Büyük madenci yürüyüşünün 30. yılında...
“Ölüm de olsa sonumuz, Ankara’dır yolumuz!”
Tıkanan toplu sözleşme görüşmeleri üzerine başlayan madenci grevinin 35. gününde, Türk-İş’in 3 Ocak’ta genel iş bırakmasının ertesi sabahı başlayan büyük madenci yürüyüşü, sınıf hareketi tarihimizin en benzersiz eylemlerinden biridir.
4 Ocak sabahı Ankara’ya hareket etmek isteyen işçilerin araçlarına el konulmasıyla (1) başlayan bu büyük direniş, hiç şüphe yok ki 35 gündür devam eden grevin ve onu önceleyen mücadelelerin birikimine dayanıyordu. Ancak heybelerinde tek günlük azıkları, dillerinde “Ölmek var dönmek yok!” sloganları ile yola çıkan işçiler, böyle bir mücadeleyi sürdürme kapasitesi gösterecek bir önderlikten yoksun olarak Ankara yollarına düştüler.
Bugün bile hala yürüyüş kararının nasıl alındığı, bunun hangi organlarda tartışılıp karara bağlandığı, o dönem Türk-İş içindeki muhalefetin yükselen yıldızı olarak öne çıkan Şemsi Denizer’in, “arabalar yoksa yürüyerek gideriz” dediği o ünlü cam konuşmasını hangi niyetle yaptığı hala tartışılıyor. (2)
Ciddi bir politik hazırlıktan ve teknik organizasyondan mahrum olarak başlayan “yürüyüş eylemi”, tüm olumsuz koşullara, ağır hava şartlarına, sermaye devletinin engelleme ve sendikal bürokrasinin oyalama çabalarına rağmen dört gün sürdü. O ana kadar iki barikatı da aşan işçileri Mengen barikatları önünde durdurmak ancak devlet şiddeti ve sendika bürokratlarının ihaneti ile mümkün oldu.
Mengen barikatı önündeki bekleyiş işçilerin moralinden bir şey kaybettirmese de, öncü işçilerin E-5 karayolunu kesme girişimi sendika yönetimi tarafından boşa düşürülmüştü. İşçilerden hatta bizzat yönetimin kendisinden habersiz olarak genel başkan ile başbakan arasında yapılan gizli görüşmelerin ardından Genel Maden İşçileri Sendikası (GMİS) yönetim kurulu geri dönme kararı almıştı. 8 Ocak sabahı gene büyük bir kararlılıkla Ankara’ya hareket etmek için Devrek belediyesi önünde toplanan işçilere son derece demagojik bir konuşma ile seslenen Şemsi Denizer, “bana güveniyorsanız geri dönün” çağrısı yapacaktı. 4 Ocak günü sendikanın önünden “başkan seninle ölüme de gideriz” sloganları ile ayrılan işçilerin çoğu bu yeni çağrıya da uyacaktı. O ana kadarki mücadelenin yükünü çeken, çoğu grev komitesi ve taban hareketi üyesi öncü işçilerin gösterdikleri tepkiler ise, Denizer’in “aranızda ANAP’ın ajanları var, provokatörler var” ithamı ve muhtemelen durumu tam anlamayan, bir anlaşma sağlandığını düşünen işçilerin nidaları arasında kaybolacaktı.
Tüm anlatımların altını çizdiği gibi, işçilerin çoğu gözyaşları ve büyük bir burukluk içinde geri dönerken, Ankara’ya giden sendika yönetimi davet edildiği bu şehirde adeta süründürülecek, aşağılayıcı bir muameleye tabi tutulacaktı.
Uzayan görüşmeler, 16 Ocak’ta ABD’nin Irak müdahalesinin başlamasını fırsat bilen hükümetin 25 Ocak’ta bütün grevleri “milli güvenlik” bahanesiyle yasaklaması sonrasında, 6 Şubat’ta sonuçlandı. Sözleşme koşulları grev esnasındaki ara görüşmelerde işçilere teklif edilenlerin çok daha gerisinde kaldı.
Ama bundan daha önemlisi, bu yasalarla grev yapılamaz denilen koşullarda Netaş grevinin tutuşturduğu işaret fişeği ile başlayan, 1987 yılında genişlik kazanan, 1989 yılında Cumhuriyet tarihinin en yaygın grev ve fiili eylemlilik tablosu ile genel bir karakter kazanan sınıf hareketinin, bu geri dönüş sonrasında içine gireceği gerileme dönemi idi. Madenci yürüyüşünü izleyen süreçte bütün temel sektörlerde yoğun bir tensikat saldırısı yaşandı. Hareketin sürükleyici gücü olan binlerce öncü işçi işten atıldı. Buna rağmen işçi hareketimiz 5 Nisan krizinin ardından yeniden toparlanmaya çalışacak, tabanın basıncı ile karar altına alınmak zorunda kalınan 20 Temmuz genel grev denemesinin başarısız olmasıyla yeniden gerileme seyri güçlenecekti. (3) Bu tarihten itibaren inişli çıkışlı bir seyir izleyen eylemlilik dalgası, 1999 yılında yüzbinlerce işçinin katıldığı tahkim-mezarda emeklilik eylemlerinin ardından “genel bir hareket” karakterini kaybedecekti.
30. yıldönümünü geride bıraktığımız büyük madenci yürüyüşü, 12 Eylül darbesi ve onun ardından uygulamaya konulan sosyo-ekonomik saldırı politikalarına karşı işçi sınıfının geç gelmiş tepkisinin ürünü olan ve Bahar eylemleri (‘87-91) ismi verilen yeni bir yükseliş döneminin tepe noktasıydı. Kendinden önceki yükseliş dönemlerinden farklı olarak sol siyasal düşüncenin güç kazandığı değil, birçok açıdan gerilediği bir süreçte yaşandı. (4) 12 Eylül faşist darbesinin başta örgütlenme hakkı olmak üzere demokratik hak ve özgürlükleri gasp ederek, toplumu sosyal bir çürümeye doğru sürüklemeye çalıştığı, ‘89 yıkılışının kendini yeniden var etmeye çalışan sosyalist harekette büyük bir karmaşaya ve yeni bir tasfiyeci rüzgara yol açtığı, uluslararası kapitalizmin neoliberal iktisadi-sosyal saldırı politikalarının Türkiye toplumuna da dayatılmaya başlandığı bir dönemde gerçekleşen bu eylem, sınıf hareketimizin çok önemli dönüm noktalarından biri oldu. Zonguldak maden işçilerinin tüm kararlılıklarına, fedakarlıklarına ve mücadele azimlerine rağmen kendi önderlikleri eliyle yenilgiye mahkum edilmesiyle, Türkiye sınıf hareketinin yeni bir evreye geçişinin de önü alındı.
Tüm bu açılardan bakıldığında, büyük madenci yürüyüşü kendi içindeki sonuçlarının ötesinde sınıf hareketinin son 30 yılına doğrudan etkide bulunan dersler ve sonuçlar çıkarılması gereken önemli bir toplumsal olaydır. Bu aynı zamanda, bugün en geri noktada bulunan sınıf hareketimizin yakın tarihine eğilmek, onun 30 yıllık gelişim sürecini, bu sürecin içerdiği sorun alanlarını, bunların hareketin bugün içinde bulunduğu tablo ile ilişkisini bir kez daha ortaya koyabilmek için anlamlı bir vesiledir.
Birkaç bölümden oluşacak bu yazı dizisiyle bu yapılmaya çalışılacak, özellikle sınıf hareketimizin bugün içinde bulunduğu sorun alanları ile söz konusu 30 yıllık dönemin ilişkisi, yer yer işçi hareketimizin toplam gelişim sürecine atıflarda da bulunularak ele alınmaya çalışılacaktır. Ama bunu gereğince yapabilmek için önce madenci yürüyüşüne, onu doğuran koşullara, dayandığı birikime, zaaf ve yetersizliklerine daha yakından bakmak gereklidir.
Zonguldak işçi sınıfının mücadele birikimi
Zonguldak, işçi hareketi açısından 200 yılı aşkın bir tarihi bulunan önemli bir şehirdir. Bölgenin madencilik üzerine kurulu olması ve bunun stratejik önemi, hem Osmanlı döneminde hem de Cumhuriyet döneminde siyasal iktidarların bu şehirdeki sınıf mücadelesine özel bir dikkat göstermeleri sonucunu da doğurmuştur.
Osmanlı döneminden başlayarak madenlerde işgücü ihtiyacını karşılamak için uygulanan değişik istidam türleri (5) bölge işçi sınıfının oluşum ve gelişim seyrini doğrudan etkilemiştir. Bölge işçilerinin toprak ile olan bağının güçlü olması uzun yıllar sınıf bilicinin gelişmesinde zayıflatıcı bir faktör olmuştur. Bunlara rağmen düşük ücretler ve insanlık dışı çalışma koşullarına dayalı sömürü rejimi sert tepki ve mücadelelere konu olmuştur. Arada uzun sessizlik dönemleri yaşansa da gerçekleşen eylem ve direnişler oldukça militandır. Sık sık kolluk güçleriyle karşı karşıya gelişler yaşanmıştır. Madene inmemek, madenlerden çıkarak şehir merkezlerine yürümek öne çıkan eylem biçimdir.
Bölgedeki ilk grev ve fiili direnişler Osmanlı dönemine kadar uzanır. 1908’de meşrutiyetin ilanından sonra grev ve direnişler yaygınlık kazanır. Cumhuriyetin ilk döneminde ise, 1923’de kazanımla sonuçlanan kitlesel grev sayılmazsa sınırlı sayıda mücadele kayıtlarda yer almıştır. Yabancı sermayenin kontrolünde olan madenlerin devletleştirilmesine 1923 yılında başlanmış, ancak süreç 1940’lı yıllarda tamamlanabilmiştir. Aynı yıllar “ikinci mükellefiyet” çalışma dönemine denk gelir. Bireysel firar ve tepkileri aşan kollektif mücadele örnekleri azdır.
Bölgede 1965 yılında gerçekleşen ve tarihe Kozlu Direnişi olarak geçen büyük eylem, yalnız maden işçisi için değil Türkiye işçi sınıfı için de önemli dönüm noktalarından biridir. Görünürde ücret adaletsizliğine karşı başlayan eylemler, esas olarak yılların tepki birikiminin ürünüdür. Bu militan eylemi bastırmak için ordu devreye girmiş, binlerce asker bölgeye sevk edilmiş, Zonguldak üzerinden savaş uçakları uçurulmuş, çıkan çatışmalarda iki işçi hayatını kaybetmiştir. Devlet erkanının Zonguldak’a gelerek işçilerin taleplerinin karşılanacağı ve kimsenin işten atılmayacağına dair söz vermesiyle ancak dizginlenebilmiş olan bu direniş, sınıf hareketinin sonraki seyrine de önemli etkilerde bulunmuştur.
‘60’lı yılların başından itibaren gelişen işçi hareketinin basıncı ve ülkenin içine girdiği siyasal süreçlerin etkisiyle Türk-İş içinde yaşanmaya başlayan ayrışma, bu direnişten sonra açık bir biçim kazanmıştır. Büyük ölçüde kendiliğinden gerçekleşen bu eylemden hem devlet hem de Türk-İş yönetimi tasfiye etmeyi hedefledikleri TİP’li sendikacıları sorumlu tutmuş, Türk-İş içindeki mücadele anlayışına ve ideolojik ayrımlara dayalı farklılıklar derinleşmiştir. Çalışma ve yaşam koşullarının yol açtığı bu patlama, gelişen militan işçi hareketinin ilk öncü çıkışlarından biridir. Ve hem ZMİS içerisinden Türkiye Maden-İş’in doğmasında hem de DİSK’e giden yolda önemli bir faktör olmuştur.
Bu direnişi izleyen ‘60’lı yılların ikinci yarısında maden işçisi irili ufaklı değişik mücadelelere imza atmıştır. Bunlar arasında 1968 yılında toplu sözleşme sürecinin uzamasına tepki olarak başlayan eylemler önemlidir. Binlerce işçi gene barikatları aşarak şehir merkezine girmiş, sendika da işçilerin tepkisinden payına düşeni almıştır. 1965’teki direnişin dersleri ile davranan siyasal iktidar hemen bakanları ve milletvekillerini bölgeye göndermiş, işçiler vaatlerle yatıştırılmaya çalışılmıştır.
‘60’lı yılların ikinci yarısında gerçekleşen “ücretlerin yükseltilmesi”, “dinlenme sürelerinin artırılması”, “ustabaşıları ve mühendislerin davranışlarının değişmesi”, “çalışma koşullarının düzeltilmesi” gibi taleplerin öne çıktığı eylemlerin sendikal bürokrasiye de yönelmiş olması dikkat çekicidir. 1968 yılının ardından 1970 yılında da sendika yönetimini protesto etmek için işçiler bir kez daha madenlerden çıkarak eyleme geçmişler, kurulan barikatı aşarak şehir merkezine girmişlerdir.
12 Mart darbesinin yol açtığı kesintinin ardından işçi hareketimiz yeniden toparlanıp daha siyasal bir hatta doğru yönelirken, maden işçilerinin bu dönemi nispi bir durgunluk içinde geçirdiği söylenebilinir. Devletin ‘60’lı yılların ardından bölge için aldığı özel tedbirler, söz konusu mücadelelerin etkisiyle hak ve kazanımlardaki nispi artış bu durgunlukta belli bir rol oynamıştır. Özellikle ‘78 sonrasında işçi hareketimiz daha militan ve siyasal bir hatta doğru yönelirken, muhafazakâr yapısına vurgu yapılan Zonguldak işçi sınıfında da belli bir siyasal değişimin yaşandığı gözlemlenmiştir. ‘80 darbesinin ardından ise yılları bulan suskunluk 1988 yılında gerçekleşen 13. toplu sözleşme sürecinde bozulur gibi olmuş, grevin eşiğinden dönülmüştür.
Ancak özellikle özelleştirme ve kapatma söylentilerinin etkisiyle mücadele tekrar alevlenecek, ortaya çıkan iç mücadelede, sendika içi dinamiklerde yaşanan değişimler ve bahar eylemlerinin yarattığı atmosfer içinde büyük madenci yürüyüşüne yol açan yapı taşları adım adım döşenecektir.
(Devam edecek...)
(1) Birçok tanık, aslında otobüslerin tutulmadığını, hangi otobüsün nereye geleceği konusunda bir planlama yapılmadığını, Ankara yürüyüşü söyleminin sendika tarafından planlanan bir güç gösterisi olduğunu söylemektedir.
(2) Sonrasında daha net anlaşılmıştır ki, sendika yönetimi tarafından bir güç ve irade gösterisi olarak planlanan ve engelleneceği baştan belli olan otobüslerle Ankara’ya hareket etme senaryosu, Zonguldak’ın dört bir yanından sendika merkezinin önüne doluşan onbinlerce işçi tarafından yeniden yazılmıştır. “Siz evde kalın” çağrılarına uymayan kadın emekçilerin ve işçi eşlerinin başını çektiği büyük bir yürüyüş kolu, sınıf hareketi tarihimizin en benzersiz eylemlerinden birinin önünü açmıştır.
(3) 5 Nisan 1994 krizinin ardından yaşanan eylemlilik tablosunun yavaşladığı atmosferde, tabandan gelen basınçla 20 Temmuz’da bir uyarı eylemi karar altına alınmıştır. Ama ne yazık ki “20 Temmuz başlangıç” şiarı ile gerçekleşen eylem yeterince güçlü geçmediği gibi, sonrasında ortaya koyduğu ders ve sonuçları gereğince değerlendirilmemiştir. Sınıf hareketinin son 30 yılının önemli dönemeçlerinden biri olan 20 Temmuz süreci için bkz. 20 Temmuz Dersleri, Eksen Yayıncılık.
(4) Türkiye işçi hareketindeki yükseliş dönemlerinin belli bir siyasal ve sosyal uyanışa paralel yaşandığı ya da onu takip ettiği söylenebilir. Meşrutiyetin ilanını izleyen grev dalgası (1908-1909), ‘60’larda sosyal uyanışa ve sosyalist düşüncenin güç kazanmasına paralel olarak gelişen militan sınıf hareketi, devrimci hareketin kitleselleşmeye başladığı ‘75 sonrası dönemin işçi hareketleri bu süreçlere örnektir. Bahar eylemleri ve onun tepe noktası olan madenci yürüyüşü ise bu açıdan belli özgünlükler gösterir. Bu özgünlüğü ve sonuçlarını yazının ilerleyen bölümlerinde ayrıntılı olarak ele alacağız.
(5) Başta mükellefiyet uygulaması olmak üzere köylülerin ocaklarda çalıştırılması, Kürdistan’dan ve Balkanlar’dan göçmen işçiler üzerinden istihdam ihtiyacının karşılanmaya çalışılması, hatta ilk dönemlerde askerlerin işçi olarak madenlerde istihdam edilmesi... Tüm bunların bölge işçi sınıfının oluşum sürecine kendine özgü etkileri olmuştur.