“Ser” Farsça “baş” demek. “Serden geçmek” bir amaç uğruna başını, canını feda etmek, “serdengeçti” ise o amaç uğruna canını feda edebilen kişi anlamına geliyor. İslam Ansiklopedisi’ne göre “önce akıncılar, sonra da yeniçeriler arasından düşman içine dalan veya kuşatma altındaki kalelere giren fedailer için” kullanılıyor.
“Serdengeçti”nin Türkiye’nin yakın tarihindeki yeri ise 1947-1962 yılları arasında yayınlanan aynı adlı dergiden ve onun yayıncısı ve başyazarı olan kişiden kaynaklanıyor. Asıl soyadı Yüksel olmasına rağmen, Osman Zeki yayıncısı ve başyazarı olduğu dergiyle öyle bir bütünleşiyor ki, Osman Yüksel Serdengeçti olarak biliniyor ve Türkiye’nin siyasal hayatına kısaca “Serdengeçti” olarak geçiyor, Serdengeçti zamanla Türk sağının efsane isimlerinden birine dönüşüyor.
Osman Yüksel Serdengeçti’nin Türkiye siyaset sahnesinde ilk görünmesi 1940’lı yıllara rastlar. 2. Dünya Savaşı devam etmektedir ve ülkede Nazi propagandası da antikomünizm de yoğun bir şekilde devam etmektedir. O dönemde Dil Tarih Coğrafya Fakültesi (DTCF) öğrencisi olan Osman Yüksel’in milliyetçi çevrelerde tanınmaya başlaması şu dizelerle olacaktır:
“Dedelerimden kalma intikam var kanımda,
Geçmişini s… Bulgar'ın Moskof'un da,
Bir domuz görmüş gibi ayaklanır hislerim
Alçakların sesini dinlerken mikrofonda…
Yalnız şunu isterim, yalnız şunu hatırla,
Yatmıştı Katerina Baltacı’nın koynunda…”
Ancak Serdengeçti’nin esas ününe kavuşması, önce Sabahattin Ali’ye saldırmasıyla, sonra da 3 Mayıs gösterilerinden ötürü tutuklanmasıyla söz konusu olacaktır. Arkadaşlarıyla birlikte DTCF’deki bir konferanstan döndükleri bir gün, yolda dönemin tanınmış solcu isimlerinden Sabahattin Ali, Pertev Boratav ve Niyazi Berkes’le karşılaşırlar ve Serdengeçti Sabahattin Ali’ye saldırır. Götürüldükleri karakolda Ali için “bu adam Türkiye’de, Türkiye’nin merkezi hükümetinde, Türk devletinin resmi bir dairesinde Türklüğe hakaret etti” diyen Serdengeçti, sürekli üzerinde taşıdığı demirden bir anahtarı fırlatarak Ali’nin gözlüğünü kıracaktır.
Serdengeçti, Nihal Atsız’la Sabahattin Ali arasındaki dava görülürken, 3 Mayıs 1944 tarihli duruşma esnasında adliye önünde toplanan kalabalığın arasındaki en ateşli isimlerden biridir ve bu gösteriden kısa bir süre sonra gerçekleşen “ırkçılık-Turancılık davası” operasyonunda tutuklananlar arasında yer alacaktır. Yıl artık 1944’dür ve Nazilerin savaşı kaybedeceği anlaşılmıştır, savaş boyunca anti-Sovyetik bir tutum izleyen İnönü iktidarı Sovyetler’le arayı düzeltmenin yollarını aramaktadır ve bulunan formül de bir grup Nazi sempatizanına yönelik polisiye bir operasyon olmuştur.
Serdengeçti bir süre cezaevinde kaldıktan sonra diğerleri gibi serbest bırakılır. Savaş bitmiş, Türkiye yönetici sınıfı hızla ABD’ye yanaşmış, antikomünizm siyasetin merkezine yerleşmiş, yüksek yargı da “Türkiye’de ırkçılık yapmak suç değildir” diyerek mahkûmiyet kararlarını bozmuştur.
Serbest kalmasının ardından fakülteye dönmeyi başaran Serdengeçti, “bitirme tezi”ni teslim etmek için Behice Boran’ın kapısını çalar. Ancak bitirme tezlerinin sınavlardan iki ay önce teslim edilmesi gerektiği halde sınavlara sadece iki gün kalmıştır. Boran kurallar gereği Serdengeçti’nin tez teslimini kabul etmez. Serdengeçti ise anılarında aktardığına göre Boran’a “sen kim oluyorsun da Cumhuriyet Hükümeti’nin bir yüksek dereceli mahkemesinin kararını tanımıyorsun. Burası Moskova mı? Ancak Moskova’da olan kimseler bu sözü söyleyebilir. Zaten senin gibi komünist bir hocanın vereceği notla alınacak diplomaya ihtiyacım yok” dedikten sonra kapıyı çarpıp çıkar.
Serdengeçti aynı günlerde, dönemin Milli Eğitim Bakanı olan ve “komünistleri gözetip kolladığı” gerekçesiyle sağcılar tarafından hedef tahtasına yerleştirilen Hasan Ali Yücel’e “Yüksek vekâletin alçak vekili” diye başlayan bir telgraf çekecek ve “talebelik hakkımı istiyorum” diyecektir.
“Bitirme tezi” hadisesi ise burada kalmayacak ve 1948’deki yargılamalarda Behice Boran’ın karşısına bir “suçlama” olarak çıkacaktır. “Antikomünizmin icadı”ndaki dönüm noktalarından biri olan 4 Aralık 1945 Tan Matbaası baskınının ardından Behice Boran da DTCF’nin solcu hocalarıyla birlikte “bakanlık emri”ne alınır. Bir süre sonra Danıştay bu uygulamayı iptal eder ve hocalar görevlerine dönerler. Ancak 29 Ocak 1947’de Meclis’te “komünistlerle ilgili yürütülen soruşturmanın gidişatı”na dair bir önerge verilir, 1 Mart’ta ise sağcı öğrenciler solcu öğretim üyelerinin görevden alınmasıyla ilgili bir dilekçeyi rektörlüğe sunarlar. 6 Mart’ta Pertev Boratav’ın fakültedeki konferansı basılacak, 27 Aralık’ta ise esas büyük baskın gelecektir. Türkiye’nin siyasal yaşamına “DTCF baskını” olarak geçen bu hadisenin ardından, 10 Ocak 1948’de üniversite yönetimi solcu hocaları meslekten uzaklaştırma kararı alacak, 30 Ocak 1948’de ise Danıştay hocalara yönelik suçlamaların geçersiz olduğuna hükmedecektir.
İşte o suçlamaların Behice Boran’a yönelik olanlarından biri “sağcı talebeyi sınıfta bırakmak, şahsi iğbirar (kırgınlık) yüzünden bir talebenin tezini okumamak”tır. Her ne kadar mahkeme suçlamaları kabul etmese de, bu noktada Meclis devreye girecek ve Boran’la birlikte Boratav, Berkes, Başoğlu gibi alanlarının en iyisi olan akademisyenler üniversiteden tasfiye edilecek, Serdengeçti de hem intikamını alacak hem de en büyük hayallerinden biri gerçekleşmiş olacaktır.
Osman Yüksel Serdengeçti, Soğuk Savaş Türkiye’sinin en ilginç figürlerinden biri olarak 50’ler, 60’lar ve 70’ler Türkiye’sinde de hep sahnede yer alacaktır. 1947’den itibaren Serdengeçti dergisini çıkarmaya başlar. Adı 1952 yılında Ahmet Emin Yalman’a yönelik suikast olayına karışır. Henüz bir lise öğrencisi olan Hüseyin Üzmez’in Malatya’da Yalman’ı ağır yaralamasının ardından saldırıyla bağlantılı olduğu gerekçesiyle tutuklanır ve 14 ay cezaevinde kalır.
Çıktıktan sonra Serdengeçti dergisinde Ayasofya’nın “ikinci fethi”ne ve yeniden camii olacağı günlerin geleceğine dair bir yazı yazar ve bu yazıyla ilgili olarak yargılanır ama beraat eder. Aynı dönemde Demokrat Parti’ye yanaşacak, Menderes’le iyi bir dostluk ilişkisi kuracak ve 1954’de seçimlerinde Antalya’dan milletvekili adayı olacak ama seçilemeyecektir.
Aynı yıllarda Said Nursi ve Nur risaleleri ile tanışan Serdengeçti, Nurculuktan son derece etkilenecek ve dergisinde Nur risalelerine de yer vermeye başlayacaktır. Serdengeçti’ye göre Said Nursi bir “fikir ve aksiyon adamı”dır ve “dünyanın neresinde olursa olsun hürmet görüp eli öpülecek bu insana Türkiye’de zulmedilmektedir.” Serdengeçti Nurculukla tanışmasının ardından yavaş yavaş saf “Türkçülük”ten uzaklaşarak “Türk-İslam sentezi”ne doğru bir geçiş yaşayacaktır.
Serdengeçti 1965 seçimlerinde Adalet Partisi (AP) içerisindeki milliyetçi-mukaddesatçı kanadın ısrarları sonucu Antalya’dan milletvekili adayı olur ve bu sefer seçilmeyi başarır. 1967’de ise Demirel yönetimi ile milliyetçi-mukaddesatçı kanat arasındaki parti içi hâkimiyet mücadelesi sürecinin bir parçası olarak AP’den atılır. Bu hadise onun “gerçek” yerini bulmasıyla sonuçlanacaktır.
Partiden atıldıktan sonra hızla Türkeş’in Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne (CMKP) yanaşan Serdengeçti, Demirel’i komünizmle yeterince mücadele etmemekle suçlayacak ve bunu ancak Türkeş ve CMKP’nin başarabileceğini söyleyecektir. Serdengeçti 1968 yılında CMKP’ye katılacak, CMKP’nin Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) adını aldığı 1969 Adana Kongresi’nde ise onun Türklükle İslam’ı bir araya getiren ünlü “Tanrıdağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslüman” formülasyonu partinin ana çizgisi haline gelecektir.
Serdengeçti 1977 yılındaki “bir hafta süren” Milli Selamet Partisi (MSP) üyeliği sayılmazsa 70’li yıllar boyunca MHP’de siyaset yapmaya devam etmiştir. 1977’de tanınmış başka sağcı isimlerle birlikte MSP’ye katılan Serdengeçti, bir hafta sonra MSP’nin “Kürtçülerin sığınağı” olduğunu ve “partideki samimi Müslümanların bir köşeye itildiğini” söyleyerek istifasını sunacak, öldüğü 1983 yılına kadar ülkücü hareketin içerisinde kalmaya devam edecektir.
Sedat Peker videolarında “biz bu vatanın serdengeçtileriyiz” derken hem Osmanlı’ya hem de ölüm yıldönümlerinde anmayı ihmal etmediği Osman Yüksel Serdengeçti’ye atıf yapıyor. Serdengeçti ise 3 Mayıs, ırkçılık-Turancılık davası, Soğuk Savaş’a giriş, üniversitedeki tasfiyeler, Menderes, Yalman suikastı, Said Nursi, Adalet Partisi, MHP, MSP derken bütün bir Türk sağı tarihini adeta şahsında cisimleştiriyor.
Peker, “ben sağcı da solcu da değilim” dese de, Türk sağının 80 yıllık dilinin içerisinden konuşuyor. Anlattığı hikâye ise Soğuk Savaş Türkiye’siyle ve antikomünizmle çerçevelendiğinde bir anlam kazanıyor. Bugünleri anlamak için Soğuk Savaş’a, Türkiye’nin NATO’ya girişine, Gladio’nun devlet içerisinde resmi bir statüye kavuşturulmasına, emperyalizmle olan ilişkilere, ülkücülüğe ve İslamcılığa açılan kapılara, siyasi cinayetlere, suikastlara, sabotajlara bakılması gerekiyor. Çürümeyi anlamlandırmak ancak böyle mümkün olabiliyor.
Peker’in son videosunda Kıbrıslı gazeteci Kutlu Adalı’nın katledilmesiyle ilgili olarak söyledikleri, kendilerine “bu vatanın serdengeçtileri” diyenlerin ülkeyi bu noktaya nasıl getirdiklerini bütün bir çıplaklığıyla ortaya koyuyor. Peker, “büyüklerinin” Adalı için “Kıbrıs’ı Rumlara satan” adam diyerek kendilerini nasıl dolduruşa getirdiklerini anlattıktan sonra aynen şöyle diyor: "Hep böyle yapıyorlar, vatanseverlik vatanseverlik, milleti coşturuyorlar, herkesi birbirine sokuyorlar."
Kendisi de “bu vatanın serdengeçtileri”nden biri olan Peker, yalan mı söylüyor? Hayır, Peker doğru söylüyor.
soL / 26.05.21