İşçi hareketinin dünü, bugünü ve yarını üzerine / 2

12 Eylül yenilgisi, işçi hareketi ve bahar eylemleri

Bahar eylemlerini, onu doğuran iktisadi-siyasal koşulları, şekillenme biçimini ve yol açtığı sonuçları ele almadan önce, işçi hareketinin 12 Eylül faşizmine teslimiyeti sorununu irdelemek gerekir.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Sınıf
  • |
  • 19 Mayıs 2021
  • 08:00

Bahar eylemleri olarak adlandırılan, Türkiye işçi hareketinin en yaygın eylemlilik süreçlerinden biri olan ‘80 sonrasının yeni yükseliş dönemi, son tahlilde kendinden önceki mücadele döneminin (‘60-80 arası) deneyim ve birikimlerine dayanıyordu. Bir yanıyla işçi sınıfının 12 Eylül darbesine verdiği geç kalmış bir tepkiyi de içeriyordu. Ancak ne bahar eylemleri işçi hareketinin 12 Eylül darbesi ile verilen bir aranın ardından kaldığı yerden yoluna devam etmesinin ifadesidir. Ne de sonuçları itibarıyla 12 Eylül, etkisini bir süre sonra yitiren bir siyasal süreç olmuştur.

12 Eylül askeri-faşist darbesi, Türkiye’nin siyasal tarihinin etkileri hala da tam olarak geride bırakılamayan çok önemli bir dönemecidir. Sonuçları itibarıyla onu bu kadar etkili kılan birçok faktör vardır. Darbenin ekonomi-politiğinin dünya kapitalizminin yeni yönelimlerine dayanıyor olması, uyguladığı kıyıcı baskı ve şiddetin kendinden öncekilerle kıyaslanamayacak düzeye ulaşan boyutları bunların başında sayılabilir.

Fakat onun daha sonraki süreçte de etkili olması sadece bu iki faktörle açıklanamaz. Belki de bunlardan daha önemli olanı, başta işçi hareketi ve devrimci hareket olmak üzere toplumsal muhalefetin darbe karşısında gösterdiği teslimiyet ile bu teslimiyeti içinden çıkılması zor bir cendereye çeviren ‘89 yılında yaşanan Sovyetler Birliği’nin çöküşüdür.

Bu açıdan bahar eylemlerini, onu doğuran iktisadi-siyasal koşulları, şekillenme biçimini ve yol açtığı sonuçları ele almadan önce, işçi hareketinin 12 Eylül faşizmine teslimiyeti sorununu irdelemek gerekir. Zira, ne olmuştur da onca görkemli görünümüne rağmen işçi hareketi darbeye bu kadar kolay boyun eğmiştir sorusuna verilecek yanıt, bahar eylemlerini, onu doğuran nedenleri ve karşı karşıya kaldığı temel sorunları anlamak açısından da gereklidir.

Ayrıca, 12 Eylül darbesinin toplumda ve işçi sınıfında yol açtığı değişimin kapsamı ne olursa olsun, bunlar bir yerde sonuçtur. Ve son tahlilde işçi hareketinin zayıf düşürülmesi sayesinde uygulanabilirlik kazanmıştır. Dünya kapitalizminin bu dönemde yaşadığı yapısal dönüşüm sürecinin etkileri, sosyalizm düşüncesi ve sınıf mücadelesi anlayışının evrensel planda yaşadığı prestij kaybı gibi faktörler ise özellikle bahar eylemleri sonrası dönemi etkilemiş, önümüze aşılması gereken yeni temel sorun alanları olarak çıkmıştır. Şimdilik konumuz bahar eylemleri dönemi işçi hareketi olduğuna göre, sorunun bu yönüne ‘90’lı yıllar ve sonrası ele alınırken değinmek daha yerinde olacaktır.

Bu bölümde işçi hareketinin 12 Eylül karşısında gösterdiği kolay teslimiyetin nedenlerini kendini önceleyen dönemlerle bağlantısı içinde ele almaya çalışacağız. Devamında ise bahar eylemlerini ve işçi hareketinin ‘80 sonrası “yeniden oluşum” sürecini irdeleyeceğiz. Özellikle bahar eylemlerinin geri çekilmesinin ardından ortaya çıkan sorun alanları ile sınıf hareketinin bugün içinde bulunduğu çıkmaz arasındaki ilişkiyi ve bugüne kadar akan süreç içinde biriken çözüm dinamiklerini ortaya koymaya çalışacağız. Ama önce Türkiye işçi sınıfının genel gelişim seyri ve bu gelişim seyri içinde bahar eylemlerinin yeri konusunda bazı ön hatırlatmalarda bulunmak faydalı olacaktır.

İşçi hareketi tarihimiz üzerine bazı hatırlatmalar

Modern biçimini ‘60’lı yıllarda almış olsa da, Türkiye işçi hareketinin tarihini Osmanlı’ya kadar uzatmak mümkündür. Bu tarih, birbirini takip eden evrelerden çok araya giren kesintilerin ürünü kopuşlar üzerinden şöyle şekillenmiştir:

Sınıfın nicel darlığına rağmen oldukça diri görünen Osmanlı işçi hareketinden cumhuriyet dönemine pek bir şey kalmaması, Kurtuluş Savaşı ve cumhuriyetin ilk yıllarında yaşanan ivmelenmenin sonraki sürece sınırlı etkisi, 1925 ile 1946 arasında yaşanan uzun suskunluk dönemi, bir anda kendini dışa vuran ancak devletin saldırısı ile “kaybolan” 1946 çıkışı, ‘46’dan 60’a kadar uzanan eylemlilik açısından kısır dönem, nihayet ‘60-80 yükselişi ve 12 Eylül’ün yol açtığı büyük kesinti... Sonrasında işçi hareketinin bahar eylemleriyle yeniden ayağa kalkış çabası, eylemlerin geri çekilmesi ve 12 Eylül politikalarının hayata geçirilmesine karşı ortaya çıkan önemli mücadele örneklerine rağmen engellenemeyen çözülme süreci...

Çok parçalı ve kesintili görünen bu tablonun ‘80 öncesi dönemi (çok özgün koşulların ürünü olarak sonrasına pek bir şey bırakmayan cumhuriyet öncesi bir yana bırakılırsa) temelde iki ana evreden oluşur. Rejimin kendini tahkim etmesinden (1925) ikinci emperyalist savaşın sonuna kadar uzanan süreç, Türkiye işçi sınıfının ilk oluşum sürecidir. Kapitalizmin gelişim düzeyi ve biçimiyle bağlantılı olarak işçi sınıfın toplum içindeki nicel maddi ağırlığı fazlasıyla sınırlıdır. Yer yer ortaya çıkan mücadele örneklerine rağmen eylem gücü ve kapasitesi için de aynı şey geçerlidir. Gerek bu maddi sınırlılığın ürünü gerekse egemen sınıf politikalarının sonucu olarak, bu ilk oluşum sürecinin, örneğin batıdaki işçi sınıfının gelişim seyri ile karşılaştırıldığında, önemli “özgünlükler” taşıdığı da açıktır. (Türkiye de işçi sınıfının kendine özgü gelişim süreci ve sonuçları için bkz. Türkiye İşçi Hareketi Tarihinden Kesitler, Kızıl Bayrak, Sayı:4-5-6)

Türkiye işçi hareketinin esas gelişme ve modern manada oluşum süreci ikinci emperyalist savaş sonrasında yaşanır. Hızlı kapitalistleşme sürecinin sonucu olarak işçi sınıfı nicel planda büyük bir gelişim gösterir. Toplum içindeki maddi ağırlığı artar. İşçi hareketi ‘60’lı yıllardan itibaren ortaya koyduğu mücadele kapasitesi ile hissedilir bir toplumsal kuvvet haline gelmeye başlar. 12 Mart’ın yol açtığı kısa durgunluk dönemine rağmen gelişimini politik bilinç ve örgütlülük düzeyini ilerleterek sürdürür. Büyük bir atılım ifade eden bu süreç 1978 yılının ortalarına kadar sürer. İşçi sınıfı asıl şekillenişini bu dönemde yaşar. Büyüyen militan mücadeleler içinde gerçek manada sınıfsal kimlik kazanır. Bu atılımın dinamikleri ‘50’li yıllarda mayalanmış, ‘60-80 dönemi onun doğrusal bir uzantısı olmuştur.

Ancak Saraçhane Mitingi’ni bir başlangıç noktası olarak alabileceğimiz 1960-80 yükselişi kendini önceleyen süreçlerden köklü bir kopuşu da ifade eder. Artık ortada maddi toplumsal varlığı ile modern bir işçi sınıfı ve yaşanan sosyal uyanışa paralel olarak gelişen, siyasal ağırlığı belirgin bir biçimde artan militan bir işçi hareketi vardır. O güne kadar örgütlenme arayışı başta olmak üzere hak ve özgürlükleri kısıtlanan, sorunları kadar sınıfsal varlığı ve kimliği inkar edilen işçi sınıfı, bu dönemde maddi bir sınıf kimliği kazanır ve bilincine vurulan ideolojik-siyasal prangaları aşmaya başlar. Kapitalizmin hızlı gelişimi kadar dünyada ve ülkede yaşanan sol yükseliş de bu süreci kolaylaştırır. Çok kullanılan bir kavramlaştırma ile söylersek, işçi hareketi bu dönemde “kendiliğinden bir sınıf olmaktan kendisi için sınıf” olmaya doğru önemli bir yol kat eder. Zaten 12 Eylül’ün esas hedeflendiği de kat edilen bu yol olmuştur.

‘80 sonrası dönem ise, bugünü de içine alacak şekilde Türkiye işçi sınıfı için yeni bir evreye işaret eder. Bu evrenin özelliklerini ilerde ayrıntılı olarak ele alacağız. Ancak şimdiden altını çizmek gerekir ki, bu evrede gerçekleşen, hareketi ortaya çıkaran taleplerin iktisadi niteliği ve eylem biçimlerinin barındığı bazı pasif öğeler nedeniyle yer yer küçümsenen bahar eylemleri, Türkiye işçi hareketinin ikinci büyük yükseliş dönemidir.

Bahar eylemleri ile ilgili ön değinmeler

Bahar eylemleri, ‘60-80 dönemi işçi hareketinden çok daha farklı koşullarda, hatta bazı açılardan farklı dinamiklere dayanarak ortaya çıktı. Darbenin işçi hareketinde yol açtığı kesinti 12 Mart gibi olmadı. Hareket kendi mevzilerini koruyarak geçici bir suskunluğa bürünüp, sonra yeniden kaldığı yerden yoluna devam edemedi. Askeri darbe, işçi sınıfının onlarca yıl içinde elde ettiği hak ve kazanımlarını gaspetti, biriktirdiği mevzileri dağıttı. İşçi sınıfı ağır iktisadi saldırılar ve baskıcı uygulamalara karşı tekrar meydanlara çıktığında, “bir yeniden başlama” sorunu ile yüz yüze kaldı. Üstelik solun yükseliş dönemi yalnızca ülkede değil evrensel planda da sona ermişti. ‘70’li yıllarda şiddetini hissettiren krize yanıt olarak gündeme getirilen “yeni” ekonomik yönelimler ve buna eşlik siyasal politikalar (neo-liberal saldırı ve dünyada yeni sağın yükselişi) dünya ölçüsünde egemenlik kurmuş ve bunun soldaki ideolojik yansımaları belirginleşmeye başlamıştı. Henüz herkes tarafından açıklıkla kabul edilmese de, Sovyetler Birliği ve Doğu Bloku’nda adım adım işin sonuna doğru geliniyordu. Darbenin şefi Evren’in “eğer darbe olmasıydı uygulanamazdı” dediği iktisadi-sosyal yıkım politikaları işçi sınıfını kendi tarihinin önemli atılımlarından birini yapmaya iten zemini döşerken, sadece ülke değil dünya da yeni bir dönemin eşiğindeydi.

İşçi hareketi bu ağır siyasal konjonktürün dezavantajları içinde ama güçlü bir iç dinamizmle sömürü ve baskı rejimine karşı harekete geçerken, geçmiş birikimlerinden şu veya bu ölçüde şüphesiz faydalandı. ‘80 öncesinin görkemli mücadele süreçlerinin anısı hala canlıydı ve o dönemin içinden gelen sosyalizme eğilimli bir kuşak hala sınıfın saflarındaydı. Her ne kadar darbe karşısında sergilenen teslimiyetin yol açtığı umutsuzluk önemli bir faktör olsa da, sınıfın ileri kesimlerinde “bir genel eylemlilik süreci”nin tabloyu tersine çevirebileceği dair güçlü bir beklenti de vardı. Ve kolay teslimiyet olgusunun getirdiği örgüte ve örgütlenmeye güvensizlik ile mücadelenin zaruri ihtiyacı olarak “yeni örgütlenme” arayışı iç içe yaşanıyordu.

Hareket başlangıçta basit gündelik talepler etrafında ilerliyor gibi görünse de, geçmişi bazı açılardan aşabilecek bir nesnel zemin üzerinde şekilleniyordu.

‘60-80 arası işçi hareketinin en önemli özelliklerinden biri de “icazetçi mücadele” anlayışından yaşadığı kopuştu. Ancak bu kopuş en militan biçimleri kullandığında dahi çoğu zaman içinde güçlü bir yasalcılık (anayasacılık) barındırıyordu. 12 Eylül’ün faşist yasaları bu algıda kendiliğinden gedikler açtı. Ortaya çıkan her eylem dinamiği neredeyse baştan yasa dışıydı ve hareket fiili meşru bir zeminde ilerlemek zorunda kalıyordu.

Darbenin ‘60-80 dönemi işçi hareketi üzerinde belirgin bir etkisi bulunan sendikal bürokrasi ve reformizmi de hedeflemiş olması, nesnel olarak tabandan gelişen mücadele eğilimlerine hareket zemini yaratıyordu. Bağımsız taban örgütlenmesi geleneği zayıf olan işçi hareketi için bu önemli bir durumdu.

Darbeyle etkisizleştiren burjuva sol partiler de ileri işçi kitleleri için sorunların çözümünde güç odağı olamayacak durumdaydı. Bu da sınıfın kendi öz gücüne güvenme eğilimini güçlendiriyordu.

Sözkonusu olan bir toparlanmadan çok ağır siyasi koşullarda yaşanan bir yükselişti. ‘80’li yılların ikinci yarısında ufak kıpırdanışlarla başlayan, mevzi direnişlerle ilerleyen, ‘89’dan itibaren kitlesel bir zemin kazanan işçi hareketinin bu yeni yükseliş dönemi oldukça kısa sürdü. Mengen barikatlarından başlayan geri çekilme bütün ‘90’lı yıllar boyunca inişli çıkışlı bir seyir izledi. 2000’li yıllar ise artık işçi hareketinin birleşik zemini kaybettiği bir dönem oldu.

Bahar eylemlerinin geri çekilmesiyle, 12 Eylül’ün baştan beri hedeflediği siyasal ve ekonomik programın önü tamamen açıldı. Bu neo-liberal saldırı dalgasının sonuçları, toplumu çok yönlü olarak esir alan burjuva ideolojik hegemonya ve tüm dünyada esen gericilik rüzgarıyla birleşince, sınıf hareketi önemli bir gerileme süreciyle karşı karşıya kaldı. Tüm bu süreç boyunca saldırı programına karşı direnme çabaları anlamlı mücadelelere yol açsa da, işçi hareketi toplum çapında siyasal bir güç olma konumuna ulaşamadı. 12 Eylül’ün yol açtığı derin sarsıntı bahar eylemlerinin geri çekilmesinin ardından işçi hareketi için bir çözülmeye dönüştü. 2000’li yıllar gelindiğinde, işçi hareketi hem ideolojik hem de örgütsel olarak geri bir cenderenin içine çoktan yuvarlanmıştı.

12 Eylül’deki kolay yenilginin nedenleri

İşçi hareketinin, ‘60’lı yılların başından ‘70’li yılların sonuna kadar gösterdiği büyük gelişime rağmen, 12 Eylül askeri faşist darbesi karşısında neredeyse hiçbir şey yapmamış olması ilk bakışta şaşırtıcıdır. Hele de darbenin esas hedeflerinden birinin hareketi kontrol altına almak ve böylece 24 Ocak Kararları olarak anılan saldırı politikalarının kolayca uygulanmasını sağlamak olduğu düşünüldüğünde...

Şüphe yok ki faşist darbe karşısındaki boyun eğme tutumu, yaşanan göz kamaştırıcı gelişmenin kapsamlı zaaf ve eksiklerinin göstergesiydi. Yaşanan teslimiyet, söz konusu gelişimin “mücadele deneyimi”, “politik bilinç” ve “örgütlülük düzeyi” gibi alanlardaki sınırlarını ortaya koyuyordu. Darbenin şiddeti ve yönelimleri düşünüldüğünde, bunların çok önemli sorun alanları olduğu, bu türden zaafiyetlerle işçi hareketinin 12 Eylül’ü boşa düşürecek bir mücadele kapasitesi ortaya koyamayacağı açıktı. Nitekim işçi sınıfı bazı pasif direnişler dışında darbeyi büyük bir suskunlukla karşıladı.

Her biri onbinleri harekete geçirebilen devrimci örgütlerin bir bozgun havasıyla dağıldığı, sendikacıların teslim olmak için Selimiye Kışlası önünde sıraya girdiği bir yerde bu tablonun kuşkusuz anlaşılır yanları vardır. Elbette meseleye sınıf-öncü ilişkisi üzerinden bakabilenler için... Ancak, sonuçtaki belirleyicilikleri ne olursa olsun, sorunu sadece devrimci örgütlerin ve sendikacıların darbe anında direnip direnmemesine sıkıştırmak, sınıf hareketinin kendi iç gelişme dinamiklerini, dolayısıyla ‘60-80 arasındaki gelişim düzeyini ve zaafiyet alanlarını anlamak açısından yetersiz kalır.

Geç gelişen işçi sınıfımızın “yapısal” sorunları

İşçi hareketinin 12 Eylül karşısındaki yenilgisini, son yirmi yılın birikimlerindeki zaafiyetlerden öte Türkiye işçi sınıfının tarihsel gelişiminin toplam ürünü olarak ele almak, yaygın bir yaklaşım biçimidir. Bu yaklaşıma göre, işçi hareketinin esas sorunu, “özgün oluşum-gelişim sürecinin” yol açtığı bazı handikapların sonraki dönemlere olan etkileridir.

Kısaca özetlemek gerekirse; “Osmanlı dönemi işçi hareketinin cumhuriyet dönemine nerdeyse hiçbir maddi miras bırakmamış olmasının yol açtığı kesinti”, “Geç gelişen işçi sınıfının gayet güdük ve alt sınıfların katılımından uzak olarak gerçekleşen kemalist burjuva devrim sürecine bir sınıf olarak katılmamış olmasının, demokratik mücadele geleneğinde yarattığı boşluklar”, “Burjuva iktidarın başta Ekim Devrimi olmak üzere uluslararası gelişmelerin deneyimi ve açık bir sınıf bilinciyle davranarak işçi hareketini ilk andan itibaren ezmeye yada kontrol altında tutmaya dönük politikalarının sonuçları” vb. olgular, sınıf hareketinin sonraki gelişme seyrini belirleyen, özellikle bilinç düzeyi ve mücadele kapasitesi gibi alanlarda gelişimine ket vuran nedenler olarak ele alınır. Yaşanan maddi gelişime rağmen politik geriliğin aşılamaması, özellikle askeri darbeler, devlet ve yasalar gibi konulardaki zaafiyet, ideolojik ve politik düzeyi ilgilendiren diğer sorunlar bu bağlamda değerlendirilir. Sonuçta, mayasında bu tür zaafiyetler bulunan genç Türkiye işçi sınıfının 12 Eylül’e teslimiyeti bir tür kaçınılmaz son olarak resmedilir.

Yukarıda bir kısmı sayılan sınıfımızın “kendine has gelişim özellikleri” elbette mücadele tarihimiz için belirleyici sonuçları olan önemli olgulardır. Bu özellikler göz önüne alınmadan hareketin gelişme dönemleri, bu dönemlerin sonrasına bıraktığı miras ve buna dayalı sorunlar tam olarak anlaşılamaz. Dolayısıyla 12 Eylül yenilgisi ile işçi sınıfımızın kendine özgü gelişim seyrinin ortaya çıkardığı sorunlar arasında bağ kurmak anlaşılırdır. Ancak çoğu işçi hareketimizin ilk oluşum sürecine ait olan söz konusu özelliklerin 12 Eylül sürecine kadar kendini koruduğunu düşünmek, hem tarihsel materyalist anlayışa hem de olayların somut gelişim sürecine aykırı bir yaklaşımdır.

Sorunun bu yönünün altını bir kez daha çizmek istiyoruz. Zira, Türkiye kapitalizminin “kendine özgü” gelişimi ve bunun işçi sınıfının gelişim seyrine etkisi hala da tartışılan konulardan biri olmayı sürdürmektedir. (1) İşçi sınıfının “geleneksel kesimleri”nin (bununla sanayi proletaryası kastedilmektedir) dünden bu yana devletle icazet ilişkisi içinde geliştiği, eylem ve mücadelesinin uzlaşmacı biçimler altında şekillendiği, başta sendikalar olmak üzere örgütlerinin düzenin basit aygıtları olmayı aşamadığı, burjuva devrim sürecine bir sınıf olarak katılamadığı için demokrasi mücadelesi geleneğinin oluşmadığı, haklar yukardan bahşedildiği için hak alma ile mücadele arasındaki ilişkinin kurulamadığı, mülksüzleşme sürecinin tam olarak gerçekleşmemesinin sınıf bilincinin gelişimini engellediği vb. gibi, bir kısmı doğru bu söylemler tartışma ve değerlendirmelerde kendine yer bulmaktadır.

Elbette, kapitalizmin gelişim tarzının belirlediği bu “özgünlükler”in bilince çıkarılması, özellikle mücadelenin önündeki engellerin görülmesi, birikim ve dinamiklerin doğru tespit edilmesi açısından önemlidir. Ancak bu olgulara işaret etmek yeterli değildir. Daha önemlisi, bu olguların nasıl bir yöntemle ele alındığı ve ne tür sonuçlar çıkarıldığıdır.

Konumuzla bağlantısı içinde en önemlisi, işçi sınıfımızın gelişim süreci değerlendirilirken, farklı tarihsel kesitlere ait olan “özgünlükler”in, yukarda da altını çizdiğimiz gibi, değişmez olgular olarak bugüne taşınmasıdır. Bu tür bir yaklaşım işçi sınıfımızın geçen yüzyılda yaşadığı gelişim sürecine gözleri kapamak anlamına gelir ki, bu da hareketin dün ve bugün yaşadığı sorunları doğru kavramayı zorlaştırır. Ayrıca, “özgünlük” olarak tanımlanan olguların çoğu, kapitalistleşme sürecine gecikerek girmiş, bu gelişimi esas olarak emperyalizm çağında yaşamış birçok ülkede esası yönünden büyük benzerlikler gösterir.

Sınıf hareketinin 1960-80 arasındaki gelişim süreci

Yukarıda, ‘61 yılı sonunda Saraçhane Mitingi’yle açılan ve ‘78 yılı başına kadar (arada yaşanan durgunluk dönemlerine rağmen) süren gelişim sürecinin, sınıf hareketi tarihimiz açısından geçmiş dönemlerden köklü bir kopuşu ifade ettiğini vurgulamıştık. Bu kopuşun esas kapsamını, nicel varlığı ve toplumsal ağırlığı artan işçi sınıfının siyasal bir özne olarak da adım adım ortaya çıkışı oluşturur. Bu durum aynı zamanda doğum ve emekleme dönemine özgü sorunların tam olarak aşılamasa da tali plana düştüğünü anlatır. ‘60 ile ‘80 arasındaki gelişim sürecine bazı temel başlıklar üzerinden bakmak, bunu gözler önüne sermek için yeterlidir.

- ‘60’ların başında başlayan süreç giderek direniş, grev ve işgallerle kitlesel bir uyanışa dönüşmüş, 15-16 Haziran 1970 kalkışması ise işçi sınıfının sahip olduğu güç ve potansiyeli ortaya koyan bir tepe noktası olmuştur. 12 Mart 1971 darbesinin yol açtığı suskunluk, toplumsal muhalefetin tekrar güçlenmeye başladığı ‘74 yılından itibaren aşılmış, işçi hareketi altı yıl gibi kısa bir süre içinde yüzlerce grev ve direnişin yanı sıra DGM boykotları, kitlesel 1 Mayıslar, faşizme ihtar eylemleri, Tariş Direnişi vb. politik eylemlere imza atmıştır.

- Dönemin ayırdedici gelişmelerinden ikisi grev hakkının nihayet kazanılması ve DİSK in ortaya çıkışıdır. Başından itibaren işçi sınıfının en önemli taleplerinden biri olan grev ve toplu sözleşme hakkı Saraçhane Mitingi’nden itibaren fiili bir mücadelenin konusu haline gelmiş, ‘61 Anayasası’nda kendine yer bulan bu hakkın Kavel Direnişi ile birlikte kazanılması sendikal mücadelede köklü bir dönüşümün önünü açmıştır. Bu dönüşüm ve tabandan büyüyen mücadele isteğinin “devlet güdümlü sendikal düzende” yarattığı sarsıntı, DİSK gibi bir yapının ortaya çıkmasını koşullamıştır.

 - Oluşum sürecindeki çarpıklıkların yol açtığı sorunlar ve buradan gelen zaafiyetler ne olursa olsun, ‘60 sonrası işçi hareketinin demokratik mücadele birikimi de küçümsenemez. ‘60’lı yıllar boyunca işçi hareketi en ileri kesimleri şahsında, kendi hak alma mücadelesi ile demokratik bir ülke için mücadele arasında bağ kurmuş, fabrika işgalleri gibi militan biçimlere dahi bu çerçeve üzerinden bir meşruiyet aramıştır.

‘70’lerin ikinci yarısındaki gelişme süreci ise bu açıdan çok daha belirgin bir hatta sahiptir. Bu dönemin sıradan eylemlerinin bile içerdiği siyasal ton bir yana, en ileri kesimleri şahsında işçi hareketi demokrasi mücadelesinin temel öznelerinden biridir artık. Demokratik Hak ve Özgürlükler İçin Mücadele Mitingleri, DGM boykotu, Faşizme ihtar eylemleri, faşist yükselişin mimarı olarak görülen MC hükümetlerine karşı alınan açık siyasal tutumlar, hatta bir yerden sonra DİSK’in “Faşizme karşı ulusal demokratik cephe” ya da “eylem birliği” gibi politik açılımlarla toplumsal muhalefetin öncülüğüne soyunması bu durumun somut göstergeleridir. Aynı şekilde Türk-İş içindeki bazı sendikalar ile bağımsız bir dizi sendikanın da pratikleri ve politik yönelimleriyle işçi sınıfı ve emekçilerin “demokrasi mücadelesi içinde eğitilmesinde” belli bir rol oynadığını eklemek gerekir.

- Diğer gelişme başlıklarına nazaran sınırlı kalmakla birlikte işçi hareketinin siyaset ve siyasi partiler ile kurduğu ilişkide de belli bir değişim söz konusudur. İktidar partilerinin arka bahçesi haline gelen örgütlenmeler ve milliyetçilik başta olmak üzere gerici ideolojiler vasıtasıyla kendi bağımsız siyasal gelişiminden alıkonulan işçi hareketi bu yıllarda siyasal açıdan daha bağımsız bir yol arayışına girer. Öncesindeki başarısız girişimler bir yana “sendikal mücadelenin siyasal uzantısı” olarak kurulan TİP, bu arayışın yansımasıdır. Bu arayış dönem boyunca güçlenerek sürer. Gerek ‘60’lı yıllardaki TİP’in yükselişi sırasında gerekse ‘74 sonrasında sol hareketin kitleselleşme döneminde azımsanmayacak sayıda işçi sol örgütlerle bağ kurar. Daha önemlisi, işçi sınıfının büyüyen hak alma mücadelesinin sendikal plandaki yansıması olan DİSK, bu siyasal arayış ve özlemlerin de yoğunlaştığı bir merkez haline gelir. Özellikle ‘75 sonrası dönemde sosyalist hareketin güç kazanması ile birlikte DİSK’in siyasal söyleminde önemli değişiklikler yaşanır. Marksist kavramlar sendikal yapı içinde güç kazanmaya başlar. ‘77’ye gelindiğinde, her ne kadar ilk kuruluş aşamasına yön veren “ulusal kalkınmacı”, “anayasalcı” “sosyal adaletçi” öz korunuyor olsa da, DİSK’in başlangıçta kendini tanımladığı ideolojik zemin büyük ölçüde değişmiştir. (DİSK ve gelişim süreci için bkz. Geçmişten Geleceğe.../1- DİSK’e Giden Yol, Kızıl Bayrak, Sayı:08/2020) Bu en çarpıcı biçimde kendini ilk yıllarda “sosyalistiz ama komünizme karşıyız” diye ifade eden DİSK bürokrasisinin bile artık marksist terminolojiyi kullanmaya başlamasında, yayın organlarının değişen dilinde, şiar ve taleplerin formüle ediliş biçiminde ve hepsinden önemlisi tabanda sosyalizm eğiliminin hiç olmadığı kadar güçlenmesinde gösterir.

Elbette bu gelişme düzeyi önemli yetersizlikler taşımaktadır. Ama bu yetersizliklerin esas nedeni işçi hareketimizin oluşum sürecinin ürünü yapısal sorunlarının ötesindedir. Artık ortada maddi toplumsal ağırlığı, mücadele kapasitesi ve pratik eylemi ile güçlü bir işçi sınıfı vardır. Hareket toplum çapındaki sosyal uyanışa paralel olarak gelişmiş, fakat kendine yol gösterecek, söz konusu “yapısal” zaafların aşılmasında ön açıcı olacak devrimci bir önderlikten mahrumiyet koşullarında daha ileriye sıçrayıp olgunlaşamamıştır. (2)

Sınıf hareketinin zaafları ve devrimci önderlikten yoksunluğu sorunu

12 Eylül karşısında işçi hareketinin gösterdiği teslimiyetin nedenlerini ele alan değerlendirmeler bu genel yapısal sorunlarla sınırlı değildir kuşkusuz. Her ne kadar yukardaki başlıkla bağlantılı olsalar da, bazı değerlendirmelerde daha somut sorun alanları öne çıkarılmaktadır.

 - İşçi sınıfının esas olarak kendi deneyimlerinden öğrendiği, demokratik haklarda nispi bir özgürlük sağlayan ‘60 darbesi deneyimi ile işçi hareketinde geçici bir kesinti yaratmanın ötesine geçmeyen 12 Mart sürecinin sınıfın 12 Eylül’ün niteliğini kavramasını zora sokup onu pasifizme sürüklediği yaklaşımı bunlardan bir tanesidir.

İşçi hareketimizin anayasa ve yasalar, devlet ve ordu gibi düzen kurumlarının niteliği konusunda hep bir zaafiyet içinde bulunduğu, ‘60-80 arasındaki dönemin ise bu zaafiyeti aşmak bir yana bazı açılardan pekiştirdiği söylenebilir. Bunun işçi hareketinin kendi gelişim seyri ile ilgili yanları bulunduğu gibi, bunu da koşullayacak şekilde Türkiye’de kapitalizmin gelişim süreçleriyle, bu gelişim içinde işçi sınıfının haklarını nasıl elde ettiğiyle, hatta genel olarak sınıfların oluşum şekliyle bağlantılı yanları vardır. 12 Eylül karşısında gösterilen teslimiyet ile bu zayıflık arasında doğrudan bir bağ bulunduğu da açıktır. Farklı bir siyasal konjonktürün ürünü olan 27 Mayıs darbesi bir yana konulsa dahi, 12 Mart darbesi döneminde de başlangıçta belirgin bir karmaşa yaşanmış, darbeye karşı elle tutulur bir karşı koyuş ortaya konulmamıştır.

Tarihi boyunca mücadele ve direnişleri devlet zoru ile bastırılan bir işçi hareketi eğer en ileri kesimleri şahsında dahi bu tür yanılgıları yirmi yıllık kesintisiz bir mücadele sürecine rağmen hala taşımaya devam ediyorsa, bunun esas nedeni hareketin kendi iç süreçlerinden çok, onu etkileyen siyasal yaklaşımlarda aranmalıdır. Zira bu duruma yol açan yapısal zayıflıklar ne olursa olsun, bunlar doğrudan ideolojik ve politik sorunlardır. Bundan dolayıdır ki, izlediği politik çizgi ve taktikler ile kitlelerin düzen kurumlarından pratik ve düşünsel olarak kopmasını kolaylaştıran, ileri kesimlerin burjuva ideolojik etkilerden sıyrılmasını sağlayan bir devrimci önderliğin varlığı koşullarında geride bırakılabilirler. (3)

Bu görevi üstlenmesi gereken devrimci ve sosyalist olma iddiasındaki yapı ve örgütlerin aynı zaafların pratik ve ideolojik taşıyıcıları olmaları durumu anlaşılmadan, işçi hareketinin yaşanan militan mücadeleye rağmen bu alanlarda neden belirgin bir yol kat edemediği anlaşılamaz. Taşıdığı devrimci sıfatını bile ‘61 Anayasası’nda öngörülen köklü dönüşümleri sağlamak üzerinden gerekçelendiren ‘60’ların DİSK’i bir yana, dönemin sol akımları başta anayasa ve ordu olmak üzere düzen kurumları üzerine olmadık hayaller beslemişlerdir.12 Mart muhtırası gelip çattığında, darbe karşısında bu sınavdan geçemeyen sadece DİSK bürokrasisi olmamıştır. Kendini sosyalist olarak tanımlayan kesimlerin önemli bir kısmı da büyük bir yalpalama yaşamıştır. Marksist terminolojinin hâkim hale geldiği ‘74 sonrası dönemde sol hareketin ve sendikacıların bu açıdan daha gelişkin bir bakış açısına sahip olduğunu düşünmek de yanıltıcı olur. Her ne kadar 15-16 Haziran Direnişi gibi süreçler, bizzat 12 Mart’ın kendisi Türkiye solunda orducu-darbeci anlayışlara önemli darbeler vurmuş olsa da, bunun işçi hareketine (sendikal harekete) yansıması fazlasıyla sınırlı kalmıştır.

- Solun yükselişine paralel olarak devreye sokulan kontra-gerilla merkezli faşist saldırganlığın ve devrimci hareketin buna karşı silahlı direnişinin “ülkeyi kan gölüne çevirdiği”, böyle bir ortamda işçi sınıfının darbeyi bu “kör şiddetin sonlanması” için kabullendiği türü yaklaşımlar ise çok daha sorunludur. Bu konuyu “işçi sınıfı ve anti-faşist mücadele” başlığı altında ayrıca ele alacağız. Ancak şimdilik şunu hatırlatabiliriz. Sistematik biçimini ‘68 gençlik hareketinin yükselişi sırasında bulan ve ‘70’li yılların ikinci yarısından sonra daha da tırmanan “sivil” faşist saldırganlığın ana hedeflerinden biri hep işçi hareketi olmuştur. Bu daha ‘60’lı yıllardaki grev ve direnişlerde başlamış, ‘70’li yıllarda ise sermaye beslemesi faşist güruhların işçi eylemlerine saldırması neredeyse genel bir durum halini almıştır. Özellikle ‘74 sonrasında birçok öncü işçi ve sendikacı bu saldırılarda hayatını kaybetmiştir. Sivil faşist saldırganlığın asıl dayanağı olan kontr-gerilla örgütlenmesi, 1 Mayıs ‘77 katliamı gibi, işçi sınıfının zihninde hala önemli bir yer tutan kanlı eylemlere imza atmıştır. 12 Eylül öncesinde yaşanan Tariş ve ANT Birlik gibi görkemli direnişlerin temel nedeninin faşist kadrolaşmayı engellemek olması bile bu konuda çok şey anlatmaktadır.

“Sivil” faşist saldırganlık ve buna karşı direniş işçi sınıfının dışardan seyrettiği bir süreç olarak yaşanmamıştır. Gelişen bir işçi hareketi koşullarında bu zaten mümkün değildir. ‘60-80 arası dönemde, özellikle de ‘74 sonrası kesitte, işçi hareketi faşist saldırganlık karşısında doğrudan bir taraf durumundadır. Anti-faşist mücadelenin sınıfsal zeminden koparılarak “kör bir düelloya” çevrilmesinin geniş işçi kitlelerinin bilincinde bir çarpıklığa yol açtığı bir gerçektir. Ancak faşist saldırganlığın doğrudan hedefi hareketin ileri kesimleri olduğunda, esas sorun anti-faşist mücadeleyi sınıfsal zemin üzerinden inşa edebilecek bir politik çizgiden yoksunluktur. Yükselen saldırganlığa karşı mücadelenin görevlerini yanlış bir yerden omuzlamaya çalışan küçük-burjuva devrimci hareketin sınıfla olan pratik bağının sınırları zaten bellidir. Bu bağ üzerinden sınıfa taşınan aynı çarpık anti-faşist mücadele anlayışı olmuştur. Dönemin sınıf hareketi üzerinde belli bir etkisi olan, ona buna “maceracı”, “goşist” vb. nitelemelerle saldıran dönemin TKP’si ise “barikata çıkmak”, “can güvenliği komiteleri” kurmak gibi söylemlerin ötesine pratik olarak geçmemiştir.

Devrimcilerin, ilerici aydınların, mücadele içindeki tüm kesimlerin cinayetlere kurban verildiği, işçi sınıfının hak alma mücadelesinin sermaye beslemesi faşist örgütlenmelerin saldırılarına maruz kaldığı, buna karşı direnişin sınıfsal örgütlenme ve taleplerden koparıldığı bir süreçte “can güvenliği”, “huzur”, “akan kardeş kanının durması” gibi istemlerin geniş işçi kitlelerinin bilincinde bir yer tutması anlaşılırdır. Bu istemlere sınıfsal çizgide yanıt üretilmediği, mücadele bu zemine çekilmediği koşullarda, bunun daha ileri kesimlere apolitizm, yorgunluk ve çıkışsızlık olarak yansıması da kaçınılmazdır.

- İşçi hareketinin darbeye hazırlıksız yakalandığı ve tüm mevzilerini kaybettiği, bunun 12 Eylül karşısında ciddi bir direnişin örgütlemesine engel olduğu yolundaki savlar kuşkusuz önemli bir gerçekliğe işaret etmektedir. Sıkıyönetimin ilanıyla birlikte birçok kesim tarafından öngörülen darbe tehlikesine karşı hazırlık bir yana anlamlı bir politik tartışmadan dahi söz edilemez. Sınıf hareketi bir yana, onun öncüsü olma iddiasındaki örgüt ve yapıların durumu bu açıdan içler acısıdır. Küçük-burjuva devrimci akımlar içinde aylar öncesinde darbe tespitini yapanlar olduğu halde hiçbir hazırlık yapılmamıştır. Aynı şey, 12 Eylül darbesinin faşist niteliğini itiraf etmesi bile yılları bulan dönemin TKP’si için de geçerlidir.

Bazı yönleri öne çıkaran parçalı anlatımdan anlaşılabileceği üzere, işçi sınıfının 12 Eylül karşısında aldığı kolay yenilgide başat faktör devrimci önderlik boşluğudur. Sınıf hareketinin gelişim süreciyle karşılaştırıldığında akıl almaz bir olgu gibi görünse de, işçi sınıfımız “dünya görüşü, program, taktik ve örgüt olarak kendi siyasal sınıf bağımsızlığının temsilcisi” bir devrimci partiden neredeyse tüm tarihi boyunca mahrum kalmıştır. Bu durum onun siyasal, örgütsel ve ideolojik gelişimini sınırlamış, işçi hareketinin olgunlaşarak handikaplarını geride bırakmasını engellemiştir.

Türkiye devrimci hareketinin işçi sınıfı ile ilişkisi hem ‘60 yıllar boyunca hem de kitleselleşmenin başladığı ‘70’li yıllarda fazlasıyla sınırlı olmuştur. Özellikle ‘77 sonrasında işçi sınıfına pratikte daha belirgin tarzda yönelmesi ise, sahip olunan küçük-burjuva siyasal-ideolojik çizgiyle hesaplaşmaya dayanmayan, yükselen hareketin doğal sonucu olarak yaşanan kendiliğinden bir yönelimdir. Bu yönelimin DİSK içinde yaşanan iktidar savaşları ya da bağımsız sendikal girişimler dışında pek bir pratik karşılığı olmamıştır. İşçi hareketinin kendiliğinden siyasal gelişimini ve bunun ürünü sendikal atılımını, sınıfın bağımsız siyasal örgütlenmesini yaratmak için değerlendiremeyenler, ona müdahaleyi gene sendikal zeminlerde aramışlardır. Böylece sınıf hareketini güçlendirmek bir yana, izledikleri çizgi ile onun gücünün kısır tartışmalar ve kimi bağımsız sendikal arayışlar içinde dağılmasına yol açmışlardır. İşçi sınıfına pratik ilgisi devrimci hareketle karşılaştırılmayacak düzeyde güçlü olan başta TKP olmak üzere reformist parti ve yapılara gelince, bunlar zaten kurulu düzene karşı devrimci bir alternatifle ortaya çıkan güçler değildiler. Ortaya koydukları politik platformun DİSK gibi sendikal bir yapıdan, demek oluyor ki işçi sınıfının mücadele içinde gelişen kendiliğinden bilincinin şu veya bu düzeydeki siyasal yansımalarından ne tür bir farkı olduğu, hatta ondan ileri olup olmadığı tartışmalıdır.

İktisadi, siyasi ve sosyal sorunların derinleştiği, sürecin devrim ve karşı-devrim sarmalı içinde ilerlediği ‘78 yılına gelindiğinde, sınıf hareketi açısından tıkanma göstergeleri de belirgin hale gelmiştir. 12 Eylül’e ilerleyen bu süreçte kendi iktisadi ve demokratik mücadelesi içinde adım adım politikleşen işçi hareketinin önünde iki yol vardır. Ya öncü devrimci müdahale ile siyasal bir sıçrama gerçekleştirecek ya da ayak sesleri duyulmaya başlayan karşı-devrim tarafından ezilecektir. Birincisinin gerçekleşme koşullarının olmadığı yerde ikincisinin yaşanması, sınıf mücadelesi yasalarının neredeyse kaçınılmaz sonucu olmuştur.

Dipnotlar:

1) Elbette bugün çok az kimse Türkiye’de modern bir işçi sınıfının hala da yeterince gelişmediğini, bu yüzden toplumsal-siyasal mücadelede belirleyici bir rol oynayamayacağını iddia edebilir. Ancak bu, işçi sınıfın tarihsel ve güncel rolüne ilişkin güvensizliğin nihayet aşıldığı anlamına da gelmemektedir. Zira dün nitel ve nicel “yetersizlikleri” nedeniyle küçümsenen işçi sınıfının öncü-devrimci rolü ve mücadele kapasitesi bugün de teknolojik ilerlemenin ve istidam biçimindeki farklılaşmaların yol açtığı “değişim”in sonuçları üzerinden sık sık tartışılmaktadır.

2) Bu tür bir mahrumiyet koşullarında, süregiden mücadelenin çapı, militanlığı ve kararlılığı ne olursa olsun, yalnızca geniş işçi kitlelerinin değil sınıfın ileri kesimlerinin de egemen ideolojik düşünce ve yargılardan bütünlüklü bir kopuşu sağlanamaz. ‘80 Türkiye’sinde artık ortada her açıdan modern bir işçi sınıfı varken, onun zaafiyetlerini, özellikle de örgütlenme, bilinç, ideoloji gibi alanlardaki yetersizliklerini ilk oluşum sürecindeki zayıflık ve eksikliklerde aramak, hareketin 20 yıllık gelişim sürecine gözleri kapatmak anlamına gelir.

3) Devrimci bir parti izlediği taktik çizgi ile hareketin kitlesini devrimci politikaya, öncüsünü ise sosyalizme kazanmaya çalışır. Böyle bir partinin yokluğunda, hareketin dinamizmi ve mücadele kapasitesi ne kadar güçlü olursa olsun, ne öncünün ne de kitlenin burjuva ideolojik ve siyasal yargılardan kendi başına kurtulması beklenebilir.