Mafya lideri Sedat Peker’in ilkini 2 Mayıs’ta yayınladığı videoları siyaset ve toplum gündemindeki yerini koruyor. Peker’in hedefinin ana aktörleri, kendisine savaş açtıklarını iddia ettiği İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Mehmet Ağar ve Ahmet Davutoğlu’nun başbakanlık görevinden alınması öncesinde yayınladıkları bildiriyle adları ilk kez duyulan, Albayrak ailesine yakın Pelikancılardan oluşuyor. Süleyman Soylu’dan “sen benim dönüş biletimdin, jokerimdin” şeklinde bahseden Peker, “canını parça parça acıtacağım, seni bitireceğim” dediği Soylu hakkında ilerleyen videolarda yeni ifşaatlar yapacağı izlenimini veriyor.
Muhalefet cephesinde hemen “kapılan” ve erken seçim talebinin yenilenmesiyle karşılanan Peker açıklamaları, iktidar blokunda ise sessizlik ve temkinle karışlandı. Ne diyeceği merak edilen Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan, soyut cümleler kurmakla yetindi. Ortağı Bahçeli, mafya diye bir şey bilmediklerini söyledi. Peker’in kurduğu masa düzeni, simgeler, kullandığı kitaplar ayrıca analiz konusu edildi. Spekülatif yorumlar çeşitlendi.
Peki Sedat Peker neden bu videoları yayınlıyor? Yaşanan durum mafya baronlarının kavgası mı? Erdoğan için mitingler yapan, muhaliflere tehditler savururken önü açılan Peker, ne değişti de suç örgütü lideri muamelesi görülmeye başlandı? Neden tasfiye edildi? Kavganın bugünlerde ortalığa dökülmesinin derininde hangi nedenler ve ilişkiler var? Kavganın politik etkileri nerelere uzanıyor ve hangi güç ilişkilerini yansıtıyor?
Gazete Duvar yazarlarından, Gazeteci Bahadır Özgür’le anlatıyor.
Öncelikle, Peker neden şimdi konuşuyor? Yaşanan, mafyalar arasında bir restleşme veya bir çözülme mi?
Peker’in vidolarıyla ortaya çıkan tablonun siyasi iktidardaki bir çözülmeyle, bir sıkıntıyla ilgisi olduğunu söylemek lazım. Bu geçmişte de böyle oldu zaten. 1987’de, 1. MİT raporu olarak adlandırılan ve Mehmet Ağar ile ekibinin ilk kez organize suç örgütleri ile ilişkilerinin teşhir olduğu “Banker Bako” raporu sonrasında ortaya çıkan gelişmeler de ANAP iktidarının çözülme döneminin bir sonucuydu. Aynı şekilde 1996 Susurluk kazası ile başlayan süreç de benzerdir. Bugün de bu iktidarın pandemi, ekonomik kriz ve son yıllarda çok yoğun biçimde yolsuzlukların geniş halk kesimleri tarafından da görünür hale gelmesiyle beraber yaşadığı güç kaybının sonuçlarından, çete-siyaset ilişkileri alanındakilere tanık oluyoruz.
Çünkü Susurluk’ta da ortaya çıkan tabloda şunu gördük ki, iktidar dediğimiz yapı sadece siyasi partilerden, devletin meşru yasal güçlerinden oluşan bir yapı değil. Bunun sermaye ayağı, parti ayağı, devlet bürokrasisi, ama aynı zamanda Türkiye’de özel olarak, ki 12 Mart’lara, Çorum, Maraş katliamlarına, 1 Mayıs 77 katliamlarını hatırladığımız zaman şunu da görüyoruz ki, bir takım illegal yapılar, çeteler, mafyatik yapılarla da işbirliği halinde sürüyor iktidar mimarisi. Dolayısıyla bugünkü iktidar yapısını bunlardan ayıran bir fark yok. Sedat Peker, muteber iş adamı diye geziyordu ve buna koruma verilmiş, açılışlarda yer alıyor, Cumhurbaşkanı Erdoğan’la birlikte görünüyor… demek ki bu yapılar, bu iktidarın bir ayağıydı. Dolayısıyla iktidardaki çözülme deyince hem iktisadi politikalardaki tıkanma, hem siyasi ve dış politikadaki tıkanmanın yanında bir de buradaki yapılanmadaki tıkanmayı ve çözülmeyi görüyoruz.
Ne yaşandı da Peker muteber bir insanken, Erdoğan lehine mitingler vs. düzenlerken tasfiye edildi ve bir suç örgütü lideri muamelesi görmeye başladı?
Açıkçası Peker’in anlattıklarından ziyade yaşananlara baktığımız zaman; bir kere bu tür yapılar mutlaka bir ekonomik rant etrafında üslenirler. İdeolojik bağlarla değil, ekonomik çıkarla birbirine bağlıdır. Çok farklı, ayrı düşünceden olanları yan yana bundan dolayı görüyoruz. İşte bu ekonomik çıkar ilişkilerinde yaşanan bir ayrışma ve yeniden organizasyonun sonucunda Peker muhtemelen devre dışı kaldı. Peker de uyuşturucudan, “mala çökmek”ten filan bahsediyor. Konuşmalarının merkezinde para var yani. Burada bir paylaşım savaşı yaşandığını ve orada bir çıkmaza girildiğini anlıyoruz. Bir de özellikle İstanbul’un seçimde kaybedilmesi belli ki her açıdan, yani legal-illegal ekonomi- sıkıntı da yarattı.
Aktörlerin her birini, aynı faaliyetlerin daha da gelişmiş haliyle yeniden görüyoruz
Kimilerine göre Peker’in açıklamaları Susurluk’u da aşan bir karakter taşıyor, kimileri de “bu elmayla armudu birbirine karıştırmaktır” diyor. Eski MİT müsteşarı Mehmet Eymür, “‘90’larda bu kadar kepazelik yoktu” diyor ve Cemil Çiçek gibi O da savcıları göreve çağırıyor. Diğer yandan Mehmet Ağar başta olmak üzere adları geçen aktörlerin çoğu Susurluk’tan bildiğimiz aktörler. Sahnedeki yerlerini koruyorlar, hatta Ağar için gücünü daha da arttırdığı söyleniyor. Yaşananların Susurluk’la benzerliği ya da ayrımları neler?
Şurada çok haklı insanlar: bir bakıyorsun neredeyse 40 yıldır aynı aktörler benzer olaylarla gündeme geliyor ve dediğiniz gibi daha da güçlenmiş şekilde karşımıza çıkıyor. Aşağı yukarı arada yaşananlar da benziyor. Ortaya çıkış şekli de. Dolayısıyla “hiçbir şey değişmedi mi?” sorusu gündeme geliyor. Ama aktörler ve faaliyetler bakımından bir süreklilik söz konusu olsa da bugünkü tablonun daha farklı olduğunu düşünüyorum. Fakat Eymür’ün yorumu da Susurluk’u epey bir masumlaştırıyor. Kepazeliğin ötesinde ‘90’larda suikastler, cinayetler, faili meçhuller vardı. Ve devlet onların üzerine gitmedi.
Bu tür yorumlarda ihmal edilen iki önemli dinamik söz konusu. İlki, devletin yapısı; ikincisi, bunların esasında bir ekonomik politik ilişkiler ağında yeşermesi. Yani iktisadi rejim. 1987 MİT raporuyla ortaya çıkanlar da yine bir hesaplaşmayla ortaya çıkmıştı.
Neydi o hesaplaşma?
Banker Bako olayı. Gazetelere yansımıştı, Banker Banko bazı kamu ve özel bankalardan ‘80’ler boyunca yüklü miktarda krediler çekiyor hatta imza atarken dalga geçer gibi papatya resimleri falan çiziyordu. Bunları çekip ödemediği için bir süre sonra davalar açıldı, hacizler vs. O dönem Mehmet Eymür’ün başında olduğu MİT bünyesinde kurulmuş kaçakçılık ve organize suçlar bölümü, ‘80 darbesi sonrası askerin isteğiyle kurulmuştu. O bir rapor yayınladı. Ortaya çıktı ki, Banker Bako olayının arkasında eski-yeni MİT’çiler, siyasiler, askerler, emniyet mensupları ve mafyanın oluşturduğu bir yapı vardı. Peki böyle bir yapı nasıl doğmuştu?
‘80’den sonra geçilen iktisadi rejimin en önemli özelliği şuydu; finansal serbestleşme. Kolay paraya teşvik eden, rantiyeyi besleyen bir iktisadi rejim kurulmuştu. İhracata dayalı büyüme, hayali ihracat skandallarına yol açtı. Bankerler çıktı. Ve nihayetinde paranın döndüğü yere çeteler, mafyalar üşüştü. Ortadaki büyük rant siyaseti, kamu bürokrasisini de oraya çekti. Banker Bako bir sebep değil sonuçtu. Orada da mesela hâlâ en önemli ve faal figürlerden biri olarak Mehmet Ağar ilk kez öne çıkıyordu.
Sonra 1996 Susurluk… O da bir MİT Raporuyla aslında teşhir olmuştu. Kaza bunu kamuoyuna mal etti. Yine benzer bir değişimin yaşandığı yılların sonucuydu. ‘89’da finansal serbestleşmenin en önemli adımı atılmış, mantar gibi özel bankalar kurulmuş, yüksek faiz-kur siyaseti arbitraj gelirlerini artırmıştı. Aynı zamanda bu köklü değişim ekonomide krizler de yaratıyordu. Öte yandan toplumsal muhalefet de yükselmişti. Kürt hareketi, kamu emekçileri, işçi sendikaları 12 Eylül sonrası baskı ortamından sıyrılmıştı. Bu dönem devlet özellikle Dev-Sol ve PKK ile mücadele adı altında emniyet ve jandarma bünyesinde kurulmuş özel birimleri devreye soktu. Bu yapıların gayri nizami harp organizasyonuna çete ve mafyalar da entegre edildi. Bir süre sonra zaten 80’den beri kesintisiz gelen uyuşturucu ticareti de bu yapıların hakimiyetine geçti. Tabloyu biliyoruz: faili meçhuller, cinayetler, katliamlar vs…
Bir de ne var 90’larda; siyasi olarak tıkanmış bir rejim, ekonomik krizler, yolsuzluklar, banka skandalları. Böyle bir ortamda ortaya çıktı Susurluk. Toplumsal muhalefet olabildiğince üzerine gitti ama 28 Şubat müdahalesi ile iş birden sistemin yeniden yapılandırması için vesileye dönüştü.
Ne yapıldı?
Mesela; Susurluk’un bizatihi iktisadi rejime, sermayeye uzanan ayağı olarak finansal sistem baştan aşağı yapılandırıldı. KİT’ler bu bahaneyle özelleştirilmeye başlandı. Ayrıca onlarca yeni yasa ile hukuki ve idari sistem değişirken, emekçilerin haklarına yönelik de tarihin en büyük saldırısı gerçekleşti. Yani Türkiye Susurluk’tan halkın, emekçilerin lehine bir şekilde çıkmadı, aksine onların aleyhine bir çözümle sıyrıldı. Kurtuldu demiyorum, sıyrıldı. İşte bu nedenle o aktörlerin her birini, aynı faaliyetlerin daha da gelişmiş haliyle yeniden görüyoruz. Çünkü değişen şey, devletin daha da demokratikleşmesi değil, daha fazla piyasa kurallarına tabi kılınan iktisadi rejimi etkin şekilde yürütecek bir devlet yapısının tesis edilmesiydi. Dolayısıyla devlet yapısı dediğimizde, görünürdeki unsurlarının yanında hani “derin devlet” diye popülerleşmiş yapının da yeniden organizasyonu yapıldı. 87’de Ağar, 96’da Ağar, 2021’de Ağar… Gelişmesine de bakalım: Emniyet müdürü, bakan ve siyasetçi şimdi de zengin bir iş insanı! Türkiye’deki devlet, ekonomik yapı ve siyasetin ne yöne evrildiğini en iyi anlatan şey Ağar’ın kariyer sürecidir. Ve her aşamada iktidar mimarisine eklemlenmiş.
İkincisi, bugünkülerin geçmişten farkını şöyle görüyorum; bir, daha açık alanda hareket ediyorlar. Alaattin Çakıcı, Sedat Peker ‘90’larda mafya babası olarak geçiyordu ve öyle teşhir olmuştu. Ama 2000’lerde görüyoruz ki, Alaattin Çakıcı devlet korumasıyla, eskortlarıyla ve bir siyasi partinin temsilcisi gibi geziyor. Sedat Peker mitingler düzenliyor, Cumhurbaşkanlığı davetlerine katılıyor, Türkiye’de iş insanlarına verilen ödüllerden birini alıyor. Bu açılardan, basit sokak çetelerden bahsetmiyoruz, büyük ekonomik havuzların etrafında kümelenmiş yapılardan ve açık siyasi ilişkilere sahip kişilerden bahsediyoruz. Ve bu yapının merkezileştiğini görüyoruz.
Siyasi rejim, hukuki ve iktisadi zor gücüyle değiştirildi
Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemine geçilmesi bu organizasyonların rolünü nasıl etkiledi?
2007’den itibaren Türkiye’de hem siyasette, hem ekonomik sistemde köklü bir değişiklikler yaşanmaya başlandı. Türkiye’de bir aks değişimi oldu. Bugünkü tek adam rejiminin temeli o zamandan atıldı. Neler yaşanmıştı? Hatırlayalım; KCK operasyonları başladı, Ergenekon gibi davalar ve Cumhurbaşkanlığı seçimi krizi. Aynı zamanda TÜSİAD ve önde gelen üyeleriyle yaşanan gerilimler, mesela Aydın Doğan medyasına yönelik baskılar, AKP’nin Gülen cemaati ile kurduğu ittifak sonucunda bürokraside başlayan tasfiye ve değişimler… Bir de başta Kamu İhale Yasası olmak üzere pek çok yasada yapılan değişiklikler.
Erdoğan tüm dönemi tek cümleyle özetledi: “Bürokratik oligarşiye karşı mücadele ediyoruz!” Yani diyordu ki, “müesses nizamı değiştiriyoruz ve buna bağlı tüm güç ve sermaye ilişkilerini de yeniden yapılandırıyoruz!” Kendi yandaş sermayesini, yandaş basınını yaratmak için kamu kaynaklarının olanca gücüyle devreye sokulduğu dönem de bu dönemdir. Siyasi rejim hukuki ve iktisadi zor gücüyle değiştiriliyordu. Sandık sonuçları da bunun ehliyeti sayılıyordu zaten.
İşte orada mafya, çete yapıları ile devlet unsurları da yeniden organize edildi. Bunu da ağırlıklı olarak Gülen Cemaati eliyle yaptılar. Cemaatle simbiyotik bir ilişki başladı. O dönemde “çete” adı altında pek çok operasyonun yapıldığını da hatırlayalım.
Nitekim Sedat Peker de 2008’de Ergenekon’dan tutuklanarak, cezaevine girmişti. Peker o zaman nasıl bir rol oynuyordu?
Peker, sürekli iktidara karşı hareket ediyor, özellikle bir takım ulusalcı kesimlerin neredeyse bayraktarlığını üstlenmişti. Yine, Erdoğan’a karşı “yargılanacaksın” diyen Alaattin Çakıcı da içeri atıldı. Orada yeni sürece eklenmeyenler devreden çıkarıldı, yerine başka aktörler geçirildi.
Cemaatle bozulan ittifakın ardından, Mehmet Ağar’dan Korkut Eken’e, Çakıcı’dan Peker’e kadar, çoğunu Susurluk’tan bildiğimiz isimler açıktan sahnede görülmeye başlanmıştı. Bu isimler, cemaatten boşalan kadrolar yerine mi ikame edildi?
Çok doğru. Bu iktidar başından itibaren görünen ve görünmeyen ittifaklarla kurulmuştur. Görünen kısmında şu an MHP var. Fakat ondan önce de görünmeyen, ittifakı Gülen cemaatiydi. 2010’lardan sonra açıkça bir paylaşım kavgası olduğu görülen bir çatışmayla ittifak bozuldu. Bu sefer döndü başka güçlerle iktidarını tahkim etmeye başladı. 2004’ler 2005’lerde yapılan mafya operasyonlarında alınanların neredeyse hepsi cezaevinden çıktı veya beraat ettiler.
2015 seçimleri bir milattı. AKP o seçimde tek başına iktidar olanağını yitirdi ve Türkiye bir şiddet sarmalına sokuldu. İşte orada MHP ile kurulan ittifak aynı zamanda eski güçlerle de ittifak anlamına geliyordu. Peker de o dönemde çıktı biliyorsunuz. Ve hemen AKP için mitingler, çalışmalar yapmaya başladı. 2015’lerden sonra AKP-MHP’nin kurduğu iktidar mimarisini tanımlarken, görünmez güçler işine bunları da koymak lazım. Ağar’ın etkinliğinin artması, Süleyman Soylu’nun bakan olması, Çakıcı’nın cezaevinden çıkması…
Türkiye büyük sermayesi bu ilişkilerden azade mi peki?
Büyük sermayenin ‘80’lerde de, ‘90’larda da bankalar üzerinden, finans sistemi üzerinden bu işe nasıl bağlandıklarına tanık olduk. ‘90’lar onlarca bankanın, ki birçoğu büyük sermayedardır, sahipleri nasıl bankalarını soydu, o kredileri nasıl şirketlerine aktardı gördük. Ve adı sanı çok iyi bilinen patronların o dönem çete liderleriyle ilişkileri de aşikardı. Bunun yanında büyük sermaye toplam bir sınıf olarak emekçi muhalefetine karşı devlet otoritesinin güçlü olmasını ister. Türkiye’de bu otorite organize yapılarla içi içe geçmiş devletin “derin” unsurlarıyla da sağlanır. Kaldı ki, çeteyi, mafyayı yaratan iktisadi rejim, bizatihi büyük sermayenin hükmü altındadır zaten.
Aynı çıkar örgütünün bir parçası olmanız, çok iyi uzlaşıyorsunuz anlamına gelmiyor
Çakıcı’nın Bahçeli’nin çıkarttığı özel afla cezaevinden çıkmasıyla, Sedat Peker’in yurtdışına kaçması aynı döneme denk geliyor. İkisi de iktidar yanında durmaya başlamışken yani aynı cephedeyken, ne değişmiş olabilir ki Peker çareyi kaçmakta buluyor?
Tabii mafya ve çeteler arasındaki ilişkileri bizim bilmemiz çok zor. Ama şöyle bir örnek vereyim; Süleyman Soylu ve Berat Albayrak arasındaki kavga bilinmeyen bir şey değil. Nasıl ki siyasette aynı parti içinde aynı bakanlar, bürokratlar birbiriyle mücadele ediyorlarsa, bu yapılarda da aynı şey var. Yani aynı amaç için, aynı çıkar örgütü ağının bir parçası olmanız, çok iyi uzlaşıyorsunuz anlamına gelmiyor. Dediğiniz gibi Çakıcı ile Peker farklı ideolojik görüşe mi sahip, değil. İkisi de Erdoğan’a son derece bağlılıklarını belirten, ikisi de o parti için çalışma yapan insanlar. Nasıl ki açık siyasette yaşadığımız karşılıklı çatışmalar, tasfiye çabaları, işbirlikleri ya da ayrılıkları görüyorsak, orada da bir takım sıkıntılar var. Paylaşım sorunu çıkmış olabilir, yeni ekipler kuruluyor olabilir. Bodrum Yalıkavak Marina’da 2020’de çekilen o fotoğrafta Peker yoktu. Somut olarak orada olmasını kastetmiyorum. Fotoğrafın verdiği mesajda yoktu. O tabloda yoksan, demek ki olmayacaksın demek. Ki, kendi de söylüyor zaten, beni “tasfiye etmeye çalıştılar” diye.
Bodrum Yalıkavak Marina, geçmişi ve bugünü çok iyi özetleyen bir sembol
Mehmet Ağar’ın yönetim kurulu başkanı olduğu Bodrum Yalıkavak Marina, Sedat Peker’in sık dillendirdiği olayların başında geliyor. Nitekim Mehmet Ağar yanıt vermek zorunda kaldı, “biz olmasaydık oraya mafya çökerdi” dedi ironik bir şekilde. Süleyman Soylu’nun bu yanıtı eleştirmesi üzerine de sözlerini hemen geri adı. Bodrum’daki bu marina neden bu kadar öne çıkıyor, diğer “akçeli işler”den farkı ne?
Bodrum Yalıkavak Marina, Türkiye’de hem geçmişi hem bugünü çok iyi özetleyen bir sembol aynı zamanda. Sembolik anlamı ne? Türkiye tarihi açısından bir ironi olsa gerek, 2003’lerde işletme hakkını alan Kamhi ailesi. Jak Kamhi 1993’te suikasta uğramıştı. Sonra Susurluk kazasıyla beraber onun da çete işiyle ve derin devletle alakalı olduğu ortaya çıktı. TBMM Susurluk Komisyonu’na verilen ifadelerden anladık ki, Azerbaycan’da kontrgerilla kamplarında eğitim görmüş birileri tarafından gerçekleştirilmişti. Dolayısıyla geçmişle bugünkü Türkiye’yi bu “derin ilişkiler” açısından bağlıyor.
İkincisi, bu dönem için özelliği. Biraz önce 2007’deki her açıdan rejim değişikliğini anlatmaya çalışmıştım, bunun bir de uluslararası ayağı vardı. Bunun bence en önemli ayağı da Azerbaycan petrol ve gaz parasıydı. PETKİM özelleşmesiyle çok yüksek bir Azeri devlet sermayesi olarak SOCAR Türkiye’ye girdi. SOCAR Türkiye’ye girdikten sonra peş peşe Azerbaycan’da sonradan zengin olmuş kişilerin, oligarkların da Türkiye’ye geldiğini görüyoruz. Bunlardan bir tanesi de Mübariz Mansimov’du. Erdoğan’ın en önemsediği iş insanlarından birisiydi. Erdoğan’ın isteği ile Türk vatandaşlığına geçti.
Sedat Peker’in “Baba-oğul Ağar’lar üzerine çöktü, bunu da birilerinin adına yaptı” dediği Marina’nın Mansimov’dan, Ağar ailesinin eline geçmesi nasıl gerçekleşiyor?
2011’de Mübariz Mansimov marinayı alıp daha da büyütüyor. Lüks oteller, lüks mağazalar, restoranlar, mücevher mağazaları kuruluyor. Özellikle de Rus ve Katarlı zenginlerin uğrak noktası haline getiriyor. Daha sonra 2014 yılında marinanın yönetimine Mehmet Ağar’ın oğlu Tolga Ağar alınıyor. Tolga Ağar AKP’den milletvekili olduktan sonra onun yerine Mehmet Ağar da yönetim kuruluna giriyor ve başkanlığa seçiliyor, şu anda da devam ediyor. Fakat şöyle bir değişim oluyor; marina 2016’da başka bir Azerbaycan’lı oligarka satılıyor. Mansimov, bizzat kendi yöneticilerinin “hile yaparak bu hisseleri sattıkları”nı ileri sürüyor ve ağır cezada dava açıyor. Bu dava sürerken pat diye Mansimov FETÖ’cü olduğu iddiasıyla gözaltına alınıyor, tutuklanıyor, ceza alıyor ve daha sonra ev hapsiyle serbest bırakılıyor. Bu arada hileli satış diye suçladığı kişiler de FETÖ iddiası davasında tanık oluyorlar.
Mansimov’un, hileli hisse satışı iddiasının içinde ederinin çok altında bir para ödendiği meselesi de var, ki Peker bunun üstünde de duruyor….
Bunlar halka açık şirketler olmadığı için ancak beyanlardan bilebiliyoruz. Bu ihtiyatla söyleyeyim, Mansimov, marinayı 40 milyon dolara alıyor, 120 milyon dolarlık bir yatırım yaptığını söylüyor, dolayısıyla o şirketin ve marinanın değerinin 1 milyar dolara ulaştığını söylüyor. Zaten Ağar da diyor ya, “orası bir döviz makinası!” Bu şirketler lahana gibi. Ortada bir şirket görüyoruz, o şirket başka birine bağlı, diğeri başka birine bağlı ve bütün şirketler eninde sonunda Malta’da bir apartman dairesinde birleşiyorlar. Ve bu şirketlerin bir ucu SOCAR’a bağlanıyor, bir ucu Azerbaycan’daki Anar Alizade diye başka bir oligarka.
Ekonomik kriz içerdeki para kaynaklarını kesti, böylece içerde sağlanan hegemonya kırılmaya başladı
Meselenin uluslararasılaşması boyutunda başka hangi ayaklar/ilişkiler söz konusu? Peker’in hemen her videoda dile getirdiği ve sahibinin Ağar olduğunu iddia ettiği Kolombiya’da yakalanan beş ton kokain olayını anımsarsak, uyuşturucunun da önemli bir yer tutmaya devam ettiği anlaşılıyor, ne dersiniz?
Zaten uyuşturucu ticareti, onun çete mafyalarla bağlantısı ve o mafyaların çetelerin de siyasetle bağlantısı sürpriz değil Türkiye’de. Türkiye bu ticaretin bir geçiş yolu. Susurluk’un ilk miladı olarak ne kabul edilir? Uyuşturucu taşıyan Luck S ve Kısmetim 1 gemilerinin ele geçirilmesi. Tabi bugün tonlardan bahsediliyor ve ilk defa Latin Amerika ile direkt Türkiye bağlantısı ortaya çıkıyor.
Özetle şöyle bir bilanço çıkarabiliriz: Bir; Türkiye’ye yoğun bir miktarda giren Azerbaycan sermayesinden bahsediyoruz. İkincisi; Kolombiya ile kokain hattı çıkmış oluyor. Üçüncüsü; Suriye’ye silah ve oradan petrol konusu. Dördüncüsü; Katar muamması ve bir de İran bağlantılı Zarrap olayı. Türkiye’deki siyasi iktisadi rejim değişimiyle buralardaki ilişki ve para kaynaklarının arasında yakın bağ bulunuyor.
Öyle sadece bir tane mafyayla çeteyle ilgili olmayan, doğrudan Türkiye’deki rejimi de değiştiren faaliyetler bunlar. Dolayısıyla Türkiye kamu ihaleleriyle, arazi, inşaat rantıyla beslenmiş, dışarıdan da, bahsettiğimiz ayaklarla beslenmiş devasa bir havuza dönüştürüldü. Bu havuz içinde şirketleri, inşaatçısı, ihalecisi, AKP’lisi, bürokratı, mafyası, çetesi… herkesin beslendiği bir habitat oluştu.
İşte o habitatın ayakları çökmeye başladı şimdi. Ekonomik kriz, içerdeki para kaynaklarını kesti, para kaynakları kesildiği zaman içeride sağladığınız hegemonya kırılmaya başladı. Bu hegemonyanın bir ayağında da şunun olduğunu unutmayalım; insanların ücretini arttırmadan krediyle sahte bir refah sağlandı. İkinci ayağı, kamu ihaleleriyle koca bir partiyi besliyordunuz, o partinin etrafındaki sermayeyi besliyordunuz, o para bitince etraftaki sermaye grupları kopmaya başladı.
Ve şimdi dış politikada da manevra alanının son derece daraldığına tanık oluyoruz.
Evet, özellikle Biden’le birlikte dış politikada manevra alanı yaptıkça eski bağlantıları koparmanız gerekiyor. Mansimov’u FETÖ’cü diye atıyorsunuz, Azerbaycan oligarklarıyla kurduğunuz bir takım tuhaf ilişkileri kapatmaya çalışıyorsunuz. Zarrap’tan sonra Sezgin Baran Korkmaz’ın kara para olayını alelacele kapatmak için çabalıyorsunuz. Peker de belki bir açık uçtu, belki o ittifak artık bitirilecekti, o da bunu anlayınca dışarı çıktı, ifşaatlara başladı.
Türkiye’deki rejimin ekonomi politik ayakları ile, içerdeki ve dışardaki faktörlerle ele alındığı zaman, niye bu hale geldiği daha bütünlüklü anlaşılıyor. Sadece Ağar’la Çakıcı’yla bu sağlanmaz. Onun da içinde olduğu daha da büyük bir yapıdan bahsediyoruz. O yapı çözülüyor. Çözülürken iyi bir şey mi çıkar, bilmiyoruz. Susurluk’tan çıkmadı. Bugünkü yapıda da halk kendi gücüyle müdahale etmediği zaman, kendi iç klik çatışmalarının çökerttiği bir yapının içinden çıkacak yeni siyasi mimari, öyle demokratik, şeffaf olmayacaktır.
Çürümeyi yaratan iktisadi rejimi değiştirmeyi de hedefe koyan bir siyaset lazım
Peker vakası ve Erdoğan’ın esnaflardan helallik istemesi Millet İttifakı tarafından yine erken seçim çağrısıyla yanıtlandı. HDP de erken seçim talebini sürdürdü. Ancak, “bizim dönemimizde mafyalar-çeteler olmayacak” demenin ötesinde başka argüman geliştirilemediği de görülüyor. Peki, böyle bir süreçte toplumsal muhalefet nasıl hareket etmeli?
Bunu Meclis’teki muhalefet için de söylüyorum ama özel olarak toplumsal hareketlere dayanan siyasi hareketler için daha önemli. Bu dönemler yani siyasete, kurumlara şüphe duyulan dönemler, tehlikeli dönemlerdir. Daha tehlikeli durumlara da yol açabilir. Mehmet Eymür uyarıyor, “siyasi cinayetler başlayabilir” diyor. ‘90’larda sendikalar dinamik, sol, sosyalist siyaset 12 Eylül’ün etkisini üzerinden atmış, öğrenci hareketi başlamış, Kürt hareketi güçlenmişti. Buna rağmen demokratik bir çıkış yaratılamadı. Bugün bu da yok elimizde. Örgütlü hareket olmadığında, bu tür çürümüş yapılar toplumun üzerine çöker. Erken seçim diyorsan bu çürümeyi yaratan iktisadi rejimi de değiştirmeyi hedefe koyan bir siyaset lazım.
Serpil İlgün – Evrensel / 22.05.21