Geçen hafta KEYK Doğu Seksiyonu yöneticilerinden Türkiye uzmanı P. Kitaygorodski’nin Aralık 1925 tarihli ve Türkiye’de İşçi Hareketi başlıklı metnini yayınlamıştık... Şimdiyse J. Kitaygorodski’nin 29 Eylül 1927 tarihli ve Türkiye’de İşçi Sınıfının Durumu başlıklı metnini sunuyoruz. (Türkiye’deki gelişmelere aynı düzeyde hâkim, aynı dönemde ve aynı konuda yazan, aynı soyadını taşıyan, yalnızca baş harflerden ibaret ön isimleri farklı görünen yazarların gerçekte aynı kişi olması ihtimali yüksektir).
İzleyen günlerde aynı konuda ve aynı döneme ait üç metin daha sunacağız.
TKP’nin kuruluşundan başlayarak Türkiye’de komünist ve işçi hareketini incelemek, kuruluşu ve evrimi içinde burjuva cumhuriyeti ile onun dümenini tutan Kemalist hareketi incelemek birbirinden ayrı düşünülemez. Sunduğumuz metinlerin de açıklıkla tanıklık ettiği bir gerçektir bu.
Kemalist hareket ve onun önderliğinde kurulan burjuva cumhuriyet, daha en başından itibaren işçi sınıfına ve emekçi köylülüğe tam bir karşıtlık ve düşmanlık içinde oldu. Aynı tutumun ezilen Kürt ulusuna ve öteki azınlık milliyetlere karşı da sergilendiğini biliyoruz.
Açık bir sınıf bilinciyle hareket eden, çıkarlarını temsil ettiği burjuvazinin hızla palazlanması için sömürü ve soygunun önünü dizginsizce açan Kemalist iktidar, işçi sınıfına sendika ve grev hakkı başta olmak üzere en sıradan demokratik hakları tanımaktan kesin bir tutumla geri durdu. İşçi sınıfının her türden hak arama mücadelesini mümkün olan her yolla yozlaştırmaya ve boşa çıkarmaya çalışmakla kalmadı, gerektiği her durumda onu baskı ve terörle ezmek yoluna gitti.
Metinlerde bahsi geçen ve daha 1923 yılı başında toplanan İzmir İktisat Kongresi’nde vaadedildiği halde ancak 1936 yılında çıkarılabilen İş Kanunu, Cumhuriyetin kuruluşunu izleyen fiili duruma yasal bir biçim vermekten başka bir şey değildi. Tıpkı komünist harekete ve toplumsal muhalefete karşı hazırlanan ceza yasalarında olduğu gibi, işçi sınıfını çok yakından ilgilendiren İş Kanunu da faşist İtalyan yasalarından uyarlamaydı. Böyle olduğu için de başta sendika ve grev hakkı olmak üzere işçi sınıfını en ilkel örgütlenme ve hak arama olanaklarından yoksun bırakması şaşırtıcı değildi.
Açık bir sınıf bilinci ve tutumu içinde, Tarihsel TKP’nin önderlik kadrolarını daha ilk adımda gaddarlıkla yok eden Kemalist hareketin sonraki tüm politikaları da bununla uyumlu olmuştur.
Tüm tarihsel tablonun bize en açık bir biçimde sunduğu gerçek şudur: Kemalist burjuvazinin işçi sınıfına ve emekçi köylülüğe açık ve kesin düşmanlığı ile tarihsel TKP’ye nefes aldırmayan baskı ve terör politikaları, aynı gerçeğin iki yönünden başka bir şey değildir.
1925-1927 döneminden yayınladığımız ve yayınlayacağımız işçi hareketi konulu metinlerin bize tüm açıklığı ile gösterdiği gerçek de budur.
***
1- Genel düşünceler
Türkiye’de genç yerli burjuvazinin siyasi ve iktisadi bakımlardan sağlamlaşması, Türkiye’nin bağımsızlığı için verilen milli savaşın sonucudur. Emperyalizme karşı kazanılan zaferin meyvalarını toplayan sadece milli burjuvazi oldu. Anadolu’nun emekçi sınıfları kendilerini sadece onun için ateşe atmış oldular. Buna karşılık köylülük ve özellikle de şehir proletaryası, muzaffer milli burjuva devriminden sosyo-ekonomik ve siyasi bakımlardan pek az kazançlı çıkmıştır.
“Halk Fırkası” aracılığıyla Türk toplumunun kaderini yönlendiren milli burjuvazinin siyasi ve iktisadi bakımlardan sağlamlaşması karşısında, Türkiye işçi sınıfının siyasi haklardan yoksun olması, örgütsüzlüğü, dağınıklığı ve tüyler ürpertici sefaleti tam bir karşıtlık oluşturmaktadır.
Genç Türk burjuvazisi, Anadolu proletaryasının sayıca azlığından ve zayıflığından yararlanarak, isyan eden köylülüğe de hâkim olmak istemekte ve henüz filizlenen bu hareketi sadece milli burjuva nitelikte bir devrim yoluna saptırarak onu kendi etkisi altına almaya çalışmaktadır.
1919-1923 yılları arasında Anadolu proletaryası, kendisi zayıf olduğu için, köylüleri sosyalist devrim yoluna çekebilecek kadar etkileyemedi; işte bu olgu, Anadolu burjuvazisinin ekmeğine yağ sürmüştür. Yaptığı sayısız açıklamalarda Türk köylülüğünün durumunu düzelteceğini, “Allah’ın izniyle” bütün emekçilere eşitlik ve adalet kapılarını açacağını, işçilere iş güvenliği sağlayacağını vaadetmesine karşılık, iktidara gelir gelmez bu vaatlerinin birini bile, pek tabii ki, yerine getirmedi.
Yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde köylülüğün durumunu anlatmayı bir başka sefere bırakarak, bu makalemizde Türkiye’nin siyasi ufkunda açık seçik beliren Türkiye proletaryasının durumunu inceleyeceğiz.
2- Türkiye işçi sınıfının iktisadi durumu
Son yıllarda Türkiye proletaryası gözle görülür bir biçimde büyüdü. Demiryollarında, tramvay işletmelerinde, dokuma, tütün fabrikalarında ve yabancı sermaye tarafından kurulmuş olan diğer fabrikalarda çalışan işçilere, son yıllarda yerli sermaye tarafından kurulan fabrika, atölye ve işletmelerde çalışan işçiler de katılmıştır. Örneğin 1920-1926 yılları arasında Türkiye’de yerli sermayenin olanaklarıyla, 5 beygirin üstünde motor gücüne sahip, nispeten küçük 626 fabrika kurulmuş, toplam 22 milyon Türk lirası tutarında sermayeye sahip 69 sanayi şirketi oluşturulmuş, 223 büyük un değirmeni, 116 hızar atölyesi, 25-50 beygirlik motor gücüne sahip 61 dokuma fabrikası inşa edilmiştir. Sadece 1925 yılında toplam 70 bin iğlik 9 dokuma fabrikası kurulmuştur. Bunun dışında 50 sabun imalathanesi ve biri İstanbul yakınlarındaki Alpullu’da, diğeri ise İzmir'in doğusunda Uşak’ta olmak üzere 2 şeker fabrikası işletmeye açılmış ve sadece yerli sermayeyle 423 km. demiryolu döşenmiştir.
Bütün bu yabancı, karma ve saf milli sermayeye ait sanayide çalışan Türkiye işçi sınıfının sayısı hakkında ne yazık ki kesin bir şey söyleyemeyeceğiz. Türkiye’de sağlıklı istatistikler yoktur; hatta bugün bile yeni Türkiye’nin nüfusunu tespit etmek oldukça güçtür. Bazılarına göre Türkiye’nin nüfusu 7 milyon, bazılarına göre ise 14 milyon dolayındadır. Şehirlerdeki ücretlilerin sayısının azami 200 bin olduğunu söyleyebiliriz. Bunun içinde Avrupa’daki anlamıyla saf sanayi işletmelerinde çalışanların sayısı ise, rahatlıkla 30 binin üstündedir. Geçtiğimiz yıl içinde sanayileşme hızı düştüğü halde, Türkiye’deki sanayi işçilerinin sayısı her yıl artmaktadır.
Kemalist hükümetin tarım siyaseti ise (zengin köylüleri kayırma; Ziraat bankalarının sadece kredi alabilecek güçteki köylülere -ki Türk köylerinde bunların sayısı parmakla gösterilecek kadar azdır- borç ve kredi vermesi; vergi siyaseti) Türkiye köylerinde sınıflaşmayı hızlandıran bir zemin yarattı. Bunun sonucunda da yoksullaşan muazzam bir köylü kitlesi köyünü terketmek zorunda kalarak, emek piyasasını doldurdu. Bunun yanı sıra, şehir nüfusunun köye kıyasla çok daha ağır bir vergi yükü altında ezilen alt ve orta sınıfları da, köyde olduğundan daha fazla proleterleşmektedir. (Dipnot: Türkiye proletaryasının safları, böylece bir yandan köylük bölgelerden gelen, öte yandan da küçük burjuvazi ve kısmen de, iktidardaki partinin izlediği maliye ve vergi siyaseti yüzünden iflasa sürüklenen orta burjuvazi tarafından doldurulmaktadır. Küçük ve orta burjuvaziden gelenlerin sayısı köylük bölgelerden gelenlere oranla daha yüksektir.)
Son dört yılın devlet bütçesini yakından incelersek, birinci olarak Türkiye’deki şehirli tüketiciyi inleten dolaylı vergilerin ve tekellerin artırıldığını, ikinci olarak da tarımda tüm dolaysız vergileri indirme yönünde bir eğilimin belirginleştiğini görürüz. Örneğin dolaysız vergiler, toplam vergi gelirleri içinde 1924’de yüzde 33,5 tutarken, 1927’de bu yüzde 22,3’e düşmüştür. Tarımdaki dolaysız vergiler ise, 1924’de yüzde 28,8 iken, 1927’de yüzde 14,2 olmuştur. Buna karşılık tütün, kibrit, şeker ve gazyağı tekellerinden elde edilen gelirler 1924 yılında toplam gelirin yüzde 12,7’sini oluştururken, bu sayı 1927 yılında yüzde 23’e kadar çıkmıştır.
Bu durumda en fazla zarar görenler, genel vergilerin, yani tüketim vergisi, okul vergisi ve buna benzer diğerlerinin yanısıra, bir de kazanç vergisi vermek zorunda olan işçi tüketicilerdir. Ücretinden kesilen dolaylı ve dolaysız vergilerle gelirinin büyük bir kısmını devlete kaptıran bir işçinin, ülkedeki pahalılık karşısında ailesini nasıl geçindirdiği akıl almaz bir iştir.
Kemalist basın bile Türkiye işçisinin beslenmesinin yetersizliğine dikkat çekmek zorunda kalıyor. Savaş öncesine oranla hayat pahalılığının on dört kat artmış olmasına karşın, işçi ücretleri sadece üç kat artmıştır. Türkiye işçisinin kazancı, geçmek için zorunlu olan asgarinin de altındadır. Bazı iş alanlarında, örneğin tramvay işletmesinde, iş günü on beş saati bulmaktadır. Çalışma saatleri tamamıyla düzensizdir. Askeri atölyelerde ve demiryollarında, öğle yemeği ve kahvaltı araları dışında, dokuz saatlik iş günü uygulanmaktadır. Dokuma ve tütün işletmelerinde ise iş günü, 11-12 saati bulmaktadır.
En iyi ücreti demiryolu işçileri (vasıflı bir işçinin ortalama ücreti 2 lira 50 kuruştur); en kötü ücreti ise tütün işçileri almaktadırlar (Vasıflı bir işçi ortalama 2 lira, vasıfsız işçi ise 80 kuruş alır. Türk lirası aşağı yukarı 2 Reichsmark değerindedir ve 1 lira = 100 kuruştur).
Şimdi örnek olarak, ayda ortalama 55 lira kazanan az vasıflı bir demiryolu işçisini ele alalım. Bu paranın 5 lirası özel bir kazanç vergisi olarak kesilir. Bu işçi ayrıca okul, kaldırım ve sağlık vergisi olarak her ay 2,5 lira ödemek zorundadır; oda kirası ise ayda 10-12 lira tutar. Böylece elinde 37,5 lira kalır. Eğer evli değilse, bu para kıtı kıtına geçinmesini sağlar. Günlük yiyeceği 75 kuruş tutar. Sabah kahvaltısı peynir ekmek, öğle yemeği fasulye ya da nohut çorbasından ibarettir. Sadece tatil günlerinde öğle yemeğinde et yiyebilir. Bütün bunlar ona ayda 22,50 liraya mal olur. Eğer bir yardımlaşma sandığına üyeyse, ayda 1 lira da oraya ödemek zorundadır. Ayrıca demiryolları şirketi hesabına zorla kesilen özel bir vergi daha vardır: Bununla işçilerin sık sık çarptırıldıkları cezaları kastediyoruz. Bir işçinin ayda ortalama 3-8 lira ceza ödediği hesaplanmıştır. Fransız ve İngiliz şirketleri, (Türkiye demiryollarının büyük çoğunluğu Fransız-İngiliz sermayesine aittir) devletin işgüvenliği sağlamakla yükümlü olduğundan haberleri bile olmayan Türkiyeli işçileri insafsızca sömürürler. Ceza için ortalama 4 lira kesildiğini kabul edersek, bizim demiryolu işçisinin elinde (burada bekar bir işçiyi örnek aldığımızı unutmayalım), akşam yemeği, traş, gazete, hamam, giyim, ayakkabı, sinema vb. masraflar için topu topu 10 lira kalıyor. İşçinin bu parayla bu pahalılıkta ancak büyük yoksunluklara katlanarak geçinebileceği açıktır. Peki, ya bir de ailesi varsa? Veremden en yüksek ölüm oranının işçiler arasında görülmesine ve işçi semtlerinde çocuk ölümlerinin korkunç rakamlara ulaşmasına gerçekten hiç şaşmamak gerekir
Biz burada gene de nispeten “iyi” ücret alan bir işçi kesimini örnek aldık. Diğer işçi kesimlerinde, örneğin dokumacılık ve tütünde işçilerin aldığı ücret, ayda 26 lira ve 30-35 liradır. İzmir ya da İstanbul’daki bir tramvay memurunun eline, 15 saatlik bir işgünü sonunda 1 lira 25 kuruş geçer.
İçinde bulundukları durumdan dolayı işçi kitlelerinin büyük bir hoşnutsuzluk, hatta öfke duymalarına şaşmamak gerekir. Sağda solda tamamen kendiliğinden olmak üzere iktisadi grevler patlak vermekte, hatta bunlar zaman zaman kısmi başarılarla da sonuçlanmaktadır. Örneğin Mayıs ayında tütün işçileri ve Adana’daki demiryolu işçilerinin grevlerinde görüldüğü gibi. Bu konuya ileride yeniden geleceğiz.
3- Grev hareketleri
Bu yılın Mayıs ayı başında İstanbul’da tütün işçilerinin yaptığı grev, son derece ilginç gelişmeler gösterdi. Grev, ekonomik temelde başlamıştı. İşçilerin çoğunluğunu, Trakya’dan kaçmış olan ve oradayken devrimci Bulgar örgütlerinin etkisi altında bulunan Türkler oluşturuyordu. Türkiye’nin geri bilinçli işçilerinin belirgin özelliği sebatkarlıktır, nitekim bu özelliği grevci işçiler de gösterdi. Grev, tam işlerin en sıkışık olduğu mevsimin ortasında patlak verdi ve işveren, 8 günlük grevden sonra, boyun eğmek ve ücretlere belli ölçülerde zam yapmak zorunda kaldı. Grev komitesine bir de kadın işçi seçilmişti. Bu kadın işçi, büyük kahramanlık gösterdi ve davranışlarıyla grevci işçilerin moralini yükseltti. Grevdeki işçilerin sayısı üç bini bulmaktaydı ki bu, Türkiye’nin geri işçi hareketi için muazzam bir rakamdır. Kemalist hükümet “küplere bindiği halde güleryüz göstermek” zorunda kaldı (grev yabancı bir şirkette yapılıyordu) ve “barışçı yoldan” çözüm bulmak amacıyla greve karıştı. Doğrusu grevciler de fazla “küstah” davranıyorlardı. Fabrika, fabrika dolaşıyor, grev gözcüleri yerleştiriyor, çalışmak isteyenleri oradan uzaklaştırıyor, grev kırıcıları kan revan içinde bırakana kadar dövüyorlardı. Grevcilerin inatçılığı karşısında hükümet grevin devlet işletmelerine de sıçramasından korktuğu için (İstanbul’daki devlet işletmelerinde 12 bin tütün işçisi çalışmaktadır), patronları taviz vermeye ikna ederek grevi bitirme karan aldı. Böylece orta dereceli vasıflı işçilere, günde 150 kuruş yerine 170 kuruş ücret tanındı.
Adana demiryollarına bağlı 800 işçi ve memurun çalıştığı Yenice-Nusaybin yan hattında patlak veren grev de, özellikle ilgi çekicidir. Adana demiryolu Fransız sermayesine aittir. Bu hat, Türkiye’nin esas olarak pamuk ekilen en verimli toprak parçasından geçmektedir. Adana, Türkiye’nin güneyinde yer alan ve sayısız dokuma, çırçır ve tütün fabrikalarının yoğun olarak bulunduğu büyük bir işçi merkezidir. Bazı fabrikalarda iş mevsiminde 2 bin ve üstünde işçi çalışır.
Burada çalışma koşulları son derece ağırdır, hele ısının sıfırın üstünde altmış dereceye kadar yükseldiği yaz aylarında! Demiryolu atölyelerinin olsun, diğer fabrikaların olsun insan sağlığı açısından son derece kötü donatılmış olduğunu, bilmem ayrıca belirtmeye gerek var mı? Buna karşılık bazı fabrikalarda en modern makina tekniği kullanılmaktadır.
Tatil günlerinde demiryolu işçilerine normal olarak ücret ödenmez. Sakatlanmalardan işçiye demiryolu hastanesinde parasız bakılsa da, kaybettiği zamanın ücreti kendisine ödenmez. Aynı şekilde iki haftalık izin hakkı tanınmakla birlikte, bu süre için işçiye beş kuruş para verilmez. İşçi kitlelerinin içinde yüzdüğü korkunç yoksulluk yüzünden, doğal olarak bu haktan yararlanan pek kimse çıkmaz. Fazla mesainin karşılığı da her zaman ödenmez. İşçiler yaşlı ustaların keyfi davranışları ve ceza sistemi altında ezilmektedir. Herhalde işçilerin bundan daha ağır sömürüldüğü bir durum tasavvur edilemez. Nihayet geçtiğimiz Haziran ayında demiryolu işçilerinin sabrı taştı ve grev başladı. Hükümet adına vali, alelacele istasyona koştu ve grevcilere işbaşı yapmalarını telkine çalıştı. Bunun üzerine grev komitesinin başkanı olan bir işçi, heyecanlı bir konuşma yaparak, milli hükümeti, Türk iş gücünü sömürerek semiren yabancı sermayeyi kayırmakla suçladı. X yoldaşın valiyi rezil etmesi, grevcileri coşturdu. Grevciler büyük bir heyecan içinde, demiryolu şirketi, grev komitesince saptanan 30 talebi kabul etmediği sürece işbaşı yapmamaya ant içtiler. Ayrıca, şirket tarafından hayasızca sömürülen Türk memurların da bu greve katılması özel bir önem taşır. Türkiye hükümeti ile Anadolu Demiryolları İşletmesi arasındaki özel bir anlaşmaya göre (bu anlaşma 1923 Lozan Konferansından sonra yapılmıştır) şirket, ancak çok az sayıda yabancı memur çalıştırma hakkında sahiptir. Ne var ki, bu anlaşmaya uyulmuyor. Üstelik yabancıların aynı iş için aldıkları maaşın kendi maaşlarının iki katı olması, Türk memurların onurunu kırmaktadır, işte bu durum, Türk oldukları için aynı şekilde haksızlığa uğrayan memurlarla işçileri birbirine yaklaştırdı. Yenice-Nusaybin hattında çalışan yüksek dereceli memurların da greve katılmalarının nedeni budur.
Resmi makamlardan gelen baskı karşısında şirket, bir aylık süre istedi. Grev komitesi, işçilere yeniden iş başı yaptırabilmek için epeyi ter dökmek zorunda kaldı. Bu bir aylık sürenin sonunda şirket, işçilerle memurların taleplerini yerine getirmeyeceğini bildirdi. İşçilerin öfkesi had safhadaydı. Bunun üzerine, geçen süre boyunca gizlilik şartlarında çalışmış olan grev komitesi, tüm hat, yani tam 250 km boyunca grev emri verdi. Trenler durdu, depolardan çıt çıkmaz oldu. Şirket, kendi grev kırıcılarının yardımıyla bir treni kaldırabildi. İşçiler, trenin gitmesini engellemek için toplu halde tren raylarının üstüne yattılar. Bunun üzerine polis ve jandarma harekete geçirildi ve rayların üstünde yatan işçilere yaylım ateşi açıldı. Türkiye için olağan üstü bir şey olan bu olay ateş edenleri de etkilemiş olacak ki çoğu kuru sıkı ateş etti. Nitekim yaralı sayısının çok az olması (ölü hiç yoktur) da bunu göstermektedir.
Resmi makamların bu davranışı, Türk toplumunun tüm kesimlerinde öfke uyandırdı. Tam o sırada seçim kampanyası olduğu için, bu durum Kemalistlerin hiç işine gelmiyordu. Öyle ya, “milli” bir iktidar olarak, yabancı sermayenin sömürdüğü Türk işçileri üstüne ateş açtırmak onlara pek yakışmıyordu.
Ne yazık ki, bu grevin nasıl sonuçlandığı hakkında elimizde henüz kesin bilgiler yok. Ancak şirketin, eninde sonunda, bazı tavizler vermeyi kabul ettiğini öğrenmiş bulunuyoruz.
Bu grev, Türkiye işçisinin hiç de kaderine boyun eğmiş bir yaratık olmadığını açıkça göstermiştir. Türkiye işçisi, bugüne kadar tutsağı olduğu milliyetçi ideolojiden kendini yavaş yavaş kurtarmaktadır. Bir zamanlar Sultanların hükümetinden kendine hayır gelmeyeceğini öğrendiği gibi, bugün de milliyetçi hükümetten kurtuluş beklemenin anlamsız olduğunu görüyor. Bağımsız sınıf mücadelesinin zorunlu olduğu bilinci, geniş işçi kitleleri arasında adım adım yayılıyor. İşte Adana grevi bunu açıkça göstermiştir. Zaruretler, kitlelerin içinde yüzdüğü umutsuz yoksulluk, acımamız sömürü, açlık, yarınından emin olmama, işte bütün bunlar Türkiye işçilerinde sınıf bilinci uyandıracak güçlü etkenlerdir.
4- Sendika Hareketi
Bizim anladığımız anlamda bir sendika hareketi Türkiye’de yoktur. En gelişmiş örnek olan yardımlaşma dernekleri ortaçağ tipinde yardım sandıklarıdır. Abdülhamit zamanından kalma kanunlara göre 10 kişinin bir araya gelip bir yardımlaşma sandığı kurma hakkı vardır. İstanbul’da, İzmir’de, Adana’da, Ankara’da ve diğer şehirlerde çoktan beri bu tür kuruluşlar bulunuyor. Örneğin içinde birkaç yüz kadın işçinin de çalıştığı Ankara cephane fabrikasında, bu işçilerin hepsi yardımlaşma sandığına üyedir. Her iş kolunda, tütün sanayinde, dokumacılıkta ve diğer sanayi dallarında, kendi aralarında birleşmemiş “böyle pek çok kuruluş” vardır. İstanbul’daki ilerici “Amele Teali Cemiyeti”nin en büyük hizmeti, bütün bu varolan kuruluşları modernleştirmeyi amaç edinmesi ve bunları gerçek sendikalara dönüştürmek ve ülke çapında genel bir sendika konfederasyonunda birleştirmek için düzenli bir mücadele vermesidir.
“Teali”, toplam olarak 300-350 işçiyi kapsamakla birlikte, etkisi bunun çok üzerindedir. Örneğin 1 Mayıs’ta İstanbul’da yapılan ve 200 işçinin katıldığı grev, bunu göstermiştir. Bayramlıklarını giymiş ve yakalarına kırmızı kurdeleler takmış olan işçiler, “Teali”nin odalarında biraraya toplanarak bir ağızdan işçi marşını söylemişlerdir. “Teali”, İstanbul’daki işçilerin birleşme merkezi olmuştur. Bu işçi örgütünde bir kulüp ve akşam kursları da açılmıştır ki, bu Türkiye için alışılmamış bir şeydir.
İktidardaki Kemalist parti, işçi hareketini kendi vesayeti altına almak için durmadan uğraşmakta, ancak bunu her zaman başaramamaktadır. Şu ana kadar Mecliste bir iş kanunu tasarısını tartışacak zaman bile bulamamıştır. İktidardaki partinin kendine en az dert ettiği şey, işçi kitlelerinin çıkarlarıdır. Son dört yıl içinde Meclis, hem günlük hayatı değiştiren hem de kamu siyasi hayatını etkileyen önemli reformlar getirmiş olmasına rağmen, Sosyal güvenlik alanında tek bir reform bile yapmamıştır.
Meclis komisyonu tarafından tartışılarak kabul edilen yeni iş kanunu tasarısı, işçilerin durumunu daha da kötüleştiriyor. (Örneğin askeri fabrikalarda 9 saatlik işgünü yerine on saatlik işgünü getirilmektedir). Dağılan Meclis, bu kanun tasarısını, ancak önümüzdeki Ekim ayında toplanacak olan yeni Meclise devretmiş bulunuyor. Mecliste çoğunluğu elinde tutan milli burjuvazi, tüm siyasi reformları sadece kendi sınıf çıkarları açısından yapmaktadır.
Türkiye işçi sınıfı, bundan sonra da her türlü haktan yoksun, sefalet içinde yaşamaya zorlanacaktır. Çalışma saatlerinin düzenlenmesi, fabrikaların denetlenmesi diye bir şey yoktur. İşverenlerle herhangi bir anlaşmazlık çıktığında, kanunlar, polis ve mahkemeler işverenin tarafını tutmaktadırlar. Sosyal sigorta olmadığı gibi, bir emek borsası da yoktur. İşçilerin kitleler halinde genç yaşta ölmeleri, her yerde rastlanan bir olgudur. Kemalist basın bile, işçi semtlerini kasıp kavuran verem, skorbüt ve diğer hastalıklar nedeniyle buralarda rastlanan korkunç ölüm oranlarına dikkati çekmekte, alarm zillerini çalmaktadır.
Hele milli azınlıklara mensup işçilerin durumu, Kemalistlerin siyaseti sonucunda daha da kötüleşmiş olduğundan, büsbütün beterdir. Bir kere, Rum, Yahudi ve Ermeni işçilerin, bırakınız şehirler arasında ikametgâh naklini, bir kasabadan diğerine göçe dahi hakları yoktur. İkinci olarak, bunlar devlet işletmelerine alınmazlar. Bu insanlar, bir anlamda, Türkiye proletaryasının paryalarıdır. Sadece, ilerici Türk işçilerin etkisi altındaki “Teali” cemiyetinin, İstanbul’daki tüm proleterlere karşı enternasyonalist dayanışma siyaseti izlediğini görüyoruz. Bu cemiyet, hangi ırktan ve dinden olursa olsun bütün işçilere seve seve kucağını açmaktadır. Diğer cemiyetlerde ise gene milli kısıtlamalar vardır. Kemalistler, Türk işçi kitlelerinin en hassas noktası olan milliyetçilik duygularını kullanma çabası içindedirler.
Ama işçi sınıfı, gene de “hareket ediyor”! Milliyetçi hükümet, giriştiği kanlı eylemlerle, uyguladığı zulümle ve burjuvaziden başkasına siyaset yapma hakkını tanımamakla, kendi maskesini gene kendi düşürmekte ve işçi kitlelerinde sınıf kini uyandırmaktadır. İşte Adana demiryolundaki son grev, Türkiye’de kitlelerin içinde bulundukları uyuşukluktan sıyrıldıklarını, doğulu kaderciliğinden kurtulduklarını, bağımsız sınıf mücadelesi yoluna girdiklerini gösteren en güzel örnektir.
29 Eylül 1927
Heft 38-39, Berlin
(Komünist Enternasyonal Belgelerinde Türkiye Dizisi-4,
Türkiye Komünist ve İşçi Hareketi, Aydınlık Yayınları, Mart 1979, s. 166-178)