Merkez Bankası kur krizini ne için çıkardı?

Erdoğan rejimi ve sermaye sınıfının giriştiği bu kumarda, masaya sürecek ucuz emek gücünden başka bir kozu yok. O yüzden Avrupa’nın yeni Çin’i olma planının başarısı, her adımda emeği daha da ucuz hale getirmeye, sömürüyü artırdıkça artırmaya bağlı. Kurların artışına yol vermek, Türk Lirası’nın değerini düşürmek bu stratejinin temel araçlarından birisi olacak.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Güncel
  • |
  • 03 Kasım 2021
  • 16:54

Son günlerde ekonomi gündeminin baş konusunu kurlardaki dalgalanma ve tırmanış oluşturuyor. Merkez Bankası’nın bankacıların beklentilerini de aşan bir hızda faiz indirimine gitmesi, buna paralel olarak Merkez Bankası ve ekonomi yönetiminin söylem değişikliği, önemsiz sayılacak gelişmeler değil. Emekçileri doğrudan ilgilendiren bir plan hayata geçiriliyor. Bu plan, başarısını sömürünün artması ve emekçilerin daha da yoksullaşmasına bağlamış bir plan.

Türkiye’de bugünlerde yaşanan kur krizinin emekçi halka faturasının ne olacağına gelmeden önce, Merkez Bankası’nın politika ve söyleminin nasıl değiştiğine kısaca bakalım. 

Enflasyon kalıcı olarak düşene kadar faizleri enflasyondan yüksek tutacağını söyleyegelen Merkez Bankası Başkanı Şahap Kavcıoğlu, eylül ayında birden ağız değiştirdi. Merkez Bankası faizleri belirlenirken çekirdek enflasyonu dikkate alacaklarını söylemeye başladı. 

Çekirdek enflasyon, Merkez Bankası ve TÜİK’in özel olarak hesapladığı sanal bir enflasyon. Çekirdek enflasyonun içinde sebze, meyve, et, süt ve diğer gıda maddeleri yok. Çekirdek enflasyona vergi zamlarıyla fiyatları fahiş düzeylere çıkan sigara ve alkollü içkiler dahil değil. Çekirdek enflasyona kışa girerken halkı kara kara düşündüren elektrik, doğalgaz, tüpgaz, akaryakıt fiyatları dahil değil. Yani görevini enflasyonu düşürmek olarak tarif eden Merkez Bankası, halkın maruz kaldığı enflasyon bir yana, TÜİK’in yarı yarıya düşük hesapladığı enflasyonu bile dikkate almayacağını, yoksul halkın canını en fazla yakan tüketim kalemlerini yok sayan hayali bir enflasyon hesabına bakacağını ilan etti.

Faiz indirimine kılıf hazırlayan bu açıklama kurları hareketlendirdi. Ardından Merkez Bankası, faizini yüzde 19’dan yüzde 18’e indirdi. Merkez Bankası’nın faiz indirimine ilişkin açıklamaları tatmin edici değildi ve döviz kurlarındaki tırmanış eğilimi sürdü. 10 büyükelçiyi istenmeyen adam ilan etme krizi hepsinin üzerine tüy dikti.

Ancak Merkez Bankası’nın politika ve ağız değiştirmesinin en net ifadesini, Merkez Bankası Başkanı’nın 28 Ekim’de yaptığı Enflasyon Raporu açıklamaları sırasında duyduk. Erdoğan iktidarının politik hesaplarının da bir kuklası olan Merkez Bankası Başkanı, iç ve dış ekonomi ve finans çevrelerinde alay konusu olan yepyeni bir tezle ortaya çıktı. Ekonominin asıl önemli sorununun cari açık olduğunu, Merkez Bankası’nın şimdiye dek izlediği faizi yükselterek enflasyonu düşürme politikasının yanlış olduğunu söyledikten sonra, şimdi cari açığı kapatma hedefiyle hareket edeceklerini ilan etti. 

Yani artık izlenecek politika şöyle olacaktı: Faizler düşürülerek döviz kurlarının yükselmesi sağlanacak, kur arttığı için ithalat azalırken ihracat fiyat avantajı sağlayarak artacak, böylece cari açık azalacak, cari açık azaldıkça da enflasyon düşecekti. Nasrettin Hoca hikayesine benzetilen bu teori, “Enflasyonu, paranın alım gücünü düşürerek düşüreceğiz” gibi saçma bir cümleyle özetlenebilir.

İktisat kitapları penceresinden baktığınızda gerçekten de saçma, mantıksız ve alay konusu olacak bir teori bu. Ama sınıf penceresinden baktığımızda bu saçmalığın bir mantığı olduğunu görüyoruz. Bu planın amacı, emeği ucuzlatıp sömürüyü daha da katmerli hale getirmek, böylece krizin yükünü işçi sınıfının üstüne yıkarak sermayeyi rahatlatmaktan ibaret. 

Bu planın bir yanında, ulusal ve uluslararası düzeyde işlediği ağır suçlar yüzünden seçim kaybetme korkusu bir kabusa dönen Erdoğan’ın, düşük faizle bol kepçe kredi pompalayıp, kısa süreli bir ekonomik canlanma ve refah havası yaratarak seçim kazanma taktiğini bir kez daha sahneye koyma hesabı da var. Ancak bu durum işin esasını, Merkez Bankası’nın faiz indirimleriyle start alan yeni politikanın krizin yükünü işçi sınıfının sırtına yıkma, sömürüyü daha da artırma olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

Merkez Bankası Başkanı Kavcıoğlu’nun Enflasyon Raporu toplantısında, kendisinin bile tam inanmadığını ele veren kırık dökük cümlelerle ifade ettiği yeni politika, aslında sermaye sözcüleri tarafından bir yıldan uzun süredir defalarca dillendirilen bir proje. Bu projeyle sermaye sınıfı, Covid-19 salgınından kendine bir fırsat çıkartma arzu ve çabasında.

Covid-19 salgınının uluslararası tedarik zincirinde kırılmalara ve tıkanıklıklara yol açtığı biliniyor. Bu önce Çin’de kapanmalar yüzünden üretimin aksaması şeklinde kendini gösterdi. Zira Çin dünyanın bir numaralı ihracat ve üretim merkezidir. Bunun bir ayağında Çin’in kendi üretimi, ikinci ayağında ise uluslararası dev şirketlerin Çin’de yaptırdıkları fason üretim yer alıyor. Çin, devasa nüfusu ve düşük ücret seviyesi ile küresel kapitalist dünyanın maliyetleri düşürüp kârları artırma stratejisinin en önemli dayanağı haline gelmiş durumda. Uluslararası dev şirketlerin tedarik zincirlerinin başlangıç noktası Çin.

Kapanmaların büyük ölçüde sona ermesinin ardından gelen dönemde, ertelenen ve bekleyen talebin devreye girmesiyle, üretimin talebe yetişememesi yüzünden tedarik zincirlerinde darboğazlar ortaya çıktı. Tekrar kapanmaların başlayacağı korkusuyla stokları artırma eğilimi de buna eklenince sıkıntı daha da büyüdü. Öyle ki dünyanın yük gemisi ve konteyner kapasitesi, ürünlerin nakliyesine yetmediği için ürünleri alıcı ülkeye ulaştırmak için konteyner ve gemi bulmak bile büyük sorun haline geldi. Ayrıca Çin’deki üretime aşırı bağımlı olan uluslararası şirketler, benzer tıkanıklıkların ortaya çıkma ihtimalini azaltmak için fason üretimlerini farklı ülkelere dağıtma konusunu tartışmaya başladılar.

İşte Türkiye’de sermaye sınıfının Covid-19’dan fırsat çıkarma iştahına kapılmasının arka planında bu gelişmeler var. Türkiye’nin coğrafi olarak Avrupa pazarlarına Çin’e oranla çok yakın olması önemli bir avantaj olarak görülüyor. Batı Avrupa pazarlarının yakınındaki Polonya, Romanya, Bulgaristan, Kuzey Makedonya gibi ülkelerle karşılaştırıldığında ise bu ülkelerin nüfus ve üretim kapasitelerinin yetersiz olması Türkiye için avantaj sayılıyor.

Sermaye sınıfı bunlara bakarak Türkiye’yi Avrupa’nın yeni Çin’i yapma hayali kuruyor. Ama bu hayalini eğitim, bilim, teknoloji ile değil, ucuz emeğin sırtına binerek gerçekleştirmeyi arzuluyor.

Erdoğan iktidarı, izlediği emek düşmanı politikalarla ücretleri açlık seviyesine çekerek, güvencesizliği çalışma düzeninin temel unsuru haline getirerek ve dev bir işsizler ordusu yaratarak sermaye sınıfının bu hayaline, şimdiden uygun bir zemin yaratmış bulunuyor.

Son gelinen noktada döviz kurunun dizginlerini bırakma ve kur artışından medet umma politikası işte bu zemini daha azgın bir şekilde sağlamlaştırma amacını taşıyor. Türkiye’de asgari ücret daha şimdiden Çin’in bile gerisine düşmüş durumda. Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) verilerine göre Çin’in ekonomik olarak en önemli merkezi durumunda bulunan Şanghay’da aylık brüt asgari ücret 2 bin 590 yuan. Bu güncel kurlarla 405 dolara karşılık geliyor. Buna karşın Türkiye’deki brüt asgari ücret 9,50 liralık dolar kuruyla hesaplandığında 376 dolar. Dolar 10 liraya çıkarsa brüt asgari ücret 358 dolara inecek.

Türkiye’deki asgari ücret, Çin’in bile yaklaşık yüzde 10 altına düşmüş vaziyette. Üstelik Türkiye’de asgari ücretten gelir vergisi alınırken Çin’de aylık 5 bin yuana kadar gelir, yani asgari ücretin yaklaşık iki katına kadar gelir, vergiden muaf. Ayrıca anaokulu dahil eğitimdeki her çocuk için ayda bin yuan, kira gideri için ayda bin 200 yuan, konut kredisi faiz gideri için bin yuan, birlikte yaşanan 60 yaş üstündeki yaşlılar için ayda 2 bin yuan gider vergi matrahından indirilebiliyor.

Daha da önemlisi, asgari ücret Türkiye’de ana ücret durumunda. Emekçilerin ezici çoğunluğu asgari veya ona çok yakın düzeyde bir ücretle çalışıyorlar. Bu yüzden ortalama ücretler asgari ücrete yakın bir düzeyde kalıyor. Çin’de -yine Şanghay’dan örnek verecek olursak- ortalama ücret, asgari ücretin 4 katını buluyor. Yani Çin’in Şanghay bölgesinde ortalama ücret 1.620 doları (15 bin 400 TL) buluyor.

Türkiye’deki asgari ücret, Avrupa’nın en zayıf ekonomilerindeki asgari ücret düzeylerinin de oldukça altında. ILO verilerine göre güncel kurlarla asgari ücret Bulgaristan’da 386 dolar, Kuzey Makedonya’da 420 dolar, Karadağ’da 384 dolar, Hırvatistan’da 657 dolar, Sırbistan’da 427 dolar, Slovenya’da 812 dolar, Çekya’da 686 dolar, Slovakya’da 723 dolar, Macaristan’da 533 dolar, Polonya’da 704 dolar, Romanya’da 541 dolar, Yunanistan’da 880 dolar.

Erdoğan rejimi ve sermaye sınıfı, vahşi bir sömürü düzeninin ifadesi olan işte bu resme sırt dayayarak krizden çıkış yolu arıyor şimdi. Ara malları ticaretinde kendisi dış ticaret açığı veren, otomotiv gibi ihracatının en yüksek olduğu alanda bile ithalata aşırı bağımlı olan bir ekonominin, nasıl olup da Avrupa’nın taşeron üretim merkezi haline geleceği sorusunun ikna edici bir yanıtı yok.

Erdoğan rejimi ve sermaye sınıfının giriştiği bu kumarda, masaya sürecek ucuz emek gücünden başka bir kozu yok. O yüzden Avrupa’nın yeni Çin’i olma planının başarısı, her adımda emeği daha da ucuz hale getirmeye, sömürüyü artırdıkça artırmaya bağlı. Kurların artışına yol vermek, Türk Lirası’nın değerini düşürmek bu stratejinin temel araçlarından birisi olacak.

Türk Lirası’nın değer kaybı halka enflasyon olarak geri dönecek. Enflasyon karşısında eriyen ücretlerle emekçiler her geçen gün daha da yoksullaşacak. Erdoğan rejiminin Avrupa’nın yeni Çin’i olma politikası, sermaye sınıfına hizmet ederken işçi sınıfı üzerindeki baskıları ve sömürüyü daha da artıracak.

Sermaye sınıfının farklı sözcülerinin, Merkez Bankası’nın faizleri düşürmesinin ardından yaptıkları eleştirel açıklamalar, konunun gerçek özüne yapılan itirazlar değil. Sermaye sınıfı sözcülerinin rahatsız olduğu nokta, Merkez Bankası’nın sık sık söylem değiştirmesi, itibarının kalmaması yüzünden kurlarda ortaya çıkan aşırı oynaklık. Piyasalardaki aşırı oynaklık ve belirsizlik, sermaye sahiplerinin de önlerini görmelerini zorlaştırıyor ve işlerin tıkanmasına yol açıyor.

Örneğin Erdoğan iktidarının her uygulamasını alkışlamayı görev bilen TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu da Merkez Bankası’nın faiz indirimi ve kur artışları üzerine, daha önce hiç yapmadığı bir şekilde eleştirel bir açıklama yaparak, piyasalardaki dalgalanmadan rahatsız olduklarını dile getirdi. Ama bundan birkaç gün sonra, bankalara faizlerini düşürme çağrısı yaparak, Merkez Bankası’nın yeni politikasından daha fazla nemalanmanın davulunu çalmaya başladı.

Ayrıca kurlardaki artış özel sektörü eskisi kadar yaralamıyor artık. Berat Albayrak döneminde uygulanan ve 128 milyar dolar rezervin buharlaşmasıyla sonuçlanan süreçte, döviz açık pozisyonlarını büyük ölçüde kapattılar. Kamu bankalarının bol kepçe ve ucuz kredilerini alıp, Merkez Bankası’nın ortaya saçılan rezervlerinden paylarına düşeni alarak kendilerini güvence altına aldılar. İstanbul Sanayi Odası’nın 500 büyük sanayi kuruluşu araştırmasına göre Türkiye’nin en büyük 1000 sanayi kuruluşu, 2020 yılında kambiyo işlemlerinden kâr etti. Yani sanayi devleri, döviz açık pozisyonlarını büyük ölçüde kapatmış durumdalar. Dış borçları yüksek olan şirketlerin çoğu da ihracatçı şirketler olduğu için kur artışının tahribatı, ihracat fiyatlarındaki artışla dengelenmiş oluyor.

Geldiğimiz noktada döviz kurlarındaki artış, döviz rezervleri eksiye düşen Merkez Bankası ile dış borçları sürekli artan Hazine’ye fatura çıkartıyor. Bu faturaları da son noktada emekçi halk ödeyecek.

Kurlardaki artışın sermaye sınıfını fazla rahatsız etmemesinin bir diğer nedeni de servetlerini dövize bağlamış olmaları. Orta sınıflar dahil sermaye kesimi, nakit varlıklarını altın ve dövize kaydırmış durumda. Kur artışı onların zararına değil yararına çalışıyor. Bu durum toplumda gelir dağılımının yanı sıra servet dağılımının da iyice bozulmasına yol açıyor. 

İLİŞKİLİ HABERLER