Tayyip Erdoğan’ın Hazine ve Maliye Bakanı Nureddin Nebati, son günlerde kâh yurtdışında, kâh yurt içinde farklı şehirlerde sık sık toplantılar yapıp konuşuyor. Bu konuşmalarında sık sık birbiriyle çelişen laflar da ediyor. Nebati son olarak “Türkiye ekonomisini kurtardık, elhamdülillah” demiş.
Bu nasıl kurtarmaksa! Bu sözlerin daha birkaç gün öncesinde Hazine, yurtdışından 2 milyar dolar borç bulabilmek için ABD piyasalarının dört katı faiz ödemeyi kabul etmek zorunda kalmıştı. Ve yine birkaç gün önce, Fransa’da uluslararası fon yöneticilerine utanç verici bir teslimiyetle, Türkiye’ye döviz getirmeleri halinde onların işine gelmeyen bürokratları da, kuralları da, kanunları da değiştirme teminatı vermişti. Buna rağmen Türkiye, tarihinin en yüksek tefeci faiziyle borçlanabildi.
Nebati, “Faiz ve kur odağında, sığ bir alanın içerisinde sıkışan Türkiye ekonomisini kurtardık” diyor. Bu laflar tam bir göz boyama ve yalan. Ekonominin ne faiz, ne de kur belasından kurtulması sözkonusu.
Kur sorunu bütün yakıcılığıyla orada duruyor ve yoldan çıkan enflasyon ile geniş halk kitlelerini yoksullaştırmaya devam ediyor. Nebati, sözleriyle kurlarda düşüş varmış gibi bir hava yaratmaya çabalıyor. Ama şu anda yıllık kur artışı yüzde 90’ın üzerinde. Türkiye tarihinde gördüğü en yüksek devalüasyonlardan birini yaşıyor. Türk Lirası dünyada en fazla değer kaybeden birkaç para biriminden birisi. AKP şefi Erdoğan’ın hemen hemen her gün piyasaları altüst eden bir konuşma yaparak ortalığı yangın yerine çevirdiği Aralık ayı öncesinde dolar kuru 10 TL dolayındaydı. Bu haliyle son dört ayın devalüasyon oranı bile yüzde 40 gibi yüksek bir düzeyde.
Üstelik bu, tıpkı damat bakan Berat Albayrak döneminde 128 milyar dolar döviz rezervinin buharlaştırıldığı süreçte olduğu gibi, Merkez Bankası’nın gizli kapaklı döviz müdahaleleriyle ancak sağlanabiliyor. Kur korumalı mevduat uygulamasına geçen tüm döviz mevduatları Merkez Bankası hesabına geçmiş oldu. Buna ilaveten ihracatçı şirketlere, ihracat bedellerinin dörtte birini Merkez Bankası’na satma zorunluluğu getirildi. Bu iki kaynağa rağmen Merkez Bankası’nın emanet dövizler hariç ekside olan net döviz rezervinde bir değişiklik yok, hatta kötüye gidiş var. Demek ki Merkez Bankası, kurları frenleyebilmek için hala arka kapıdan yüklü miktarda döviz satmak zorunda kalıyor.
Bu yüzden önce sadece bireysel döviz mevduatları için uygulamaya giren kur korumalı mevduat sistemine kısa sürede şirketler de dahil edildi. Bu da yetmeyince yurtdışındaki gurbetçiler sisteme dahil edildi. Döviz rezervlerindeki ağır hasarı onarmaya bu kadarı da yetmeyince iş, sistemi yabancılara da açmak noktasına kadar vardı.
Bunun bir nedeni de, Erdoğan yönetiminin “kur artışı sayesinde ihracatın ve turizm gelirlerinin artacağı ve cari açığın kapanacağı” hayalinin boş çıkması. Cari açık gibi yapısal bir sorunun sadece kurları yükselterek çözülemeyeceği, son ödemeler dengesi rakamlarıyla ortaya çıktı. Ukrayna’daki savaş, hem dünyada petrol ve doğalgaz fiyatlarını artırarak, hem de turizmden beklentileri tehlikeye atarak manzarayı iyice bozdu.
Bunlar, bırakın cari açığın kapanmasını daha da açılmasına yol açacak gelişmeler. Cari açığa ilaveten Türkiye’nin bu yıl ödemesi gereken dış borç miktarı 170 milyar dolar. Döviz rezervleri eksiye, kredi derecesi de çöp düzeyine düşmüş bir Türkiye’nin bu kadar dış borcu çevirmesi ve artan cari açığı finanse edebilmesinin maliyeti çok yüksek olacak.
Bu yüzden Hazine, son dış borçlanmasında ABD’deki piyasa faizinin 4 katı bir maiyetle para bulabildi. İçeride sözüm ona düşük faiz bayraktarlığı yapan Erdoğan yönetimi, uluslararası sermayeye şu an dünyadaki en yüksek faiz oranlarından birini sunarak borç alıyor.
Aslında durum yurt içinde de farklı değil. Kur korumalı mevduat sistemine girenlerin ilk vade dönüşleri şu sıralarda gerçekleşiyor. Sistemin başladığı günlere göre kurlardaki üç aylık artış yüzde 27’yi geçti. Bu yüzden bu mevduatlara üç ay için yüzde 27 faiz ödenecek. Üstelik bu faiz gelirinden hiçbir vergi de alınmayacak.
Üç ay için yüzde 27 faiz, yıllık olarak yüzde 160 faize denk geliyor. Sözde faizleri düşürdüğü iddiasıyla ortada dolanan Erdoğan yönetiminin gerçek faizi şu anda yüzde 160 düzeyinde ve bu Türkiye tarihinde nadir görülen yükseklikte bir orandır.
Sonuç olarak Nebati’nin “Faiz ve kur odağında, sığ bir alanın içerisinde sıkışan Türkiye ekonomisini kurtardık” sözlerinin kur ayağı da faiz ayağı da kocaman bir yalandan ibaret.
Bu yalanın arkasına gizlenen bir gerçek var: Erdoğan iktidarının ekonomide attığı bu adımlarla kurtardığı ülke ekonomisi değil sermaye sınıfı, sermayenin kârlarıdır. Erdoğan yönetiminin büyük buluş ve başarı olarak sunmaya çalıştığı kur korumalı mevduat sistemi, ekonominin hiçbir sorununa çözüm getirmezken, her kanaldan sermayeye hizmet ediyor.
Kur korumalı mevduat sisteminin birinci kazananı, bankalardaki mevduatın büyük bölümüne sahip olan bir avuç büyük sermayedar ve büyük şirketler. Erdoğan, görünüşte düşük faiz çığırtkanlığı yaparken gerçekte rantiye sınıfına tarihte görülmemiş yüksek bir faiz veriyor. Bu yetmiyormuş gibi, bu yüksek faiz gelirinden beş kuruş vergi dahi almıyor.
Bu sistemin ikinci kazananı bankalar. Bu sistem sayesinde bankalar, kur korumalı mevduata katılan döviz mevduatından kaynaklanan kur riskinden kurtulmuş oldular. Bankalar topladıkları döviz mevduatını da Türk Lirası olarak kredi verdikleri için, kurlardaki artış bankalar için kur riski yaratıyordu. Kur korumalı mevduat sisteminde Hazine ve Merkez Bankası, bankaların üstündeki bu riski kendi üstüne alıyor.
Nitekim kur korumalı mevduat sistemine girenlerden üç aylık vadesini tamamlayanlara verilen yüzde 27’lik faizin sadece yüzde 4.25’lik kısmını bankalar ödeyecek. Kalan yüzde 22.75’lik bölümü Hazine ödeyecek. Hazine ve Merkez Bankası için daha sistemin ilk üç ayında 130-140 milyar lirayı bulan bir fatura ortaya çıkmış durumda. Kur artışının aynı hızla devam etmesi halinde, yıl sonunda fatura 500-600 milyar lirayı bulacak. Bütçe açığına hesaplarda olmayan böylesine dev bir faturanın daha eklenmesi, ekonomi için tam bir çöküş anlamına gelir.
Hazine ve Merkez Bankası, şirketlere ve yüksek mevduat sahiplerine olağanüstü yüksek faiz imkanı sunarak milyarlarca lira aktarırken, bankaların kur riskini hafifleterek onların kârını da artırıyorlar. Nitekim bunun sonuçlarını banka kârlarındaki artışta gördük.
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu’nun (BDDK) açıkladığı bankacılık sisteminin Şubat ayı bilançolarına göre, bankalar yılın ilk iki ayında kâr patlaması yaşadılar. Bankacılık sektörünün iki aylık vergi öncesi kârı, geçen yıla göre yüzde 362 artarak, 10.99 milyar liradan 50.8 milyar liraya fırladı. Yabancı bankaların kârı yüzde 229, yerli özel bankaların kârı yüzde 374, kamu bankalarının kârı ise yüzde 622 arttı.
Erdoğan iktidarının düşük Merkez Bankası faizi de aynı şekilde bankalara ve sermaye sınıfının kârlarını artırmaya hizmet ediyor. Merkez Bankası bankalara verdiği borç için aldığı faizi yüzde 14’e kadar düşürdü. Yüzde 14’lük faizi bir tek Merkez Bankası’nın bankalara verdiği parada görüyoruz. Bunun dışında her alanda faizler çok daha yukarıda ve üstelik Merkez Bankası faizini düşürürken diğer alanlarda faizler düşmek bir yana yükselmişti. Örneğin Merkez Bankası, bankalara yüzde 14 faizle para pompalarken, Hazine çıkardığı tahvillerle bankalardan yüzde 27.5 faizle borçlanıyor. Bu durumda bankalar, Merkez Bankası’ndan yüzde 14 faizle aldıkları borç parayı, taş atıp kolları yorulmadan, hiçbir risk almadan doğrudan Hazine’ye borç verdiklerinde ödediklerinin iki katı faiz geliri elde ediyorlar. Bunun sonucu da banka kârlarında patlama şeklinde karşımıza çıkıyor.
Erdoğan’ın faiz sisteminin bir diğer kazananı da sermaye sınıfı oluyor. Çünkü Merkez Bankası, enflasyonun çok çok altında bir faizle bankalara para pompalayarak, şirketlerin de bankalardan enflasyonun altında bir faizle kredi almalarına imkân yaratıyor. Sermaye sınıfının buna yüksek işsizlik oranını da istismar ederek düşük ücret politikasını eklemesiyle, sonuç vahşi bir sömürü düzeni ve patlayan şirket kârları oluyor.
Hisse senetleri borsada işlem gören şirketlerin açıklanan kârları, bunun somut birer göstergesi olarak karşımızda duruyor. Örneğin 2021 yılında Kardemir’in kârı 62.5 kat, Anadolu Isuzu Otomotiv’in kârı 14.5 kat, Bossa’nın kârı 7.8 kat, Uşak Seramik’in kârı 7.4 kat, Çimsa ve Kordsa’nın kârı 4.7 kat, Ditaş Doğan Yedek Parça’nın kârı 4.3 kat, Petkim’in kârı 4.1 kat, Ereğli Demir Çelik’in kârı 3.6 kat, Döktaş Dökümcülük’ün kârı 3.1 kat, Karsu Tekstil’in kârı 2.6 kat, Şişe Cam’ın kârı 2.26 kat, Çemaş Döküm’ün kârı 2.1 kat arttı.
Erdoğan iktidarının bu politikaları sermayeye kâr olarak akarken, emekçilere ise kayıp olarak yansıyor. Bunun en net ifadesini de mili gelir hesaplarında görüyoruz. Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verilerine göre, son iki yılda emeğin gayrı safi yurtiçi hasıladan aldığı pay hızla küçüldü.
2021 yılında TÜİK’in hesabına göre, ekonomi yüzde 11 gibi potansiyelinin iki katı hızla büyürken emeğin gelirden aldığı pay yüzde 29.40’tan yüzde 27.04’e indi. 2019’de emeğin payının yüzde 31.37 olduğunu dikkate alırsak, iki yılda emeğin kaybı 4.33 puanı buldu. Yani 2019’da emek ürettiği pastadan 8 dilim pay alıyorsa, 2021’de bu 8 dilimin bir diliminden daha büyük bir parçayı sermaye emekten alıp kendi kârlarına ekledi.
Ekonominin can damarı imalat sanayiinde emeğin kaybı genel ortalamanın üstüne çıkıyor. İmalat sanayiinde emeğin yarattığı katma değerden aldığı pay 2021’de 5.16 puanlık bir kayıpla yüzde 33.73’ten yüzde 28.57’ye düştü. 2019’da imalat sanayiinde emeğin payının yüzde 36.76 olduğunu dikkate alırsak, iki yıllık kayıp 8.19 puan gibi fahiş bir düzeye ulaşıyor.
Bu veriler, Covid-19 salgın koşullarında 2020 yılında Erdoğan iktidarının izlediği politikalarla güç bulan vahşi sömürü koşullarının, kısıtlamaların kalktığı 2021 yılında da derinleşerek sürdüğünü gösteriyor.
Erdoğan iktidarının ekonominin ağırlaşan koşulları karşısında aldığı her karar, tercih ettiği her politika, sermayenin kârlarını şişirirken, vahşi sömürü sistemini emekçiler açısından daha da ağırlaştırıyor.
Erdoğan iktidarının izlediği düşük Merkez Bankası faizi ve kur korumalı mevduat sistemi de sermayenin kârlarını şişirirken, tüm riski ve faturayı ilk aşamada Hazine ve Merkez Bankası’na aktarıyor. Bu fatura sonrasında yüksek enflasyon ve türlü çeşitli vergiler yoluyla emekçi halka yıkılıyor. Ülke ekonomisi iyice batağa saplanırken fatura da tsunamiye dönen yüksek enflasyon, düşük ücretler, artan işsizlik, ağırlaşan çalışma koşulları, yaygınlaşan ve derinleşen yoksulluk, artan sefalet ve açlık, bunlara eşlik eden baskılar ve sindirme politikalarıyla emekçi halka çıkartılıyor.