Avrupa Birliği’nin 27 ekonomi bakanı ile Almanya, Hollanda, Fransa ve İtalya devlet başkanlarının üzerinde hem fikir oldukları “Korona Fonu”nun detayları açıklandı. Açıklamayı yapan Alman Ekonomi Bakanı Scholz, “büyük bir başarıya hep beraber Avrupa olarak imza attıklarını” söyleyerek, resesyona giren ülkeleri yalnız bırakmadıklarını ve büyük bir dayanışma örneği sergilediklerini iddia etti. Açıklama öncesinde yaptığı uzun peşrev ile kendilerinin de ekonomik sorunları olduğunu ama günün temel ihtiyacının ortak hareket etmekten geçtiğini söyleyerek, Avrupa’nın ortak aklına ve kurumların “işlemeyen” pratiğine vurgu yaptı.
Görüşmeler olağanın da ötesinde, hele de içinden geçtiğimiz sürecin hassasiyetleri de göz önüne alındığında oldukça uzun sürmüştü. Nihayetinde patron Almanya idi ve son sözü de onun söylemesi gerekiyordu. Güney komşuları kelimenin gerçek anlamıyla dökülürken, muktedir aradan geçen zamanı muhasebecilikle geçirmiş, boş durmamıştı. Birkaç gün öncesinden açıkça Alman “vergi mükellefini” korumaktan bahsedecek kadar da arsızlaşarak, yapılacak “yardımların” ön koşullarına dikkat çekiyordu. Ne var ki sözünü ettikleri “ortak aklın” göremediğini hiç beklenmedik uzak diyarlardan gören olmuş, İtalya ve İspanya’ya yardıma koşmuştu. Rusya ve Çin karşılıksız yardım ettiklerini açıklarken, Küba devrimci bir görev diyerek noktayı koymuştu. Bu tür gelişmeler muhasebecinin canını çok sıkmış ve yaptığı açıklamanın satır aralarına Avrupa Birliği’ni parçalamak isteyen kötü niyetlilerin olduğunu söylemek durumunda bırakmıştı.
27 üye ülkenin ekonomiden sorumlu olduğunu iddia eden bakanlarının nihayet karar altına aldıkları yardım fonundan çıka çıka bir soygun paketi çıktı. Görünen o ki bu da kolayından hayata geçemeyecektir. En azından açıklandığı haliyle kabul görmeyeceği neredeyse kesin görünüyor. Fon, her halükarda acil yardım bekleyen İtalya ve İspanya ve Fransa’nın da istediği koşullar ve miktarda değildir. Zira dağ fare doğurdu ve beklenen miktarın üçte biri oranında, 500 milyar euroluk bir fon açıklanabildi. Bu fonun, güncel olarak pandeminin de ağırlaştırdığı ekonomik krizden çıkış, yahut kendini toparlama eğrisi için yeterli olmadığı çok açıktır.
Darboğazdaki güney ülkeler başta olmak üzere AB’nin toplamında resesyondan çıkış için ilk elden ihtiyaç duyulan miktar 1,5 trilyon euro civarındadır. Burjuva iktisatçıları, “her şey planlandığı gibi gider ve yeni bir olumsuz gelişme yaşanmazsa” 1,5 trilyon euroluk bir bütçeyle toparlayabilme şanslarının olabileceğini söylüyorlar.
Burjuva iktisatçıların yaptıkları iyimser açıklamalar ve örtülü uyarıların mürekkebi kurumadan, İtalya ve Fransa, yardım fonunun nasıl yapılandırılması gerektiği konusunda, başını Almanya’nın çektiği “Kuzey Kulübü”yle derin bir anlaşmazlığa düşmüş görünüyor. Ekonomik olarak büyük borç batağında olan ülkeler yardımı hangi başlık altında ya da hangi fondan alırlarsa alsınlar bu istisnasız bir biçimde faizlendiriliyor ve karşılığında devlet tahvilleri bir çeşit rehin durumunda tutuluyor. Sadece borcu olmayan ya da borçlanma limitini aşmayan ülkelerin düşük faizli kredilerden veya fonlardan yararlanma şansları var.
Fransa ve İtalya’nın beklentisi de Almanya ve Hollanda başta olmak üzere diğer Kuzey Avrupa ülkelerinin kefil olacağı bu kredilerden yararlanabilme olanağıydı. Ne var ki en başta da Almanya ve Hollanda olmak üzere bu ülkeler öneriyi reddettiler. Geriye de muhtaç ülkelerin payına Yunanistan’ın yaşadığı kadere ortaklık etmek kalıyor. Hepsi de dün gibi hatırlıyor Yunanistan’ın nasıl teslim alınıp bir yıkıma sürüklendiğini. Fakat şimdi buna cesaret edemezler çünkü koşullar çok farklı ve birliğin kendisine ağır bir faturaya dönüşme tehlikesi de var. Dönemin Alman Ekonomi Bakanı o dönemde bir taraftan aşağılayarak Yunan halkını tembellikle suçluyordu (gerçekle uzaktan yakından alakası yoktu, daha da ötesi Avrupa’nın en fazla çalışan ya da mesai yapan halklarından biriydi), diğer taraftan da Yunan ekonomisine atadığı memurlarıyla kasalarını dolduruyordu. Bu kriz vesilesiyle yürütülen tartışmalarda Alman burjuva politikacıları bunu açıkça ifade etmekte bir sakınca görmedikleri gibi, aynı yöntemle bu krizden faydalanmanın da mümkün olduğunu söyleyebiliyorlar.
2008 yılındaki finans krizinin etkilerinden korunmak adına borçlanmak zorunda kalan İtalya ve İspanya gibi birlik üyesi güney ülkeleri, bir iflasın eşiğinde bulunuyorlardı. Özelleştirme saldırılarının acımasızca gerçekleştirildiği bu ülkelerde, pandeminin de tetiklemesiyle devletlerin sıradan sağlık hizmetlerini dahi veremeyecek duruma geldikleri görüldü. Ne var ki bu aynı devletler sermaye sınıfının çıkarları söz konusu olduğunda cengaver kesilirler. İstisnasız bütün kriz dönemlerinin kazananları listesi ve adresi, yine bu aynı gerici burjuva devletler eliyle hiç değişmemiştir.
Kapitalist devletler için bankalar ve uluslararası tekellerin varlığı ve kirli çıkarları milyonlarca insanın varlığından ve çıkarlarından her zaman için daha önceliklidir. Özcesi, adı her ne kadar “kurtarma paketi” de olsa, kurtarılacak olanların kimler olduğu ve bunun faturasının koca bir sefalet olarak işçi ve emekçilere ödetileceği somut bir gerçektir. Devlet tahvilleriyle borçlandırma küçük bir ayrıntı gibi görülebilir, fakat kesinlikle öyle değildir. Devlet tahvillerinin satışıyla yapılandırılmış borçlanmaların tamamı ve alınmış krediler doğmamış kuşakları bile borçlandırıyor. Özellikle de İtalya’nın yaşadığı durum ve karşılaşacağı şey tamamen bu olacaktır.
Ekonomiden sorumlu bakanların üzerine hemfikirmiş gibi göründükleri bu fonlamanın ortaya çıkardığı somut bir başka gerçek daha var. Bu da Alman emperyalizmi şimdilik Fransa’yı da arkalayarak Avrupa Birliği’nin efendisi olduğunu açıkça göstermekten imtina etmemiş olmasıydı. Bugüne dek Almanya’nın tutumu hep çok dikkatli ve ortaklarını incitmeyen bir hassasiyet taşırdı. Görünen o ki Alman emperyalizmi kendi adına bir eşiği daha geride bırakmıştır.
Bir üçüncü somut gelişme ise para birimi olarak euronun dolar karşısındaki sınavıdır. Birlik üyesi ülkeler, başta Avrupa Merkez Bankası ve diğer fonlar olmak üzere ucuz paraya erişimi dışarıdan bulurlarsa, bu, Avrupa Birliği’nin iflası demektir. Kurtarma paketine özellikle İtalya Başbakanı’nın itirazı bu tür arayışların olduğunu anlatmakta ve örtülü tehdit anlamı taşımaktadır. Aynı paralelde ve toplantının ardından ABD başkanı Trump’ın “İtalya’ya severek yardım edeceğiz” açıklaması da boşuna edilmiş bir söz değildir.
Dördüncü bir gelişme olarak Çin’in doğu ve güney birlik üyesi ülkelerle olan ilişkisidir, ki bu en başta Almanya’yı, yanı sıra ABD’yi de derinden düşündüren bir olgudur. Almanya bu gelişmeyi (ABD’nin Avrupa’daki hegemonyasını sınırlamaya başlamışken, Çin’in bu boşluğu doldurmaya çalışmasını) kabul edilemez görüyor. Nihayetinde Almanya kendini birliğin lideri sayıyor ve kıtayı da periferisi olarak değerlendiriyor.
Alman Ekonomi Bakanı SPD’li Scholz, yaptığı açıklamanın satır aralarına özenle şunları yerleştirmişti: “Öncelikle insanların sağlığı, güvenliği ve işyerlerinin korunması en temel hedefimiz olarak belirlenmiştir.” Bu açıklamaların yapıldığı günün akşamı, Avrupa Birliği sınırlarında kontrol altına alınamayan pandemiden ötürü binlerce insan hayatını kaybediyor, milyonlarcası ise işini ve aşını... Güvenlik adına söylenecek tek söz ise emekçiler payına asla güvende olamamaktır. Zira gerici emperyalist-kapitalist düzen var olduğu sürece başta işçi ve emekçiler olmak üzere ezilenlerin payına sadece ve sadece sefil bir yaşam düşüyor ve düşecektir.
O halde, Avrupa’nın gerici sermaye iktidarlarına karşı, Avrupa işçi ve emekçi sınıflarının devrimci dayanışma ve iktidar perspektifini yaratmak ertelenemez devrimci bir görevdir.