, pazarı başkalarına kaptırmama kaygısıyla, ilk ürettiği aşıları fahiş fiyata başka ülkelere sattı ve bundan ciddi kârlar elde etti. Kendi halkına ise, İngiltere’den daha ucuza getirdiği ve hakkında güvensizlik yarattığı AstraZeneca aşısını yapıyor
Aşının insanlara ulaşmasının önündeki bir başka kapitalist engel ise, gittikçe hızlanan pazar savaşıdır. Aşıya yüksek kâr getiren bir meta olarak yaklaşan kapitalist tekeller ve onların temsilcisi hükümetler, bu konuda her türlü şantaj, spekülasyon, gerçek dışı iddialara başvurmaktan geri durmuyorlar. Mesela AB ülkeleri henüz Rusya veya Çin’in bulduğu aşılara onay vermiş değiller. Sinovac’a “Çin malı” muamelesi yapıyorlar. Rakip ülkeler birbirlerinin aşılarını kötüleyip, onun hakkında şaibe yaratmakta bir beis görmüyorlar. Bu konudaki tutumlarını yeni yeni biraz esnetmeye başladılar.
Her aşının bir pazarı ve fiyatı var. Mesela Moderna 37 dolar, Sinovac 30 dolar, BioNtech 20 dolar, Johnson & Johnson 10 dolar, Sputnik V 10 dolara satılmaktadır. Aşılardan en ucuz olan, aynı zaman en hızlı üretilebilen ve en kolay taşınabileni ise AstraZenaca’dır. İngiltere’nin Oxford Üniversitesi’ndeki bilim insanları tarafından üretilen aşının dağıtım ve pazarlama hakkını bir İsveç-İngiltere ortaklığı olan AstraZeneca adlı şirket üsleniyor.
AstraZenaca piyasada 4 dolara satılıyor. Hem ucuz hem hızlı üretilebilen ve hem de kolay taşınabilen bu aşı, özellikle alım gücü zayıf ülkeler nezdinde ciddi bir talep görmeye adaydır. Aynı zamanda geniş bir pazar alanı bulma şansı yakalayabilir. Büyük payı, yakın zamanda AB dışında kalan İngiltere’ye ait olan bu aşı hakkında son zamanlarda yaratılan şaibeleri, gittikçe kızışan pazar savaşından bağımsız düşünmek zor. Bir dizi AB ülkesinin ardından, bir süre sonra Almanya da AstraZenaca aşısını yapmayı durdurdu. Ardından ilgili tıp otoritelerinin incelemeleri sonucu yapılmasında bir sakınca olmadığı söylendi ve tekrar yapılmaya başlandı. İlkönce sadece 60 yaş altına yapılan bu aşı, şimdi de tam tersine sadece 60 yaş üstüne yapılıyor. Yaşananların ardından AstraZeneca, zedelenen imajını telafi etmek için isim değiştirme yoluna gitti.
Daha fazla kâr güdüsüyle rakip kapitalist kampların aşı konusunda birbirlerinin ayaklarına çelme takma çabalarından asıl zararlı çıkan tabii ki dünya halkları olmaktadır. Bu tür pratikler, zaten ağır aksak giden aşı işini daha da yavaşlatmakta, pandemiyle mücadeleyi sekteye uğratmaktadır. Daha da kötüsü aşılar şahsında insanların bilime ve bilim insanlarına olan güvenleri sarsılmaktadır. İngiltere Başbakanı Boris Johnson, yakın zamanda katıldığı bir toplantıda, aşılama programında kaydettikleri başarının arkasında “kapitalizm ve açgözlülüğün” olduğunu söyleyerek, aşıya nasıl yaklaştıklarını kendi ağzından itiraf etmiş oldu.
Kısacası, kapitalist dünyada ekonomik, askeri ve siyasal alanda var olan kamplaşma ve ittifaklardan, aşılar da nasibini fazlasıyla alıyor. Aşı her türlü kirli rekabetin, ticaretin, kârın, diplomasinin ve hegemonya yarışının aracı yapılmaya devam ediliyor.
Dünyada ilaç tekelini elinde bulunduran Batılı emperyalistler, aynı zamanda üretilen aşılara da büyük oranda hükmediyorlar. Dünyaya en çok ilaç satan ilk 10 kapitalist tekelin dokuzu Avrupa ve ABD menşeili. Bunların başını İsviçre tekeli Roche çekerken, onu ABD’li Pfizer ve Alman tekeli Bayer takip ediyor. Bu ilk 10’nun içinde sadece bir Çin firması var. Yine dünyaya en çok ilaç ihraç eden ilk 10 ülkenin tümü de batıda. Listenin başında Almanya yer alıyor ve onu sırasıyla İsviçre, Belçika, Hollanda ve Fransa izliyor. ABD ise 7. sırada geliyor.
İlaçta da suyun başını tutan Batılı emperyalistler, bu konumlarını dünyanın geri kalanına karşı bir silah olarak kullanırken, aynı zamanda bu sektörden astronomik kârlar da elde ediyorlar. Dünyanın zengin ülkeleri ihtiyaçlarının birkaç katı aşı depolarken, dünyanın büyük kısmını oluşturan yoksul ülkelerin büyük çoğunluğuna tek doz aşı girmiş değil. Emperyalist ülkeler, BM ve DSÖ gibi kurumların uyarılarına kulak asmıyorlar. Ürettikleri aşılarda en yüksek fiyatı en yoksul ülkelere teklif ediyorlar. Uzmanlar, böyle gitmesi durumunda tüm dünyanın aşılanmasının üç yıldan bile daha fazla zaman alacağını belirtiyorlar.
Korona virüsü insanlığın başına bela eden emperyalist kapitalizm, onunla baş etmenin önündeki temel engel olmaya da devam ediyor.
Sol hareket pandemi konusunda atıl kaldı
Korona pandemisi, kapitalizmin insanlık dışı, barbar ve vahşi yüzünün çok geniş kitleler nezdinde bir kez daha anlaşılmasını beraberinde getirdi. Yaşanan kitlesel can kayıpları, sergilenen ikiyüzlülükler, sağlık alanında yaratılan yıkım, tavan yapan işsizlik, yoksulluk ve sefalet insanlarda ciddi bir sorgulamayla beraber, ciddi bir öfkeye de sebep oldu.
Bütün bunlar aslında her coğrafyada sol hareketin güçlenmesi için elverişli bir zemin de yaratıyor. Fakat şimdiye kadar yaşanan pratikler, sol hareketin pandemi ile mücadele konusunda son derece pasif ve atıl kaldığını gösteriyor. İşçi ve emekçilerin bu süreçteki taleplerini doğru ve somut bir şekilde formüle edip onların gündemine taşıma konusunda çok yetersiz kalındı.
Almanya’da pandemi konusunda en kitlesel sokak hareketleri, “Anti Korona” veya “Aykırı Düşünenler” adı altında ırkçı-faşist hareketler tarafından organize edildi. Oysa onların komplo teorilerine dayalı gerici taleplerinin aksine, aynı şekilde sol hareket de gerçek tedbirlerin alınması için ilerici taleplerle sokağa çıkmayı zorlamanın, yaşam hakkını savunmanın mücadelesini yükseltebilir veya başka araçlarla bunu işçi ve emekçilerin gündemine taşıma çabası içerisine girebilirdi. Örneğin korona günlerinde yönetim değişikliğine giden, parlamenter solun en görünür kanadı olan Die Linke (Sol Parti), kitlelerin taleplerinin değil, SPD ve Yeşillerle koalisyon kurmanın derdine düşüyordu.
Kuşkusuz sol hareketlerin, insanların yaşamını riske atmama kaygısıyla sokak eylemlerinden kaçındığını göz ardı etmemek lazım. Fakat buradaki asıl zayıflık yine de bundan kaynaklanmıyor. Mesela somut taleplere ve düzeni teşhire dayalı yaygın afişleme, bildiri dağıtımı, sosyal medya yoluyla teşhir konusunda hiç de böyle bir engel söz konusu değildi.
Fakat hiçbir şey geçmiş ve bitmiş değil. Pandeminin toplumda yarattığı alt üst oluşun henüz başında sayılırız. Önümüzdeki aylar ve yıllar tüm dünyada, Avrupa’da ve Almanya’da çok şeye gebe. Krizin ve pandeminin işçi ve emekçilere çıkardığı ağır faturanın, mücadelenin zeminini güçlendirirken, yeni kanallar da açacağından kuşku duymamak gerekiyor. Zira, kapitalizmin karanlığını yarmanın mücadeleden başka bir yolu da yoktur.