Salgın hastalık kötüdür ancak bu salgına kapitalizm koşullarında yakalanmak daha da kötüdür. Şu anda dünya ölçeğinde yoksullar bu acı gerçeği her yönüyle yaşıyor. Çünkü kapitalizmde “normal” şartlar altında sağlık bir sektöre dönüştürülmüş, koruyucu-önleyici olmak yerine, ne kadar hasta o kadar para denklemi üzerinden, “tedavi” etmeye odaklanmıştır. Yine aynı denklem gereği tedavi hizmetlerinden parası olan parası yettiği kadar faydalanabilmektedir. Bu nedenle sadece Türkiye’dekiler değil, dünya nüfusunun çoğunluğunu oluşturan yoksullar bu hizmetlerden faydalanamamaktadır. Basit önleyici tedbirlerle geçebilecek hastalıklar nedeniyle ne yazık ki çok fazla ölüm yaşanabilmektedir.
İşte böylesi bir tabloda pandemi gerçeği ile karşılaşmak en kötü senaryolara hazır olmak demekti. Nitekim geçtiğimiz Mart ayından beri yaşananlar bunu gayet net gösterdi. Kapitalist sağlık anlayışının büyük bir salgın karşısında toplumu korumakta ne denli isteksiz ve yetersiz olduğu daha net görüldü.
İlk zamanlarda “sınıf tanımayan” bir virüs argümanı sermaye için işlevsel görülse de yaşanan süreç, en çok etkilenen ve yıkıma uğrayanların yoksul işçi ve emekçiler olduğunu gözler önüne serdi. Türk sermaye devleti bu süreçte göstermelik önlemler alarak göz boyamaya, salgından fırsat devşirmeye, oldukça sırıtan sahte başarı hikâyeleriyle emekçileri oyalamaya çalıştı. Önce ölüm ve vaka rakamlarını düşük tutarak, son günlerde de aşı için çeşitli tarihler vererek bu oyuna devam ediliyor. Ayrıca bu süreci baskı ve yasaklamaların bahanesi haline getirerek sermayenin çıkarları doğrultusunda kullanıyor.
Sermaye devleti, diğer doğal felaketlerde olduğu gibi böylesi bir salgın için derhal uygulamaya geçireceği bir acil eylem planından yoksundur. Tüm toplumu hedefleyen büyük ölçekli koruyucu tedbirler içeren planlama yapmaları gerekenler, kendilerine düşen görevlerin üzerini örtme hesabıyla hareket etmeye devam ediyorlar. Üretim alanlarında milyonları iç içe çalışmaya mecbur bırakanlar, “evde kal” çağrılarıyla topu insanlara atıp, maske gibi kişisel koruyucu malzemeye işlevinin sınırlarını aşan bir anlam yüklüyorlar. Emekçiler, maskeleri takmadığı için salgının esas suçlusu ilan ediliyor. En son açıklanan sokak kısıtlamaları ve yasaklamaları ise yine bu çerçevede görüntüyü kurtarmaktan ibarettir.
Salgın karşısında halk sağlığı korunmak isteniyorsa sorunun mahiyetine göre ya kaynağından çözerek daha yayılmadan önlemek gerekiyor ya da en aza indirmek için yol ve yöntem geliştirmek. Örneğin, böylesi bir salgında ihtiyaç duyulan karantinaysa bunun koşullarını sağlayacak bütçeyle birlikte planlamalar hazırda bekletilmelidir. Yayılımı önleyecek, riski azaltacak büyük ölçekli tedbirlerle birlikte, bireylere düşen maske gibi koruyucu malzemelerin işlevinden bir karşılık alabilirsiniz. Zira kişisel koruyucu malzemelerin işlevleri bellidir, tek başına etkileri sınırlıdır.
Öte yandan emekçilere “bir fedakârlık sınavındayız” denilmektedir. Ne patronlar ne de devlet fedakârlık adına hiçbir şey yapmamaktadır. Oysa fabrikalarda çalışma saatlerinde hiçbir değişiklik ya da ücret artışı yapılmadan işçi ve emekçilerden maske takarak “normal” hayata devam etmeleri beklenmektedir. Bilimsel olarak bir maddenin zararlı etkisi, maruz kalınan dozajla ve maruziyet süresiyle yakından ilgilidir. Hastalık yapıcı etkenler de bu şekilde etkilerini artırmaktadır. İşçi ve emekçiler gerek işte gerekse işe giderken kullandıkları servis, toplu taşıma aracı gibi yerlerde farklı taşıyıcılarla karşılaşarak her gün büyük bir risk almaktadır. Bu tabloda maske gibi kişisel korucu malzemenin faydası sınırlıdır. Özellikle sık değiştirilmesi gereken maskelerin gün boyu taşındığı düşünülürse yarardan çok zararı olacağı açıktır. Patronları ürkütmemek için yüzlerce işçinin iç içe çalıştığı fabrikalar virüsten azade mekânlar gibi gösterilmiş ne çalışma saatlerinde değişiklik olmuş ne ciddi denetimler gerçekleştirilmiştir. Bunun yerine yine patronların yararına ücretsiz izin uygulamaları ya da esnek çalışma yaygınlaştırılmış, bir kez daha işçi sınıfı hak kaybına uğratılarak bir kriz daha fırsata dönüştürülmüştür. Patronlar büyük teşviklerden, vergi indirimlerinden yararlanmış, çarkların patronlar için dönmesi sağlanmıştır. Sonuçta pandemi sürecinde sadece Covid-19 tehlikesi değil, işsizlik, yoksulluk, hayat pahalılığı ve gelecek kaygısı da artmıştır.
İşçi ve emekçiler bu sorunlarla uğraşırken maske takmıyorlar, evde kalmıyorlar diye sorumlu ilan edilmektedir. Kendilerini evde izole edebilme imkânı olanların şanslı olduğu, diğerlerinin ise işinin şansa bırakıldığı bir süreç yaşanmaktadır. Çarklar dönmeye devam etsin, gerisi teferruat denilmiştir.
Sermaye ve devleti, karşısında işçi sınıfı ve emekçilerin örgütlü tepkilerini yeterince göremedikleri için oldukça rahatlar. Oysaki pandemi gerçeği toplumun büyük çoğunluğunun taleplerini ortaklaştırmaktadır. Fabrikalarda, işyerlerinde “virüs mü, açlık mı?” ikilemiyle iç içe yaşayan emekçiler için insanca yaşama ve çalışma talebi kendini dayatmaktadır. Her açıdan geleceksizleştirilen gençliğin talepleri, yaş ayrımcılığına uğrayan ve toplumun dışına itilen emeklilerin talepleri, pandeminin neden olduğu sorunların çok yönlü etkisini yaşayan kadınların talepleri ortaklaşmaktadır.
İşçi sınıfı ve emekçiler ortak mücadele talepleriyle seslerini yükseltmedikçe salgının yıkımı, ekonomik krizin acı reçeteleri sırtına yüklenmeye devam edecektir.