Türkiye’nin yakın tarihinin olayları, sermaye devleti bünyesindeki kontrgerilla-mafya-çete örgüsünü defalarca gözler önüne serdi. Bunlardan toplum ölçüsünde etki yaratanı, 3 Kasım 1996 yılında yaşanan “Susurluk kazası” oldu. Susurluk’ta, devletteki mafyalaşma ve çeteleşme olgusu tüm çıplaklığıyla açığa çıktı.
Sermaye devletinin mafya ve gerici-faşist çetelerle ilişkileri uzun bir geçmişe sahip. Kazada ölen MHP’li faşist çete reisi Abdullah Çatlı’nın, ‘70’li yılların ikinci yarısından Susurluk’a kadar olan süreçte, katliamlardan uyuşturucuya oldukça kabarık bir suç siciline sahip bir “derin devlet” elemanı olduğu meclis araştırma komisyonunun raporlarına geçti. Ve o dönemin kirli-karanlık işlerini yapan tümü “devlet görevlisi” eli kanlı katiller, bugün gerici-faşist iktidarın bekası için işbaşındalar.
‘70’li yıllarda dinci ve faşist çeteler gelişen sosyal mücadeleler karşısında etkili bir şekilde kullanılmış, onlar eliyle sayısız provokasyon ve katliam gerçekleştirilmişti. 12 Eylül sonrasında ise, özellikle Kürt halkının gelişen mücadelesiyle birlikte bir cinayet şebekesi olarak hareket eden kontrgerilla yapılanması etkin bir biçimde öne çıktı, mafya ve faşist çetelerle ilişkiler daha farklı boyutlar kazandı.
Susurluk kazası, düzendeki çürüme ve kokuşmaya, devletteki çeteleşme ve mafyalaşmaya adeta ayna tuttu. Devletin iç yüzü, devlet terörünün perde arkası ve “bilinmeyen” yönleri, kardeş Kürt halkına karşı “ülkenin bütünlüğü” adına yürütülen son derece kirli yok etme savaşının gerisinde yaşanan pis işler ve ilişkiler açığa çıktı.
Çürüme ve çeteleşmede yeni düzey!
“Çürüyen düzen, çeteleşen devlet” gerçeği AKP-MHP iktidarı şahsında ise yepyeni boyutlar kazanmış bulunuyor.
Devlet-mafya-çete ilişkileri düne kadar resmi makamlarca inkâr ediliyor, “derin devlet” tartışmaları ya da devlet içerisine yuvalanmış “münferit yapılanmalar” söylemiyle sermaye devleti aklanmaya çalışılıyordu. Fakat bugün buna dahi ihtiyaç duyulmuyor. Gerici-faşist iktidar mafya liderleriyle, dinci-faşist çetelerle, cihatçı vakıf ve tarikatlarla anılmaktan rahatsız bile olmuyor. Aralarındaki çıkar çatışmaları kızışmadığı sürece, devletle içli dışlı olan mafya ve kontra çete liderleri ortak pozlar verip, biz yine iş başındayız dercesine bunu topluma servis edebilecek kadar pervasızlaşabiliyor. Ya da Alaattin Çakıcı örneğinde olduğu gibi, sicilli bir faşist mafya şefi özel bir afla çıkarılıp sokağa salınabiliyor.
Kirli bir ittifak üzerine oturan AKP-MHP iktidarı bugüne kadar, bu kirli ilişkiler ağını gizlemek bir yana, özellikle muhalif kesimlere gözdağı vermek için kullandı ve sayısız skandala imza attı. Devlet bünyesindeki iktidar ve rant kavgaları dışa vurmadığı sürece, bunu alenen yapmakta bir sakınca görmedi.
Ancak gelinen yerde, sadece devlet-çete-mafya ilişkileri ağı değil, bizzat sermaye iktidarının en tepesinde yaşanan çeteleşme ve kokuşma olgusu kendini dışa vurmaya başladı. “Kullan-at” durumuna düşmeyi hazmedemeyen faşist mafya şefi Sedat Peker’in sınırlı ifşaatlarının toplumda bu kadar ilgi görmesi ve dinci-faşist iktidar cephesinde büyük bir tedirginliğe yol açması bundan dolayıdır. Birbirinden kirli “bin operasyon”la anılan Mehmet Ağar’ın “Yalıkavak Marina’da biz olmasak mafya buraya çökecekti” türünden açıklamaları aslında bir gerçeğin itirafıdır. Dün toplumsal muhalefete ve Kürt halkına karşı yürütülen kirli savaşta cinayet şebekeleri olarak iş görenler, bu süreçte uyuşturucu ve silah kaçakçılığını bizzat denetimlerine alarak bu kirli ve kanlı savaşı finanse etmekle kalmamış, yanı sıra da bundan nemalanmışlardı. Bugün ise bu işleri bizzat üstlenmiş bulunuyorlar. Sadece uyuşturucu ve silah kaçakçılığı da değil yaptıkları. Tehdit ve şantaj yoluyla şirketlerin üzerine “çökmek”, kara para aklamak, petrol taşımacılığını tekeline almak, altın satışı ve döviz spekülasyonları üzerinden büyük soygunlar örgütlemek vb. üzerinden süren büyük bir rant kavgası bizzat iktidar bünyesinde yaşanıyor.
Dolayısıyla, bugün daha açık bir biçimde dışa vurmaya başlayan basitçe devlet-mafya-çete ilişkileri değil, çürüme ve kokuşmanın devletin tüm dokularına sirayet etmiş olması, dümenini AKP-MHP’nin tuttuğu sermaye iktidarının bizzat kendisinin çeteleşip mafyalaşmasıdır. Peker’in son derece sınırlı ve sadece bir kesimi hedef alan ifşaatlarından anlaşıldığı kadarıyla, ortada çok büyük rantlar dönmekte, bu da kavgayı kızıştırarak henüz çok küçük bir kısmı da olsa pisliğin ortalığa saçılmasına yol açmaktadır.
“Organize suç örgütü”ne dönüşen devlet!
Çok yönlü krizler içinde debelenen ve artık bu krizleri yönetme imkanlarını yitiren Türkiye’nin kapitalist düzeninin çivisi kelimenin gerçek anlamında çıkmış bulunmaktadır. Gerici faşist iktidar, uzun dönemdir tüm cephelerde yaşadığı açmazlarla gelinen yerde artık baş edemiyor. Çöküşe doğru ilerleyen ekonomik-mali krizi, pandeminin yolaçtığı insani yıkımı, dış politika cephesinde yaşanan iflas tablosunu, siyasal cephede yeni bir düzeye ulaşmış bulunan çürüme ve kokuşmanın daha açık bir biçimde dışa vurması tamamlıyor.
Sedat Peker olayı basitçe bir ikinci “Susurluk vakası” değildir. Susurluk, “çürüyen düzen, çeteleşen devlet” gerçeğinin bir dışavurumu olmuş, ama o dönemde rejim buna bir “temizlenme” operasyonu görünümü kazandırmaya çalışmak zorunda kalmıştı. Bugün ise bizzat sermaye düzenindeki çürüme ve kokuşma ile devletteki çeteleşme ve mafyalaşma gerçeği tüm çıplaklığıyla gözler önüne serilmektedir.
Bu çürüme ve kokuşmanın cisimleşmiş ifadesi olan AKP-MHP iktidarı, düne kadar açıkça suç işleyerek kullandığı ve sonra da rant kavgaları nedeniyle bir kenara atmak zorunda kaldığı “organize suç örgütü lideri”nin açıklamalarını yanıtlamaya çalışırken, alabildiğine derinleştirilmiş bulunan bataklık gerçeğini çok daha görünür hale getirmektedir. İktidar cephesinden yapılan tüm açıklamalar, dümenini tuttukları sermaye devletinin bizzat kendisinin tüm kurumlarıyla “organize bir suç örgütü”ne dönüşmüş bulunduğunu ortaya sermektedir.
Sedat Peker açıklamalarında, bu düzen kirli bir düzendir, bu düzende temiz kalmak mümkün değildir, ben temiz değilim ama beni kullananlar çok daha derin bir bataklığın içindeler demek istiyor. Peker’in izlenme rekorları kıran videoları, onun tanıklık ettiği “devlet adına” işlenen suçların çok küçük bir bölümünü ifşa ediyor. Ama bu kadarı bile sermaye iktidarının tepesindekileri, her gün suçlarına bir yenisini ekleyerek iktidarlarını ayakta tutmaya çalışanları ayağa kaldırmaya yetiyor. “Suçüstü yakalanmış” olmanın psikolojisiyle yaptıkları tüm açıklamalar, ne denli derin bir bataklıkta debelendiklerini ortaya koyuyor.
Yıllardır işçi ve emekçileri dinci-gerici ideolojilerle, ırkçı-şoven söylemlerle sersemleterek, yağma, talan, rant, soygun, rüşvet ve yolsuzluklara dayalı iktidarlarını ayakta tutmayı başaranlar, gelinen yerde toplumu yönetme imkanlarının tükendiğini, ayaklarının altındaki toprağın her geçen gün daha fazla kaydığını görüyorlar. Derinleşen kriz, kitleselleşen yoksulluk ve işsizlik, pandeminin yarattığı insani yıkıma eşlik eden çürüme ve kokuşma tablosunun toplumun derinliklerinde öfke ve tepkiyi nasıl biriktirdiğinin farkındalar. Bunun karşısında faşist devlet aygıtını tahkim etmek, baskı ve terörü tırmandırmak dışında bir seçeneğe sahip değiller.
Önümüzdeki süreçte, sömürü ve soygun çarklarının baskı ve terörle döndürülmeye çalışılması, çürüme ve kokuşmanın kendisini daha açık bir biçimde dışa vurması, düzen ve devlet gerçekliğinin emekçi kitleler tarafından görülmesini kolaylaştıracaktır. Alttan alta birikmekte olan tepki ve hoşnutsuzluk kendisine çıkış kanalları arayacaktır. Ama devrimci bir kanal açılamadığı koşullarda, şu ya da bu yolla düzen kanallarında eritilmek akıbetiyle yüzyüze kalacaktır.
Unutulmamalıdır ki, bugünkü “çürümüşlük ve kokuşmuşluk tablosunun gerisinde bir sınıf egemenliği durmaktadır. Çürüyen ve kokuşan bu sınıfın, tekelci burjuvazinin egemenliğidir. Her türlü pisliğin kaynağı bizzat bu sınıfın kendisidir. Şu açık bir gerçektir ki, bu sınıfın karşısına bu sınıfı alt edebilme yeteneğine sahip bir başka sınıf çıkarılamadığı koşullarda, düzen ortaya saçılan pisliklerinin üzerini örtmekte fazla güçlük çekmeyecektir. Tüm ezilenlerin mücadelesine önderlik edebilme yeteneğine sahip biricik güç olarak işçi sınıfı iktidar mücadelesi alanına çıkarılamadığı sürece, tüm çürümüşlüğüne ve kokuşmuşluğuna rağmen, sermaye düzeni egemenliğini sürdürmeyi başarabilecektir. Fakat düzenin bu kadar kokuştuğu, devletin bu denli çürüdüğü ve adi bir suç çetesine dönüştüğü bir durumda, böyle bir karşı gücü yaratmak her zamankinden daha çok olanaklıdır.” (Ekim, Çürüyen Düzen Çeteleşen Devlet, Sayı:156, 1 Kasım 1996)