“Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız ‘olağanüstü hal’ istisna değil kuraldır.” Alman filozof Walter Benjamin’in (1892-1940) bu sözü sanki bugüne tutulan bir ayna gibi. 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana hiçbir şey Avrupa’yı korona salgını kadar derinden sarsmamıştı. Korona salgını kısa sürede bir tıbbi, ekonomik ve siyasi krize dönüştü. Kimse sonucun ne olacağını kestiremiyor.
Sağlık alanında korona salgının neden olduğu çıkmaz, sonuçları henüz kestirilemeyen ekonomik kriz ve bu ikisinin tetiklediği siyasi kriz, emperyalist-kapitalist sistemi adeta felce uğratmış durumda. Günlük yaşamda daha önce hiç yaşamadığımız bir olgu ile karşı karşıyayız. Kapitalist merkezlerin o çok övülen sağlık sistemleri iflasın eşiğine geldi. Hastane koridorlarında, sedyelerde bir yatak sırası için bekletilen hastaları görmek neredeyse olağanlaştı. Mali krizin 2008 krizinden daha derin ve daha da ağır sonuçlar yaratacağı ise ekonomistler tarafından daha şimdiden dillendiriliyor. Ekonomiye, yani kapitalist tekellere doping için arka arkaya trilyon dolarla ifade edilen yardım paketleri açıklandı.
Siyasi kriz, siyasi otoriteleri çaresizlik içine itti
Yaşanan olay, dünya kapitalist sisteminin eşi görülmemiş bir krize eşlik eden hayatta kalma çabasıdır. “Kriz” tıbbi bir nitelemedir. “Kriz geçiriyor, kalp krizi geçirdi, kriz geçirdi öldü” gibi tanımlamalardan da “kriz”in tıbbi bir kelime olduğunu biliyoruz. Tıbben ‘kriz’ kavaramı bedenin hastalığın seyri sırasında iyileşme ya da ölüme doğru gittiği anı tanımlar.
Kriz kelimesinin ekonomide kullanımı da tıptaki kullanımıyla eş anlamlıdır. Burada kriz kelimesi kapitalist sistemin ölümle kalım arasındaki gelgitini tanımlar. Böylesi krizlerde ekonomiler çökme aşamasına gelir ve yeniden nefes almaları ancak solunum cihazına bağlanarak sağlanır. Bugün açıklanan trilyonlarca dolar yardım/doping paketleri buna örnektir. Kapitalist tekeller yardım ve doping paketleri sayesinde krizi fırsata çevirmenin yolunu bulma umuduyla hasta bedenlerini ayakta tutmaya çalışırlar. Krizden krize giren hastalıklı sistem ne yazık ki en alttakilerin cesetleri üzerine basarak ayaklarının üstüne dikildi ve bugüne kadar yaşayabildi.
Her kriz aynı zamanda yeni fırsatların da doğmasına yol açar. İşçi ve emekçiler, krizi fırsata çevirip bu hastalıklı sistemi ilelebet tarihin çöplüğüne atamadıkları durumda, kapitalistler krizin faturasını işçi ve emekçilerin sırtına yıkmakta ve yeni sömürü yöntemleriyle yeniden güç toplamakta gecikmezler. Burada hangi sınıf ve sosyal gücün nasıl konumlandığı belirleyici rol oynar, ki bu da kazanan ve kaybedeni belirler.
İnsan doğasının temel bir özelliği, bir felaket veya doğal afet anında yardıma muhtaç kişilerin yardımına koşmaktır. Kişiye bu güdüyü verecek olan ise içinde yaşadığı toplumdur. Kendisi zaten hastalıklı olan kapitalist sistem, toplumdaki ve dolayısıyla insandaki bu güdüyü bilinçli olarak törpüler ve yok eder. Sistemin bekası için “ben ve bencilliği” öne çıkararak, dayanışma ruhunu bilinçli bir şekilde öldürmeyi yeğler.
Korona salgını, kapitalist sömürü düzeninin işçi ve emekçileri bu salgın karşısında nasıl savunmasız bıraktığını gösterdi. “Ben ve bencillik”, yardıma muhtaç savunmasız insanların ölüme terk edilmesine yol açtı. İtalya, İspanya ve Fransa’da “Huzurevleri”nde kaderleriyle baş başa bırakılarak ölüme terk edilen binlerce yaşlı buna örnektir.
Yönetenler her fırsatta salgının zengin-fakir ayrımı yapmadığını ve aynı gemide olduğumuzu vaaz ediyorlar. Virüs zengin-fakir, yöneten-yönetilen, kadın-erkek, din, dil, ırk ülke ayrımı yapmıyor, bu doğru. Salgının biyolojik mantığında böyle bir şey yok zaten. Ancak bu işin bir de sosyal boyutu var. İşte burada riskin yukarıda sıraladığımız kesimler arasında son derece dengesiz bir şekilde dağılmış olduğunu ve bir sınıf ayrımının belirgin olarak ortaya çıktığını görüyoruz.
Bir tarafta başta sağlık ve gıda tedarik zincirleri olmak üzere çeşitli işkollarında, yaşlı bakım evlerinde çalışanlar ve kapitalist çark dönsün diye zorunlu ihtiyaç üretmeyen fabrikalarda, işyerlerinde çalışmaya zorlananlar… Keza tıka basa istif edilmiş, her türlü hijyenden yoksun cezaevleri ve bırakın hijyeni, suyu bile ara ara akan mülteci kampları… Diğer tarafta tuzu kuru, geçim derdi olmayan, lüks malikânelerinde kendilerini karantinaya alabilenler... Bu salgın aynı gemide olmadığımızı bize olanca çıplağı ile gösteriyor.
Ya barbarlık içinde çöküş ya da sosyalizm!
Emperyalist-kapitalist merkezlerde çöken sağlık sistemleri nedeniyle doktorlar kimin ölüme terk edileceğine, kimin solunum cihazına bağlanması gerektiğine karar verme gibi ağır bir yükle karşı karşıya bırakıldılar. Salgın dördüncü ayını geride bıraktığı halde, eldiven, maske vb. gibi en basit koruyucu ekipmanlar, bırakın herkesi, sağlık çalışanları için bile yeterli değil.
İşler yolunda iken övgü ile sözü edilen birlikler, ittifaklar, ortaklıklar (Avrupa Birliği, NATO vb.) bir anda görünmez oldular. Gümrük duvarları yeniden yükseldi. İş, birbirinden maske vb. gibi ekipmanlar çalmaya kadar vardırıldı. İşte kapitalist “kültür”, işte ben ve bencilliğin vardırıldığı nokta!
Walter Benjamin “İnsanlar kurtulmadıkça, ezilenler ezenlerden intikam almadıkça, kültür de bir barbarlık belgesi olmaktan kurtulamayacaktır” derken sanki bugüne, ben ve bencilliğe, koruyucu ekipman korsanlığına işaret ediyordu.
Sınır tanımaz serseri bir virüs geldi, kapitalist ekonomilerdeki büyük açmazları ortaya çıkardı. Dünyanın “lanetlileri” addedilen işçi sınıfı, emekçiler ve ezilenler olarak bu açmazı, bu sarsıntıyı, bu krizi fırsata çevirme imkanımız var. Krizden krize giren bu hastalıklı sistem tarihin çöplüğüne atılmayı bekliyor. Hem de şimdiye kadar hiç olmadığı kadar...
Gerçekçi ol imkansızı (sosyalizmi) iste!
“Rosa Luxemburg, kapitalist sistemin insanlık için oluşturduğu tehdidi şu sözlerle tarihe kazımıştı: ‘Ya barbarlık içinde çöküş ya da sosyalizm!’ Bu şiarın derin tarihsel anlamı, bizzat Alman Devrimi’nin ezilmesi sürecinde dolaysız olarak önü açılan Alman faşizminin barbarlığı ve on milyonlarca insanın yaşamına mal olan ikinci emperyalist dünya savaşıyla kanıtlandı. Aynı şiar, kapitalist barbarlığın insanlık için yüzyıl öncesiyle kıyaslanamaz ölçüde yıkıcı bir tehdide dönüştüğü bugün, her zamankinden daha derin bir anlama sahiptir.” (TKİP VI. Kongre Bildirgesi, Aralık 2018)
İnsanlık, doğa ve bilumum canlılar alemi günbegün yeni felaketlerle karşı karşıya bırakılmaktadır. Korona salgını nedeni ile son birkaç aydır yaşananlar emperyalist-kapitalist sistemin hiçbir meşruiyetinin kalmadığını göstermek için yeter de artar bile.
Tam da bugünlerde Nazım Hikmet’e kulak vermenin vaktidir:
“Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içinde olup
deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin,
demeğe de dilim varmıyor ama
kabahatin çoğu senin, canım kardeşim!”
Evet, kabahatin çoğu senin, benim, hepimizin, canım kardeşim. Walter Benjamin’in dediği gibi, “Daha iyi bir düzen için verilen mücadelede ben de [biz de] yara almadan kurulamayacağım [kurtulamayacağız].” Eskiyi yıkma ve yeniyi inşada elbette yara alma riskimiz var. Öyle ya da böyle, çark dönsün ve zengin daha zengin olsun diye üzüm gibi ezilen, limon gibi sıkılan, ölen zaten bizleriz.
Ya üzüm gibi ezilmeye, limon gibi sıkılmaya ve ölmeye devam edeceğiz ya da gittikçe yaşanmaz hale getirilen gezegenimizi, insan nesli ile birlikte bütün canlı alemini yok oluştan kurtarmak için ayağa kalkacağız.
Ya çaresizlik içinde bekleyip öleceğiz ya da “Kendimizi çoğaltıp yedi koldan arzu edilenin etrafını saracağız.”