“Yeni bir dünya” mı doğuyor?

Toplumsal bir devrimle aşılmadığı sürece, salgının ardında geleceği iddia edilen “yeni dünya” sonu gelmez krizlerle boğuşan kapitalist dünyadır. Bu dünyanın insanlığa koyu bir karanlık sunma dışında bir alternatifi yoktur. Dolayısıyla korona sonrasının yeni dünyası ancak sosyalist bir dünya olabilir.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Dünya
  • |
  • 06 Haziran 2020
  • 08:00

Kapitalizmin özündeki acımasızlığı ve vahşeti ortaya çıkaran o “görünmez sinsi düşman” kapitalist dünyayı adeta soluksuz bıraktı. Bilim dünyasının ve kapitalist devletlerin “seferberliği”ne ve aradan aylar geçmesine rağmen salgın sadece sınırlandırılabildi. Yeni dalgaların gelebileceği bilim insanları tarafında döne döne tekrarlanmakta, Dünya Sağılık Örgütü tarafından kalıcı olabileceği açıklanmaktadır. Dünyanın beklediği aşı ve ilacın ne zaman bulunacağı ise bilinmemektedir. Uzaya koloniler kurmaktan, Mars’a turizm seferleri düzenlemekten söz eden, yapay zeka gibi harikalar yaratan o “yenilmez” dünya güçleri, bir virüs karşısında içler acısı bir durumdadır.

İnsan sağlığını ve yaşamını öncelikli sorun haline getirmiş olan ve kapitalist devletler tarafından da ikiyüzlü bir şekilde böyle sunulan salgının, başka şeylerin yanı sıra öne çıkardığı iki temel sorun var. Bunlardan biri, henüz bilim insanlarınca da yanıtlanamayan, salgının ne zaman sona ereceği, ilaç ve aşının ne zaman bulunacağıdır. Temel önemde bir diğer konu ise, salgının geride nasıl bir dünya bırakacağına ilişkindir. Bu çerçevede, sayısız komplo teorilerinin yanı sıra değişik tahminler, öngörüler, değerlendirme ve tespitler yapılmaktadır. “Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” ya da “Yeni bir dünyaya doğuyoruz” belirlemesi bu tartışmaların özünü oluşturmaktadır.

Büyük kriz dönemleri temel önemde tartışmalara neden olmuştur. Barack Obama başkan seçildiğinde, dönemin genelkurmay başkanı Rahm Emanuel, “Ciddi bir krizin asla boşa gitmesini istemiyorsunuz, ciddi krizlerin ortaya çıkardığı fırsatları asla boşa harcamamanız gerekiyor” demiştir. Bu sözler temel sınıfların büyük krizler karşısındaki tutumunu özetlemesi bakımında çarpıcıdır. Toplumların yönünü değiştirebilecek, yeni bir dünyanın kapılarını aralayabilecek dinamikleri açığa çıkaran ve olanaklar sunan büyük krizlere bu bakış açısıyla yaklaşılmaktadır.

Büyük krizler, eski dünyanın karşısında şekillenecek olan yeni dünyanın “taslağı”nı da netleştirmektedir. Bugün de salgının giderek netleştirdiği varsayılan bu “taslak” üzerinden tartışmalar yürütülmektedir. Tartışmanın odağında ise “yeni bir dünya”nın oluşmakta olduğu ve bunun nasıl bir dünya olacağı sorusu durmaktadır.

“Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” mı?

Her büyük tarihsel olay karşısında ileri sürülen bu görüş, şimdi de salgın üzerinde gündeme gelmiş bulunuyor. “Kriz sonrası dünya” üzerine ileri sürülen görüşler oldukça “zengin”. AB ve NATO’nun dağılabileceğine, uluslararası emperyalist kurumların iflas edeceğine, milliyetçiliğin yükseleceğine, küreselleşmenin sona ereceğine, ırkçılığın, totaliterliğin ve faşizmin egemen sistem haline geleceğine, emperyalistler arası pazar ve nüfuz mücadelelerinin daha da kızışacağına, şimdiye kadar görülmemiş kapsam ve derinlikte ekonomik bir krizin yaşanacağına ilişkin tartışmalar yürütülüyor.

“Kriz sonrası dünya” sorusu etrafında iyimserlik yayan önemli başka tartışma başlıkları da var. Kapitalizmin bu haliyle sürdürülemeyeceği, dolayısıyla kendini reforme edip “insancıllaşacağı”, “kamucu ve sosyal reformcu” bir döneme girileceği, öteden beri tartışılan “herkese koşulsuz evrense temel gelir” vb., söz konusu başlıkların öne çıkanlarıdır. Bunları, kapitalist devletlerin salgın sonrası sağlığa daha çok yatırım yapabilecekleri, herkese ücretsiz sağlık hizmeti ve sağlık sigortası sunabilecekleri varsayımları izlemektedir. Bu tartışmaların taraflarından biri olan ve günahları saymakla bitmeyen Kissinger bile, “Meşru devletin amacının insanların temel ihtiyaçlarını -yani güvenlik, düzen, iktisadi refah ve adaleti- sağlamak olduğu”nu savunarak “Dünya demokrasilerinin aydınlanma değerlerini savunması ve sürdürmesi gerekiyor” diyebiliyor.

“Hiçbir şey eskisi gibi olmayacak” iddiası yukarıda sözü edilen gerekçeler üzerinde ileri sürülüyor. Fakat yarının “yeni dünya”sında yaşanacağı ileri sürülenlerin önemli bir kısmı, zaten Koronavirüs öncesinde de tüm çıplaklığıyla karşımızda duran somut olgulardır. Salgının bunları hızlandıracağı ve yeni düzeyde ağırlaştıracağı gerçeği dışta tutulursa, tartışılan konularda herhangi bir yenilik söz konusu değil. Bugünün kapitalist dünyasında pek gerçekçi görünmeyen beklentilerin gerçekleşip gerçekleşmeyeceğini zamana bırakabiliriz. Salgın sonrasında karşımıza bir dizi yeni olgunun çıkması mümkündür. Fakat bunların neler olabileceği konusunda şimdiden öngörülerde bulunmak olanaklı değildir. Birçok şeyin belirsizliğini koruduğu koşullarda ancak temel eğilimler saptanabilir.

Küreselleşmenin sonu ve totaliter rejimlere geçiş sorunu

Koronavirüs salgınının yol açtığı sonuçlar üzerinden “Küreselleşmenin sonu mu” tartışması yeniden gündeme girdi. Hiç de yeni olmayan bu tartışmaya korona salgını yeni bir boyut kazandırdı. Nasıl ki 1989 çöküşünün ardından yeni bir dünya düzenini tanımlamak üzere popüler hale getirilen ve yeni bir durum olarak sunulan “küreselleşme” efsanesinde öze ilişkin bir yenilik yoktuysa, şimdilerde moda haline gelmiş olan “küreselleşmenin sonu” iddiasında da bir yenilik yoktur.

‘89 çöküşünden sonra kavramsallaştırılan “küreselleşme” ile, kapitalizmin barışçıl bir döneme girdiği, ulus devletlerin anlamsızlaştığı, dünya devletine doğru gidildiği, demokrasinin ve evrensel insan haklarının egemen olacağı, herkesin refaha kavuşacağı propaganda edildi. Üretimin daha da uluslararasılaşan karakteri, mali sermaye ve çok uluslu dev tekellerin sınır tanımaz etkinliği ve dünyanın en ücra köşesine hükmetmesi, liberal solda da etkili olan bu iddiayı ayrıca güçlendirdi.  

Oysa bu, emekçileri sersemletmeyi amaçlayan bir ideolojik saldırıydı ve özünde bir yenilik taşımıyordu. Zira kapitalizm en başından itibaren sınırları aşma, “küreselleşme” eğilimi göstermiştir. Onun tekelci aşaması ise kapitalizmin dünya üzerinde egemenliğini kurduğu bir evredir ve küreselleşmenin yepyeni boyutlar kazanmasıdır. 19. yüzyılın sonunda, kapitalizmin emperyalizm aşamasında kapitalist ekonomi ve sömürü ilişkileri dünya ölçüsünde daha da derinleşip yayıldı. Dolayısıyla küreselleşme, kapitalist ekonomik gelişmenin kaçınılmaz bir sonucu olarak yüzyıllar boyu sürdü ve emperyalizm evresinde en ileri noktasına ulaştı.

‘90’lı yılların “küreselleşme” efsanesi, çok geçmeden geniş kesimler nezdinde tartışmalı hale gelerek ağır bir darbe aldı. Zira barış, demokrasi ve refah getireceği iddia edilen küreselleşme, tersi gelişmelere yol açtı, böylece bu gerici propaganda da çöktü.

Dün küreselleşmeye güzellemeler yapılırken, bir dizi gelişmelerin ardından bu kez de, küreselleşmenin kötülükleri ve “son bulacağı”, milliyetçiliğin ve ulus devletlerin güçleneceği üzerine konuşuluyor. Çünkü; 

“1990’lı yılların başında emperyalist küreselleşme söylemi ve küresel bir emperyalist imparatorluk kurmak hesapları içinde, sermaye ve meta akışı önündeki her türden engelin kaldırılması gerektiğinin şampiyonluğunu yapan ABD emperyalizmi, şimdi bizzat kendisi ulusal gümrük duvarlarını gitgide yükselterek, dünya ölçüsünde sert bir ticaret savaşı başlatmış bulunmaktadır. 2008’deki ABD merkezli küresel ekonomik-mali kriz, batan banka ve şirketlerin zararlarının kamulaştırılması yoluyla, ‘özelleştirme’ ideolojisine ağır bir darbe olmuştu. Günümüzün yine ABD merkezli sert ticaret savaşları ise ‘serbest ticaret’ efsanesine aynı darbeyi indirmektedir.” (TKİP VI. Kongre Bildirgesi)

Bildirge’de belirtilen gelişmelerin ardında gelen Koronavirüs salgını ve şimdiden yansıyan sonuçları, “küreselleşme”nin son bulduğu görüş ve inancını güçlendirmiş bulunuyor. Fakat ilerici insanlık için tüm sonuçlarına varmasının önünde bizzat emperyalizmin kendisi bir engel olarak duruyor olsa da, kapitalizmin uluslararasılaşmasını, yani küreselleşmesini engellemek olanaklı değildir. Dolayısıyla “küreselleşmenin sonu” biçimindeki yeni görüş ve inançlar ‘90’lı yıllardakinden daha dayanaksızdır.

Baskıcı ve totaliter rejimlere geçiş…

İleri sürülen bir başka görüş ise, salgın sonrası totaliter-faşist rejimlere geçileceği ve herkesin gözetleneceğine ilişkindir. Oysa, Avrupa başta olmak üzere kapitalist dünyanın birçok ülkesinde faşist akımların güç kazanması ve kimilerinde faşizan başkanların koltuklara oturması, en önemli siyasal gelişmelerden biri olarak zaten karşımızdadır. Dolayısıyla baskıcı ve faşizan uygulamalar pek çok ülkede bugünden yaşanmakta, diğer ülkelere doğru hızla yayılmakta, dolayısıyla geleceğin potansiyel tehlikeleri olarak sunulanlar karşımızda durmaktadır. 

Kuşkusuz Koronavirüs salgını kapitalist dünyanın karşı karşıya olduğu ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel sorunları ağırlaştırıp bunlara yenilerini eklediğine göre, bunun sonuçları da olacaktır. Hoşnutsuzluğu, gelecek güvensizliği ve öfkesi artan emekçi kitleler, devrimci çıkış alternatifi bulamadığı koşullarda faşist akımların ve totaliter rejimlerin kitle desteğine dönüşebilecektir. Korona salgını öncesine ait olan bu gelişmelerin, salgının yıkıcı etki ve sonuçlarıyla birlikte ve sermaye iktidarının ihtiyaçları da gerektirdiğinde, faşist rejimlere evrilmesi muhtemeldir.    

Öte yandan “gözetim kapitalizmi çağı” da çoktan başlamış bulunuyor. Yapay zeka desteği ile sokakları izleyen yüz milyonlarca kamera, kişisel veri denetimleri, vücuda takılan çiplerle bireylerin takip edilmesi, sokağa çıkanların yüz tanıma teknolojisi ile tespit edilmesi, insanların davranışlarına göre puanlanması vb. artık günümüzün gerçekleridir. Salgının bu alandaki gelişmelere ölçü ve kural tanımaz boyutlar kazandıracağı ise açıktır.

Hegemonya bunalımı ağırlaşacak, kapitalist kurumlara güven azalacak iddiasında da bir yenilik yoktur. Zira emperyalist hegemonya bunalımı zaten on yıllardan beridir yaşanmaktadır. Kızışan rekabet, sertleşen nüfuz mücadeleleri, artan silahlanma yarışı ve bunları tamamlayan saldırganlık ve savaşlar, günümüz dünyasının en yalın gerçekleridir. Şu sıralarda ABD ve Çin üzerinde somut olarak izlenen gelişmeler ise bunun derinleşerek süreceğini göstermektedir.  

Kapitalizmin çok yönlü krizi emperyalist kurumlara da yansımış durumdadır. Büyük umutlar bağlanan Avrupa Birliği bir bunalım içindedir ve çözülme işaretleri artmaktadır. Yükselen ırkçılık ve faşist hareket gerçeği, AB’de var olduğu iddia edilen “’demokratik değerleri” çoktan yıkmıştır.

Benzer bir durum kendi bünyesindeki sorunlardan hareketle NATO için de geçerlidir. Avrupa Ordusu çabaları ise bunu ağırlaştırmaktadır. Meşruiyeti ve güvenilirliği tartışma haline gelen BM, Dünya Ticaret Örgütü, İMF, DB gibi emperyalist kurumlar da pandemi sürecinde yeni darbeler aldılar.  

Ekonomik kriz ve sonuçları

Kapitalist-emperyalist dünya düzeni salgın öncesinde derinleşen bir kriz içinde bulunuyordu ve bu kendini ekonomide durgunluk, büyümede düşüş biçiminde gösteriyordu. Salgın durgunluk ve daralma eğilimine yeni bir ivme kazandırdı. Yıkıcı etkilerinin ağırlaşacağını, büyük bir ekonomik krizin kaçınılmazlığını ileri sürenlerin yanı sıra, hızlı bir düşüşün ardından ekonominin yeniden yükselişe geçeceğini iddia eden iktisatçılar da var. Salgının çöküşe sürüklediği kimi sektörleri ve üretimin durduğu ya da düşüşe geçtiği kimi tekelleri kurtarmak için açılan trilyonlarca dolarlık kurtarma paketlerinin de sorunu çözmeye yetmeyeceğini ise IMF başkanının açıklamalarından öğreniyoruz. Özetle kriz somut bir olgudur ve sistemin sözcüleri onu 1929 büyük buhranıyla kıyaslayabilmektedir.

Bugünkü durum kendisini genel bir durgunluk ve daralma biçiminde gösterse de, korkulan şey, salgın nedeniyle bunun bir çöküşe varacağıdır. Çöküşün yaşanması durumunda ise:

 “... Burjuva dünyasının önünde iki yol durmaktır. Bunlardan ilki, krizi işçi sınıfına ve emekçilere fatura etmektir. Bu, son 30 yıldır yapılmakta olanı yeni bir düzeyde şiddetlendirmek anlamına gelmektedir. İkincisi, sermaye birikimindeki aşırılığı ve aşırı üretim fazlasını geniş çaplı bir ‘değersizleşme’ süreci içinde ortadan kaldırmaktır. Bu ise geniş çaplı iflaslar zincirinden ekonominin yeni bir düzeyde askerileştirilmesine ve büyük çaplı yıkıcı savaşlara kadar, sosyal-siyasal ve kültürel faturası olağanüstü ağır bir dizi yol ve yönteme kapıyı ardına kadar açmak anlamına gelir. Zira kapitalizm, genel bir ekonomik çöküşe evrilme potansiyeli taşıyan geniş çaplı bir krizden, her zaman üretici güçlerin ve birikmiş zenginlerin geniş çaplı bir tahribi olmaksızın, kendini kurtaramaz.” (Bütünlüğü içinde kapitalizmin krizi, www.tkip.org)

Kapitalizm sosyal reformcu bir döneme mi girecek?

Salgının ortaya çıkardığı gerçeklerden hareketle kapitalizmin kendini reforme ederek “insancıllaşacağı”, sağlık başta olmak üzere sosyal reformcu bir döneme girileceği, adaletin egemen olacağı, özetle İkinci Dünya Savaşı sonrası sürece geri dönüleceği ileri sürülüyor. Ancak her şeyden önce günümüzün tarihsel koşulları, sözü edilen koşullardan tümüyle farklıdır. ‘80’lerden itibaren uygulanan neoliberal politikalarla kazanılan mevzilerin burjuva devletlerce gönüllü olarak terk edileceği inancı fazlasıyla sorunludur.

Savaş sonrası dönem kapitalizmin “altın çağı” olarak tanımlanan bir dönemdir ve karşısında sosyalizminin dizginleyici baskısı bulunmaktadır. Sosyalizmin uluslararası düzeyde güçlü bir alternatif oluşturduğu, güçlü işçi sınıfı partilerinin ve sınıf mücadelelerinin olduğu tarihsel koşullarda, kapitalist devletler kendi emekçilerine tavizler verebilmiştir. Bir dizi sosyal, iktisadi ve siyasi tavizlerle onları denetim altına alma ve devrimlerin önünü kesme ihtiyacının bir ürünü olarak “sosyal ve hukuk devleti” politikaları uygulanabilmiştir. Salgın sonrası dönemde de sağlık alanı başta olmak üzere kısmi sosyal iyileştirmeleri içeren “sosyal reformcu” kimi sınırlı adımlar atılabilir, ki bu da sınıf ve kitle hareketlerini dizginlemek için gündeme getirilecektir.

Fakat kapitalizm hangi iyileştirici adımları atarsa atsın, işçi sınıfı ve emekçi kitleler açısından her geçen gün daha da ağırlaşacak bir döneme girilmektedir. Toplumsal bir devrimle aşılmadığı sürece, salgının ardında geleceği iddia edilen “yeni dünya” sonu gelmez krizlerle boğuşan kapitalist dünyadır. Bu dünyanın insanlığa koyu bir karanlık sunma dışında bir alternatifi yoktur. Dolayısıyla korona sonrasının yeni dünyası ancak sosyalist bir dünya olabilir. Böyle bir değişimin ise kendiliğinde olamayacağı yeterince açıktır. Dolayısıyla sorun, reformist beklenti ve hayallerin ürünü olarak yayınlanan “manifesto”larla, kurulan “ilerici enternasyonal”lerle kapitalizmde reformlar talep ederek çözülemez. Yapılması gereken, toplumsal devrim perspektifiyle yeni bir devrimci sınıf mücadeleleri dönemine her alanda ve her açıdan hazırlanmaktır. Zira korona sonrası dünya üzerine her olasılığı tartışan, türlü görüş ve varsayımlar ileri sürenlerin unutmuş bulunduğu devrimci kriz dönemleri kapıdadır.