Son günlerde ekonomi gündeminin en alevli konusu, “128 milyar dolar nerede?” sorusunda ifadesini bulan Merkez Bankası’nın döviz rezervlerindeki akıl dışı kayıp. Bu skandal, gerici-faşist Erdoğan rejiminin ekonomi uygulamalarının karakterini bir kez daha ortaya sermiştir.
128 milyar dolar skandalı, bir yanıyla Erdoğan’ın kendi saray rejiminin bekası için gözü dönmüşlük ölçüsünde tehlikeli yollara girebildiğinin, bunu yaparken halkın ve ülkenin çıkarlarını ayaklar altına almaktan çekinmediğinin, hiçbir kural ve kanun dinlemediğinin açık bir örneğidir. Diğer yanıyla izlediği tehlikeli ekonomik politikaların sınıf karakterinin de ifadesidir. Çünkü attığı her adım sonuçta, başta kendine doğrudan bağlı müteahhit çetesi olmak üzere sermaye sınıfına ve yabancı uluslararası fonlara hizmet ediyor. Ama öte yandan atılan her adımda emekçilere de fatura çıkıyor.
Başta Erdoğan olmak üzere AKP sözcüleri ve bakanları önce olayı tamamen inkar ettiler. Döviz rezervlerinde bir kayıp olmadığı yalanını yüksek perdeden dillendirdiler. Ancak bu kimseyi ikna etmedi ve kamuoyunda Erdoğan’ın arzuladığı etkiyi yaratmadı. Bunun üzerine tehdit ve baskılar devreye sokuldu. Polis baskısıyla parti binalarındaki pankartlar bile indirilmeye, konuyu dile getirenler hakkında cumhurbaşkanına hakaretten davalar açılmaya başlandı.
Bu da kar etmeyince, döviz rezervlerindeki devasa erimeyi kabul etme noktasına gerilediler. Artık sadece bunun mevzuata uygun olduğu, döviz satışında yolsuzluk yapılmadığı, rezerv satışlarının ekonomi için gerekli olduğu gibi gerekçelerle yaptıklarını savunmaya çalışıyorlar.
Bunun için Merkez Bankası Başkanı’ndan Hazine ve Maliye Bakanı’na, AKP sözcülerinden bizzat Erdoğan’a kadar konu hakkında laf edebilecek herkes televizyonlara çıkarak, demeçler vererek halkı inandırmaya çabalıyorlar. Yalanlar ve çarpıtmalarla bezenmiş bu açıklamalar, cehalet ve bilgisizlik örneği ifadelerle dolu. Bu yüzden uluslararası düzeyde bile alay konusu oluyorlar.
Rezervler sarayın siyasi bekası için çarçur edildi
Başta Erdoğan olmak üzere ilk dile getirilen gerekçe, döviz rezervlerinin “Türkiye ekonomisini zor duruma düşürmek isteyen dış güçlerin operasyonlarına karşı savunma” amacıyla satıldığı oldu. Bu tamamen yalan. Çünkü riskli döviz satışları yerel seçimlerin hemen öncesinde başladı. Ayrıca örneğin 2018’deki Rahip Brunson olayında, ABD Başkanı Trump attığı bir tweet ile döviz piyasalarının altüst olmasını sağlamıştı. O günlerde dolar 4 TL düzeyinden 8 TL’nin üzerine fırlarken, Merkez Bankası rezervinden tek bir dolar bile satılmamıştı.
Döviz rezervlerini satış operasyonunun nedeni, cari açığı finanse etmek de değildi. Çünkü arka kapı yollarından döviz rezervi satışının başladığı 2019 yılında Türkiye, cari açık değil tam tersine cari işlemler fazlası verdi.
Ekonomiyi felaket noktasına getiren devasa döviz satış operasyonlarını başlatan gerçek neden, siyasi seçim hesaplarıydı. Erdoğan yönetimi, kendi siyasi bekası için bu tehlikeli yola başvurdu. Arka kapı yollarının kullanıldığı örtülü döviz rezervlerini satma operasyonları, 2019 yerel seçimleri öncesinde yapılan anketlerde AKP’nin büyükşehir belediyelerini kaybedeceğinin ortaya çıkmasıyla başladı. Amaçlanan, bir yandan bankalara sopa sallayarak ucuz kredi pompalayıp sahte bir refah havası yaratırken, öte yandan bunun kurlarda yol açacağı artışı döviz satışıyla frenlemekti.
Çark nasıl işledi?
Sırf seçimleri kaybetmemek için başlatılan bu operasyonun foyası meydana çıkmasın diye, döviz satışları Merkez Bankası tarafından değil kamu bankaları aracılığıyla Hazine tarafından yürütüldü. Bunun için Hazine, Merkez Bankası’nda tutması gereken döviz mevduatını kamu bankalarına aktardı. Kamu bankaları da yurtiçi ve dışı piyasalarda bu dövizleri satarak döviz kurlarını düşürmeye çabaladı.
Oysa döviz rezervlerini ve kur politikasını yönetmek Merkez Bankası’nın görevi. Ayrıca Merkez Bankası’nın döviz piyasası operasyonları için yıllardır bu işte tecrübe kazanmış bir birimi var. Merkez Bankası’nın bu birimi aracılığıyla döviz piyasalarına yaptığı müdahale, herhangi bir kamu bankasının döviz satmasına göre çok daha etkili ve güçlü. Merkez Bankası, bankalar arası döviz piyasasında doğrudan satış yapmanın yanısıra ihale düzenleyerek döviz satma yolunu da kullanıyor. Son yıllarda da Merkez Bankası, döviz piyasasına müdahale ederek doğrudan satış yapmak yerine sadece ihale yöntemi ile döviz satışı yapıyordu.
Merkez Bankası’nın her iki yolla yaptığı döviz satışlarının miktarı ve ihalelerdeki fiyatlar, kısa bir süre içerisinde açıklanıyordu. Erdoğan iktidarının Merkez Bankası yerine kamu bankaları üzerinden döviz satışı yapmayı tercih etmesinin nedeni, hem satış operasyonunu, hem de kimlere satış yapıldığını gizlemekti. İktidar sözcüleri bugüne kadar yaptıkları açıklamalarda, döviz satışlarının neden daha etkili olan Merkez Bankası tarafından değil de kamu bankaları üzerinden yapıldığı konusunda tek bir laf bile etmediler.
AKP yerel seçimlerde kritik büyükşehirleri kaybedince, Erdoğan yönetimi örtülü döviz rezervi satışını, seçimlerden sonra da sürdürdü. Faizleri yapay olarak düşük tutup, ucuz kredi patlamasıyla ekonomide sahte bir rahatlama yaratmaya çabalarken, kurlardaki artışı frenleyerek enflasyonu da sınırlamayı hayal ettiler. Tek amaçları yerel seçimlerde belirgin şekilde ortaya çıkan oy kaybını durdurabilmekti.
Bu çark kısa sürede kendi kendini büyüten bir bataklık halini aldı. Merkez Bankası rezervi olan, kamu bankaları eliyle satılan dövizlerin birinci müşterisi Türkiye’den çıkmak isteyen yabancı fonlardı. İkinci büyük müşteri şirketler oldu. Üçüncü müşteri ise TL yerine dövizi tercih eden bireylerdi.
Yabancı fonlar Merkez Bankası rezervinden yapılan satışlar sayesinde daha düşük kurdan daha karlı bir şekilde döviz alarak Türkiye’yi terk ettiler. Bireyler ve şirketlere satılan döviz ise dövizi alan birey ve şirketlerin banka hesabına geçti. Bankalar kendilerine mevduat olarak gelen bu dövizi, swap (takas) yoluyla getirip Merkez Bankası’na geri verdiler. Böylece Merkez Bankası sahibi olduğu dövizi piyasadan borç olarak geri toplar hale geldi.
Merkez Bankası’na borç olarak geri dönen bu dövizler kamu bankaları aracılığıyla tekrar satıldı. Bankalar kendilerine tekrar gelen bu dövizi de Merkez Bankası’na ikinci kez borç olarak verip karşılığında TL aldılar. Böylece Merkez Bankası’nın döviz borçları daha da artmış oldu. Aynı döviz Merkez Bankası ile bankalar arasında sürekli gidip gelmeye devam etti ve her dönüşünde de Merkez Bankası’nın döviz borçları katlanmış oldu. Bu arada Merkez Bankası’nın yanısıra Hazine de döviz cinsi borçlarını artırmak zorunda kaldı. Hazine’nin tahvil çıkartarak topladığı dövizin de önemli bölümü bu operasyonda satıldı.
Bu çark, döviz rezervleri tamamen tüketilip, Merkez Bankası’nın net rezervi eksi 50 milyar doları geçene kadar sürdü. Sürdürülmesi imkansız hale gelince de dövizi yapay yollarla baskı altında tutma politikası terk edildi, faiz yükseltildi ve bu arada damat bakan gemiyi terk etti.
Tek kârlı çıkan sermaye sınıfı oldu
Gerici-faşist Erdoğan iktidarının kendi bekası için giriştiği bu tehlikeli operasyon, ekonomide telafisi zor bir tahribat yarattı, ekonomideki kırılganlıklar zirvesine çıktı. Erdoğan yönetiminin faizleri de kurları da düşük tutma hayali boşa çıktı. 128 milyar dolar gibi, herşey yolunda gitse yerine konulması yıllar alacak miktarda bir döviz rezervinin çarçur edilmiş olmasına rağmen, sonunda hem kurlar hem faizler yükseldi.
Tüm bunlardan karlı çıkan tek kesim sermaye sınıfı oldu. Yaklaşık iki yıl süren bu operasyon sayesinde yabancı sıcak para fonları, Türkiye’yi terk ederken kazançlarını daha düşük kurdan dövize çevirerek çifte kar elde etme imkanına kavuştular. Döviz rezervlerindeki 128 milyar doları bulan erimenin 70 milyar dolar kadarı yabancı fonların çıkışına gitti.
Geri kalan bölüm ise yurtiçinde ağırlıklı olarak şirketler ve bireylere gitti. Bu şirketlerin başında Erdoğan’ın ihale şebekesi içindeki enerji ve inşaat şirketlerinin yer aldığını tahmin etmek zor değil. Sermaye kesimi ucuz fiyattan aldıkları bu dövizin bir kısmını dış borçlarını azaltmakta kullandı. Bir kısmını da döviz mevduatını artırarak kur artışından kar etmek için kenara ayırdı.
Sermaye kesimi dış borçlarını ucuz maliyetle kapatırken, hem Merkez Bankası net döviz borçlusu haline geldi, hem de Hazine daha fazla döviz borcu almak zorunda kaldı. Böylece yapılan iş aslında sermayenin dış borçlarının Hazine ve Merkez Bankası’na transfer edilmesi oldu.
Bu, sermaye sınıfının dış borç ve kur riski yükünün Hazine üzerinden halkın sırtına yüklenmesi demektir. Yüksek faiz, yüksek kur ve artan borçlanmanın faturası, yeni zamlar, enflasyon, düşük ücret ve artan işsizlik baskısı ile emekçilere çıkartılacaktır.
Bireylere giden dövizin yaratacağı sonuç da toplumdaki gelir-servet dağılımındaki eşitsizliğin daha da derinleşmesi olacaktır.