Türkiye, toplumsal muhalefetin ve devrimci hareketin ağır bir devlet terörü ile ezildiği 12 Eylül sonrasında sınıf ve kitle hareketinin önemli yükseliş dönemlerine sahne oldu. ‘89 Bahar Eylemleri, onu takip eden ve ‘90’lı yılları boylu boyunca kaplayan işçi eylemleri ve direnişleri, kamu emekçilerinin aynı yıllarda başlayan grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı mücadelesi, özelleştirme karşıtı kitlesel eylemler vb... Hareketin belli mevzilerini kaybedip inişli çıkışlı bir seyir izlediği 2000’li yıllar boyunca da mücadele, eylem ve direnişler eksik olmadı. Gerçekleşen yüzlerce eylem, grev ve direniş içinde Tekel, Greif, Metal Fırtına gibi, kendi dar sınırlarını aşıp geleceğe önemli birikimler bırakan deneyimler yaşandı. Bugün de çapı, kapsamı ve toplumsal etki gücü henüz zayıf olsa da, irili ufaklı birçok mücadele örneği ortaya çıkıyor ve çıkmaya devam edecek.
Gençlik hareketi açısından da durum çok farklı değil. ‘87’de kendini ortaya koyan ilk çıkış arayışları, yaşanan duraksama ve geri çekilmelere rağmen ‘90’lı yılların ortasında gerçekleşen kitlesel harç zamları protestoları, 2000’li yılların başında eğitimin ticarileştirilmesi saldırısına karşı toparlanma girişimleri... O dönemden bu yana başta eğitimin ticarileştirilmesi olmak üzere değişik başlıklar altında sayısız eylem ve etkinlik gerçekleşti. Her ne kadar 1995-96 yükselişi sonrası yeniden toparlanma çabaları yeterince sonuç yaratamasa da, gençlik kitleleri AKP’li yıllar boyunca da defalarca meydanlara çıktılar. Tepkilerini ve taleplerini ortaya koydular. Kendi gündemlerinden öteye, Roboski, Haziran Direnişi vb. süreçlerin, savaş politikaları karşıtı gösterilerin, kadın cinayetleri başta olmak üzere değişik toplumsal başlıklar etrafında gerçekleşen eylemlerin kitle gücünü oluşturdular.
Derinleşen geleceksizlik sorunu, faşist baskı ve uygulamaların yarattığı boğucu cendere, ağırlaşan sosyal sorunlar, üzerinde kurulmaya çalışılan gerici tahakkümün katmerleşmesi vb. sorunlar, gençlik hareketinin son yıllarda yaşadığı daralma ve en geri sınırlara çekilme durumunun geçici olmaya mahkûm olduğunu gösteriyordu. Yerel bazı mücadele örneklerinin ardından, Boğaziçi eylemlerinin yarattığı enerji, hareketin taşıdığı potansiyelleri ve bunun tüm toplumsal muhalefeti etkileme gücünü bir kez daha ortaya koydu. Gerici-faşist iktidar tarafından yıllar boyunca sistemli bir tarzda uygulanan ve özellikle 15 Temmuz sonrasında yeni bir düzey kazanan baskı ve yıldırma politikalarının hareketi geri çektiği ama taşıdığı potansiyelden çok fazla bir şey kaybettiremediği bir kez daha görüldü.
Başlangıçta liberal bir çerçevenin sınırlarını çok aşamayan kadın hareketi, özellikle AKP’li yıllar boyunca gelişip güçlenen bir diğer mücadele dinamiği oldu. Toplumsal yaşamın tüm alanlarında kadınlara yönelik sonu gelmeyen baskılar, ayrımcı politika ve uygulamalar, bundan bağımsız bir biçimde ele alınamayacak olan artan kadın cinayetlerine karşı büyüyen öfke, özel çabalarla görünür kılınan cinsel taciz ve tecavüz olayları, hareketin genişlik kazanmasında önemli rol oynadı. Uluslararası kapitalizmin krizinin en dolaysız mağdurları olan kadınların dünyanın değişik ülkelerinde baskı ve sömürü politikalarına karşı ortaya koyduğu devasa eylemler Türkiye’deki kadın hareketi üzerinde de güçlendirici bir etki yarattı. Son dönemde önderlik niteliği ve örgütlülük düzeyi gibi sorunların etkisiyle belli bir duraksama ve derinleşememe sorunu kendini hissettirse de, kadın hareketi halen AKP iktidarı karşısında en diri ve kararlı mücadele dinamiği olma özelliğini koruyor.
Sınırsız kâr hırsına, dizginsiz bir kör piyasa anlayışına dayalı neoliberal saldırı politikalarının AKP eli ile ülkede aldığı rant ve talana dayalı biçim, bunun yol açtığı yıkım, tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de çevre hareketlerinin güçlenmesine yol açıyor. Doğal yaşam alanları katledilerek suyu, toprağı, havası kapitalist ilişkilere kurban edilen köylülerin doğal tepkileri ile eğitimli orta sınıfların duyarlılığına dayanan bir hareketlilik sözkonusu. Bu hareket, mevcut niteliğinden gelen sınırlara rağmen, bugünün Türkiye’sinde hesaba katılması gereken bir başka mücadele dinamiğini oluşturuyor.
Tüm bu dinamik ve mücadele arayışlarını birbirleriyle etkileşim halinde güçlendirmek, ortak, birleşik ve etkili bir mücadele düzeyine ulaştırmak kuşkusuz günün önemli bir politik görevidir. Bunlara Kürt halkının yıllardır baş eğdirilemeyen mücadelesini, burjuva muhalefet tarafından istismar edilerek ehlileştirilen dinsel gericilik karşıtı duyarlılığı da eklemek gerekiyor.
Bu göreve devrimci açıdan yaklaşılacaksa eğer, ortaya çıkan dinamiklerin somut biçimlenişi ile esas kaynaklarını, mevcut hedef ve istemleri ile onları yaratan nedenleri birbirinden ayırmak önemlidir. Mevcut nitelikleri ve kendilerini ortaya koydukları maddi zemin ne olursa olsun, söz konusu dinamiklerin mücadele ettikleri sorunların kaynağında Türkiye kapitalizminin son 42 yılına damga vuran iktisadi ve sosyal politikalar yatmaktadır. Siyasal baskı politikalarının bu ortak iktisadi-sosyal temelden koparılması, farklı mücadele kanallarının devrimci bir mecraya akıtılması görevinde başarısızlığa yol açmakla kalmaz, aynı zamanda bu arayışların gerçekten kararlı ve istikrarlı bir gelişimi de sağlanamaz.
Yalnızca bu açıdan bakıldığında bile, birleştirici bir eksen olarak işçi hareketinin içinde bulunduğu geri, parçalı, dağınık tablodan çıkarılması ve toplumsal mücadelenin öncü kuvveti haline getirilmesinin benzersiz önemi kendiliğinden ortaya çıkar. “Günün öncelikli hale gelen hedef ve taleplerine yanıt olmak” gibi pek politik görünen gerekçelerle, söz konusu mücadele kanallarını ve bunlara dayalı dinamikleri güç ve misyon açısından birbirine eşit “direniş kuvvetleri” olarak düşünmek, yalnızca sınıfsal körlüğün ürünü bir ideolojik dağılmanın değil, aynı zamanda toplumsal muhalefet öğelerinin kendiliğinden bilinç ve eylemine saplanıp kalan, iflah olmayacak bir kuyrukçuluğun da göstergesi olur. Mevcut özel konumu ve yönelimleri, bunların iktisadi, sosyal ve kültürel sorunların derinleşmesindeki rolü AKP karşıtı mücadeleye elbette ayrı bir anlam ve önem kazandırmaktadır. Fakat bunu kendi başına hedef haline getirmek, böylece AKP karşıtı mücadeleyi sermaye karşıtı mücadeleden koparmak, siyasal strateji ve taktik hattı bu karşıtlık üzerinden harekete geçen güçlerin toplumsal eylemi üzerine kurmak, en iyi ihtimalle reformizm bataklığına saplanıp kalmak demektir.
Sınıf devrimcileri her türlü ilerici mücadele dinamiğiyle ilişkilenmek, bunun ortaya koyduğu görev ve sorumluluklara omuz vermek görevlerinin üzerinden atlayamazlar. Hele ki Boğaziçi eylemlerinin gençlik hareketinde yol açtığı ivmelenme, yaklaşan 8 Mart’ın kadın hareketinde yeniden güçlü bir çıkış eylemine dönüşmesinin önemi, meşruluğunu ve kitle desteğini kaybeden AKP iktidarını düşürmek konusunda basiretsiz burjuva muhalefetin hemen hiçbir şey yapmadığı gibi olgular düşünüldüğünde, ortaya çıkan her türlü protesto ve mücadele eğilimini güçlendirip desteklemek bugün daha büyük bir önem kazanmıştır. Bu doğrultuda sol güçler ve örgütlerle işbirliği ve ortak mücadele zeminlerinin değerlendirilmesinin önemi de yeterince açıktır.
Ancak tüm bu görevlerinin en başına yazılması gereken, bugün kendini fabrika merkezli parçalı iktisadi eylemler üzerinden ortaya koyan işçi sınıfı içindeki mücadele arayışını güçlendirip yaygınlaştırmaktır. Henüz dar iktisadi talepler uğruna bile kararlı bir mücadele örgütlemekte zorlanan işçi hareketini toplumsal mücadelenin merkezine taşımak, ebette ki meşakkatli ve uzun bir yolu kat etmeyi gerektirmektedir.
Sol hareketin ezici ağırlığı için devrimden söz etmek bile bir külfet haline gelmiş olsa da, Türkiye bir devrim ülkesidir. 12 Eylül darbesinin yarattığı yıkıntıya ve ardı arkası kesilmeyen baskı politikalarına rağmen emekçi kitlelerin inişli çıkışlı bir seyir içinde devam eden mücadeleleri öncelikle bunu anlatmaktadır. Ve yalnızca Türkiye devriminin yolu değil, kararlı bir anti-faşist mücadelenin yolu da işçi sınıfını toplumsal mücadelenin temel odağı haline getirmekten geçmektedir.