Dünya Sağlık Örgütü’nün, koronavirüsü pandemi ilan etmesinin üzerinden tam iki yıl geçti. İnsan hareketlerinin had safhada olduğu günümüz dünyasında, pandemi ile baş edebilmek, hızlı, dayanışmacı, eş zamanlı ve ciddi tedbirler almayı gerektiriyordu.
Ancak aradan geçen iki yılda tüm insanlık, azami kâr ve rekabet üzerine kurulu kapitalist sistemin insan yaşamını ve toplum sağlığını nasıl hiçe saydığına canlı tanıklık etti. Bundan dolayı milyonlarca insan yaşamından olurken, eşiğinde bulunduğumuz 4. dalga ise tüm insanlığı tehdit etmeye devam ediyor. Virüsün mutasyona uğramış en son versiyonu olan ve öncekilerden çok daha agresif bir tür “Delta” versiyonu Avrupa’yı yeniden pençesine alıyor.
Gerici “patent hakkı” aşıya ulaşımı engelliyor
Bilim ve teknolojinin sunduğu olanaklarla daha bir yıl bile geçmeden aşının bulunmuş olması pandemiyle mücadelede önemli bir dönüm noktası oldu. Aşının tüm dünyada hızla yaygınlaştırılması pandeminin kısa sürüde kontrol altına alınmasını sağlayabilirdi. Ne var ki, kapitalizm kısa sürede bu hevesi de insanlığın kursağında bırakmakta gecikmedi. “Patent hakkı” gibi gerici bir uygulamayla aşının tüm dünyaya hızla yayılmasına engel oldu. Bu aynı zamanda pandeminin önüne geçmeye de engel olmak anlamına geliyordu. Bunun yerine, üretilen aşılar fahiş fiyata pazarlanarak, devasa kârlar elde edildi. İnsan sağlığı bir kez daha paraya tercih edildi.
Eşitsizlikler ve çifte standart üzerine kurulu olan kapitalist sistemde, zengin ülkeler ihtiyaçlarının birkaç katı aşı alırken, aradan geçen zamana rağmen dünyanın birçok yoksul ülkesi halen aşıdan mahrum durumdadır. Almanya Sağlık Bakanı geçenlerde bir açıklama yaparak, aşılamada Biontech yerine Moderna aşısına öncelik verilmesi gerektiğini açıkladı. Sebep olarak da stoklanan Moderna aşılarının son kullanma tarihlerinin geçmek üzere olduğuna işaret etti. Sonra da özrü kabahatinden büyük, “Biontech Mercedes ise Moderna Rolls Royce’tur” diyerek samimiyetsizliğini ve gafını gizlemeye çalıştı. Yani kapitalistler, son kullanma tarihlerini geçirme pahasına da olsa milyonlarca aşıyı stoklarında tutmaya devam ediyorlar. Daha nerelerde ne kadar aşı depolarda bekletiliyor veya çöpe atıldı belli değil. Aç gözlü kapitalistler, aşının adaletli dağıtımı için kurulan COVAX gibi oluşumlar ile DSÖ ve BM gibi örgütlerin tüm çağrılarına kulaklarını tıkadılar. Ulaşılması durumunda yaşam kurtaran aşıya rağmen, halen dünyanın dört bir yanında her gün binlerce insan yaşamını yitiriyorsa bunun tek sorumlusu insanlık dışı kapitalist sistemdir. Bir kez daha pandeminin değil, kapitalizmin öldürdüğü kanıtlanıyor.
Aşılamayan “aşı karşıtlığı”
Herkese yetecek derecede aşı üretebilen veya yeterli aşı stokuna sahip Avrupa ülkelerinde vaka sayıları yeniden hızla tırmanışa geçti. Yoğun bakım üniteleri dolmak üzere. Ölümlerin çoğu Covid-19’dan olmaktadır. Tüm çabalara rağmen Almanya, Avusturya ve İsviçre gibi ülkelerde iki doz aşılananların oranı %70’i bile bulmuyor. Pandemiyle mücadelede aşı adaletsizliğinden öte, Avrupa’nın bir de “aşı karşıtlığı” gibi bir sorunu var. Avrupa’nın hemen her ülkesinde azımsanmayacak sayıda “aşı karşıtı” bir kitle var. O yüzden de yeniden yükselen 4. dalga “aşısızların pandemisi” olarak alınıyor. Kapasiteleri dolmak üzere olan yoğun bakım ünitelerinde yatan Covid-19 hastalarının üçte ikisinden fazlası aşısızlardan oluşuyor. Aşılı olduğu halde ağır şekilde hastalananların ise, çoğunlukla başka kronik hastalıklardan muzdarip kişiler olduğu belirtiliyor. Tartışmaya yer bırakmayacak düzeyde açık istatistiklere ve tüm çağrılara rağmen önemli bir insan kitlesi aşı olmaktan imtina etmeye devam ediyor.
Düzen bu kesimi normal yollardan ikna edemeyince, çözümü bir kez daha önlemleri sıkılaştırmakta ve aşıyı doğrudan veya dolaylı yollardan zorunlu hale getirmekte buluyor. Hemen tüm Avrupa ülkelerinde yeni uygulamalara göre, başta işyerleri olmak üzere, toplu taşımada, uçaklarda, restoranlarda, kapalı alan etkinliklerinde vs., “2G veya 3G” (aşılı, iyileşmiş veya test) şartı aranıyor. Hatta geçen günlerde Avusturya hükümeti sokağa çıkmayı önemli oranda sınırlayan ve Şubat 2022’den itibaren aşının zorunlu hale getirileceğini ilan eden ilk ülke oldu. Gelecekte benzer uygulamaların başka ülkelerde de hayata geçirilmesi bekleniyor.
Aradan geçen iki yıla rağmen korona önlemlerinde adeta başa dönülmesi ve yeniden önlemlerin sıkılaştırılması, başta “aşı karşıtları” olmak üzere, binlerce insanın sert tepkilerine sebep oldu. Geçtiğimiz günlerde Avusturya, Hollanda, Belçika, İsviçre, Almanya, Hırvatistan gibi ülkelerde sokağa çıkan on binlerce insan yeni korona önlemlerini ve zorunlu aşıyı protesto etti. Zaman zaman şiddet boyutuna varan gösteriler polisin sert müdahalesiyle karşılaştı. Polis yer yer silah kullanırken, onlarca kişi yaralandı veya gözaltına alındı.
“Aşı karşıtı” gösterilere baştan beri ırkçı-faşist kesimler önayak olsalar bile, gelinen yerde ortaya çıkan tepki, bu marjinal kesimlerin sınırlarını aşarak, düzene karşı duyulan toplumsal bir tepki boyutuna yükselmiştir. Heterojen bir kitleden oluşan gösterilerde, örneğin Avusturya’da, “Halkı değil, sınırlarınızı kontrol edin!” türünden göçmen düşmanlığını çağrıştıran türden pankartlar taşınsa bile, bu böylesi sloganların katılan tüm kitle tarafından benimsendiği anlamına gelmiyor yine de. Zira Belçika’daki bir başka gösteride, “Çav Bella” marşı okunabiliyor. O yüzden de yapılan gösterileri basitçe ırkçıların kışkırttığı dar grup eylemleri olarak niteleyip geçmek, bu gösterilerin arkasında birikmiş olan sosyal tepkiyi tam olarak okuyamamak anlamına gelir. Aşı karşıtlığı üzerinden kendisini ifade eden ve gittikçe büyüyen bu hareketlerin gerisinde geniş emekçi kitlelerin kapitalist düzene duydukları tepki ve güvensizlik var. Bu güvensizliği ve tepkiyi ortaya çıkaran ise kapitalist iktidarların emekçilere yönelik çok yönlü ve ağır sosyal saldırılarından başkası değildir.
Kapitalist devletlerin pandemi ile mücadelesi baştan beri tutarsız, ciddiyetsiz ve ikiyüzlüce oldu. Pandeminin başında önlemleri neredeyse maske ve mesafeden ibaret gören kapitalistler, gelinen yerde aynı misyonu aşıya yüklemiş görünüyorlar. Aşı olmayı her şeyin başı ve sonu olarak sunan burjuva politikacılar, kendi esas sorumluluklarını bir tarafa bırakarak, bütün suçu aşı olmayanlara atarak, aradan sıyrılmak istiyorlar. Aşı olmak kuşkusuz gerekli, bunda bir tartışma yok. Zira halihazırda bilimin ve tıbbın pandemiye karşı aşıdan öte bulabildiği bir çözüm yoktur. Aşı, insanları taşıyıcı olmaktan çıkarmasa bile, hastalığı ağır geçirmeyi ve ölümleri önemli oranda engelleyen bir faktördür kuşkusuz. Fakat pandemiye karşı alınması gereken önlemleri aşıdan ibaret saymak, ilelebet aşılarla yaşamaya mahkum olmak anlamına da gelmektedir. Biontech’in kurucularından Uğur Şahin’in, korona aşısını tıpkı grip aşısı gibi yılda bir kez yapmanın yeterli olacağını söylemesi, bundan böyle bu türden aşıların hayatımızın vazgeçilmez bir parçasına dönüşeceğine dair kaygıları arttırıyor.
Pandemilerle mücadelede uzun vadede yapılması gereken, aşıdan da önemlisi koruyucu sağlık hizmetlerini arttırmak olmalıdır. Bunun bir yanı, herkes için parasız, ulaşılabilir ve kaliteli sağlık hizmetidir. Bir yanı, iş koşulları, beslenme, spor, tatil olanakları, sosyal faaliyetler, temiz hava ve su vb. gibi yaşam kalitesini arttırmaya dönük imkanları arttırmaktır. Fakat kapitalistler bırakalım insanların yaşam kalitesini yükseltmeyi, bilakis var olan standartları düşürmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Sağlık hizmetleri gittikçe özelleştirilerek paralı hale getiriliyor. Emekçilerin tedavi olanakları gittikçe kısıtlanıyor. Pandemi zamanında ikiyüzlüce alkışlanan sağlık çalışanlarının cüzi zam talepleri bile karşılanmıyor. Almanya gibi bir ülkede sağlık çalışanlarının toplu sözleşmelerde %5’lik zam talebi hükümet tarafından ikinci tur görüşmelerde de reddedildi. Bunun üzerine Ver.di sendikası uyarı grevlerine gidiyor. Yine Almanya’da toplamında 150 bin sağlık personeli açığı var ve bunun giderilmesine yönelik ciddi bir çaba yok vs.
Kapitalist düzen, pandemiyi vesile ederek koruyucu sağlık hizmetlerini ve yaşam kalitesini yükseltmek bir tarafa, aksine pandemiyi, emekçilerin kalan sosyal haklarını da gasp etmenin fırsatına dönüştürdü. İşten atmalar kitlesel bir boyut kazandı. İş ve yaşam koşulları gittikçe ağırlaştırılarak sömürü yoğunlaştırıldı. Toplu sözleşmeler sıfır zamla sonuçlandırıldı. Kapitalistlere peşkeş çekilerek boşaltılan sosyal kasalar, üst üste yapılan zamlar, dolaylı ve dolaysız vergiler ve arttırılan cezalarla emekçiler soyularak dolduruluyor. Almanya’da son 28 yılın en yüksek enflasyonu (%5) yaşanıyor. Milyonlarca emekçi işsizlik ve yoksulluğun derin girdabına itiliyor. Sosyal yaşamları gittikçe kısıtlanan emekçiler türlü psikolojik bunalımlara itiliyorlar.
Öte yandan, pandemiye rağmen savaşa, silahlanmaya, militarizme ve hegemonya yarışına devasa bütçeler ayrılmaya devam ediliyor. Almanya bu yıl ilk defa Pasifik’e savaş gemisi gönderdi. Her şeye para var ama emekçilere yok. Kısacası özellikle pandemiden bu yana tüm olup bitenler bir kez daha gösteriyor ki, kapitalistlerin “çözüm” adına gündeme getirdikleri her uygulama, doğal yaşamın ve emekçilerin yaşam kalitesinin daha da düşürülmesinden başka bir sonuç üretmiyor. Bu durum yeni virüslere davetiye çıkardığı gibi, emekçileri her türden hastalığa karşı daha da savunmasız bırakıyor.
İki yüz yıl önce İngiltere’de, sanayi devrimi ile birlikte artan makineleşme hızlı bir işsizlik ve yoksulluk üretiyordu. Dönemin bilinciyle işçiler başlarına gelenlerden makineleri sorumlu tutuyorlardı. Yoksulluklarının ve işsizliğin sorumlusu olarak makineleri görüyorlardı. Bunun üzerine makineleri kırmaya başladılar (Ludizm). Kitlesel bir boyut kazanan “makine kırıcılar” hareketi o dönem üretimi ciddi oranda aksatsa bile, sömürünün önüne geçemedi.
Aralarındaki ciddi farklara rağmen, günümüzdeki “aşı karşıtlarını” bir nevi “makine kırıcılara” benzetebiliriz. Aşı karşıtları da tıpkı onlar gibi, olup bitenden kapitalistleri ve kapitalizmi değil de aslında insana faydalı olan aşıyı sorumlu tutarak, kapitalistlere bir zarar vermedikleri gibi hem kendilerine ve hem de topluma zarar vermektedirler. Bunun çarpıtılmış bir tepkiden öteye giden bir anlamı yoktur nihayet.
Emekçi sınıflar başlarına gelen her türlü kötülüğün sorumlusunun insanlık dışı kapitalist sistem olduğunun bilincine vardıklarında, bu düzeni değiştirmeden kurtuluşun mümkün olmadığına inandıklarında ve nihayet ona karşı örgütlü mücadeleye tutuştuklarında, o zaman onlar için bazı şeyler gerçekten değişmeye başlayacaktır.