İzmir İşçi Kurultayı'nda "Önümüzdeki engelleri mücadelemizin dayanaklarına çevirmek için..." başlığıyla sunulan tebliğ...
Bugün işçi sınıfı ve emekçiler olarak oldukça zor bir dönemden geçiyoruz. Haklarımız bir bir gasp ediliyor. Çalışma ve yaşam koşullarımız her geçen gün biraz daha ağırlaşıyor. Fakat işçi sınıfı olarak bu duruma karşı gereğince mücadele edemiyoruz. Bilinç ve örgütlülük düzeyimizi geliştirip, bir sınıf olarak bu saldırıların karşısına gerektiği gibi çıkamıyoruz.
Bugün buraya mücadelemizin önündeki engelleri ve bunları aşmak için neler yapılması gerektiğini tartışmak için toplandık.
Ben sunumumda, kurultay hazırlık komitesi olarak yaptığımız tartışmaların ışığında, bizi mücadeleden ve örgütlenmeden alıkoyan bazı başlıkları ele almaya çalışacağım. Kısa bir sunum içerisinde bu başlıkları ve yapılması gerekenleri ayrıntılı ve somut olarak ele almak ne yazık ki çok mümkün değil. Ancak özellikle serbest kürsü bölümünde bu gündemlerin çok daha somut biçimleriyle sizler tarafından ele alınacağını ve gene sizlerin katkılarıyla bazı çözüm noktalarının olgunlaştırılarak ortaya konulacağını umuyoruz.
En genel hatlarıyla ele alırsak, mücadelemizin önündeki en önemli engellerden biri olarak başta burjuva ideolojisi olmak üzere egemen düşüncelerin biz işçiler üzerindeki etki ve tahakkümünü en başa yazabiliriz.
Ne yazık geniş işçi kitleleri birçok durumda burjuva sınıfın kendi çıkar ve istemlerinin ürünü olan ya da onlar tarafından sahiplenilen düşünce ve ideolojileri kabullenmekte, onun ardına saklanan sömürü ve baskı ilişkilerini göremeyerek, bunları kendi düşünceleri olarak içselleştirmektedir.
İşçi sınıfının mücadelesinin bugün en önemli sorunlarından biri, burjuva sınıf iktidarının sayısız aracı kullanarak emekçiler üzerinde kurduğu ideolojik egemenliktir. Bu egemenlik sınıfı bölüp parçalamakta, kendi çıkar ve istemlerinden uzaklaştırmakta, kendine ve sınıf kardeşlerine olan güvenini azaltmaktadır. Bilincimiz bulanmakta, sınıf kimliğimiz zedelenmektedir.
Siyasal algılarımızın, manevi değer ve yargılarımızın, dinsel inanç ve düşüncelerimizin ya da etnik kökenlerle ilgili önceliklerimizin sınıfsal çıkarlarımızın önüne geçmesi çok sık yaşanan bir durumdur. Bu öncelikler üzerinden meselelere yaklaşmamız, bir araya gelmemizin, ortak davranmamızın önüne barikatlar örmektedir.
Aynı şekilde milliyetçilik, şovenizm, din sömürücülüğü, cinsel ve etnik ayrımcılık vb. gibi, biz işçiler arasında çok yaygın olan düşüncelerin, kendi sınıf çıkarlarımız temelinde birleşmemizi engellemek, bizi sömürenlerin gerçek yüzünü gölgelemek gibi işlevleri olduğunu çoğumuz biliriz. Ama düşünürken, davranırken, hatta mücadele ederken bunlardan kendimizi kurtarmayı başaramayız.
Gene kendimize güvensizlik, güçsüzlük ve çaresizlik duygusu, bireycileşme, sınıf atlama kaygıları, rekabet, kurtuluşu düzen partilerinde, uyuşturucuda ya da sınıf çıkarlarımızla ilgili olmayan şu veya bu ideolojide aramamızın gerisinde de, bu düzenin hakim sınıfı olan burjuvazinin üzerimizdeki düşünsel egemenliği yatmaktadır.
Sermaye sınıfının bu ideolojik egemenliği, fikirlerinin doğruluğundan ya da manevi değerlerinin üstün olmasından kaynaklanmıyor kuşkusuz. Onun bu egemenliği, bizzat iktidarı elinde tutmasından, iktisadi ve siyasi bir güç olmasından ve bu güce dayanarak yaygın, sürekli ve kapsamlı propaganda yapabilme imkânlarına sahip olmasından gelmektedir. Bu sayede basını, medyası, okulları, camileri, kışlaları, partileri, başta devlet olmak üzere emrindeki onlarca kurumu aracılığıyla kendi gerici fikirlerini tüm topluma, dolaysıyla işçi sınıfına empoze etmeyi başarmaktadır.
Ayrıca bu düzende sadece yukarda saydığımız ideolojik aygıtlar değil, baskı ve zor araçları da burjuvazinin hizmetindedir. Mahkemeleriyle, kolluk kuvvetleriyle uyguladığı şiddet olmaksızın, burjuvazinin çürümüş fikirlerini bu kadar kolay benimsetebilmesi düşünülemez. Bugün baskı ve zorbalıkla yaratılan korku ikliminin ürünü boyun eğme duygusunun, en meşru taleplerimiz etrafında bir araya gelmeye çalışırken bile işimizi ne kadar zorlaştırdığı açıktır.
Kısaca özetleyemeye çalıştığımız bu olguların farkında olmak kuşkusuz önemlidir. Fakat farkında olmaktan daha önemlisi bunlara karşı mücadele etmektir.
Sermaye sınıfının yaydığı ya da desteklediği her türlü gerici propagandaya karşı kapsamlı ve sistemli bir mücadele yürütmek biz öncü işlerin, emekten ve işçi sınıfından yana yapı ve oluşumların temel görevlerinden bir tanesidir. Başta fabrikalarımız olmak üzere toplumsal yaşamın her alanında burjuva düşünce ve fikirlere karşı mücadele etmek, işçi sınıfı ile sermaye sınıfının çıkarları birbirine tamamen zıt iki farklı sınıf olduğunu döne döne anlatmak, sınıfa karşı sınıf bakışıyla her türlü burjuva gerici düşüncenin karşısına kendi alternatifimizle çıkmak büyük bir önem taşımaktadır.
Ancak, burjuva ideolojisinin, her türden gerici düşüncelerin kendi başına karşı propagandayla etkisiz hale getirilebileceğini düşünmek hata olacaktır. Zira devlet iktidarı elinde kaldığı sürece, sermaye sınıfı bu konuda her zaman daha avantajlı ve güçlü olacaktır. Kuşkusuz iletişim teknolojisinin bugün geldiği aşama, karşı propaganda açısından bizlere önemli imkânlar sunmaktadır. Bunlardan gereğince faydalanmak elbette bir ihtiyaçtır. Örneğin son yılların en önemli mücadele deneyimlerinden biri olan Metal Fırtına, sosyal medya kullanımının nasıl bir avantaja çevrilebildiğini göstermiştir.
Sermaye işçi sınıfına düşünecek, okuyacak, kendini eğitecek kadar bir zaman bir yana, uyuyup dinlenecek, soluk alacak fırsat bile bırakmamaktadır. Bu yüzden işçi sınıfı kendisini sefalete iten koşullara karşı mücadele etmeden, burjuva ideolojik egemenliğini yırtıp atamaz ve yaşadığı maddi-manevi yozlaşma ve çürümeyi ortadan kaldıramaz.
Sermayenin ideolojik egemenliği işçi sınıfının mücadelesini zayıflatmakta ama yok edememektedir. Kapitalist sömürü sistemi sürdüğü sürece bu mümkün de değildir. Özellikle bugün uygulanan saldırı politikaları ve kriz nedeniyle daha da derinleşen ekonomik sorunlar geniş kesimlerde önemli tepkilere konu olmaktadır. Söz konusu olan çalışma ve yaşam koşulları olduğunda, burjuvazinin ideolojik egemenliği bu tepkinin bastırılmasında yetersiz kalmaktadır. İşte bugün öncelikle yapmamız gereken, bu öfke ve tepkiyi somut mücadele biçimlerine döndürmek için çaba göstermektir.
Şu veya bu biçimde mücadeleye atılan işçi, kendisiyle aynı sorunları yaşayan bir sınıfın parçası olduğunun farkına varır. Sınıf kardeşlerine güven duymaya başlar. Öte yandan, bütün kurumlarıyla devletin kendi karşısında durduğunu pratik olarak görür. Mücadele içinde dostunu-düşmanını tanır, düzenin işçiler arasında yarattığı ayrımların sahteliğinin farkına varır. Direniş ve mücadele başladığında, kimin hangi ulusa, hangi dine mensup olduğu önemsizleşir. Bireysel davranış, duygu ve düşüncelerin yerini kolektif haklar ve çıkarlar almaya başlar. Her direniş alanı, her mücadele mevziisi sınıfa kendi değerlerini tekrar öğreten bir okul işlevi görür. Bizi bölüp parçalamada sermayenin her zaman önemli bir imkân olarak kullandığı Kürt sorunu ve buna bağlı önyargıların, Tekel direnişi sırasında yan yana duran Batman ve İzmir çadırlarının kardeşçe dayanışmasıyla nasıl bir kenara atılabildiğini hatırlayalım.
Bugün işçi sınıfının mücadelesinin geri seyir izlemesinin en önemli nedeni, çoğu zaman sanıldığı gibi onun bilinç düzeyinin geriliği, şu veya bu burjuva partisinin üzerindeki etkisi değildir. Bunlar tabii ki çok önemli faktörlerdir ama aşılamaz şeyler değillerdir. İşçi kitleleri bugün emeğini korumak için bir araya gelebileceği güven veren mücadele zeminlerinden, örgütlenme merkezlerinden büyük ölçüde mahrumdur. Bununla bağlantılı olarak özgüveni zayıftır. Kendi gücünün farkında değildir. Bugünün en önemli görevi, bu zeminlerin inşa edilip işçilerin etrafında birleşmelerini sağlamaktır.
Bunu başarabilmemizin yolu ise, her şeyden önce biz öncü ve duyarlı işçilerin kendisini burjuva ideolojisinin en önemli yansımalarından olan umutsuzluktan, bir şey olmazcılıktan, bahanecilikten kurtarıp elini taşın altına koymasından geçmektedir. Kurultayımızın hizmet etmesini umduğumuz temel amaçlardan biri de budur.
Bütünlüklü bir tablo sunmak ve farklı tartışmalara sebebiyet vermemek için altı çizilmesi gereken bir nokta daha vardır. İşçi ve emekçilerin kapitalist düzende yaşadığı acılara ve sömürüye yalnızca tepki göstermeleri ve yalnızca bunlara karşı mücadele etmeleri yeterli değildir. Bu acıların nereden kaynaklandığının ve nasıl ortadan kaldırılacaklarının, bu konuda ne yapmaları gerektiğinin ayrımına da varmaları gerekir. Bu da fabrika duvarları arasından dünyaya bakarak değil, başını kaldırıp dünyada ve ülkede yaşananlara bakmasıyla sağlanabilir. Bunu sağlamak da gene öncü işçilere, emek mücadelesi veren kurum ve örgütlenmelere düşmektedir.
Bununla birlikte güncel planda, mücadele ile hak alma ve bilinç arasındaki kopan bağı yeniden güçlendirmek; işçi sınıfının öz savunma, dayanışma, yardımlaşma geleneğini güçlendirecek araçları geliştirmek; fabrika-işyeri zemininde ortak mücadele imkânlarını çoğaltmak, bunların sağlanması için öncülerin bir araya geleceği örgütlenmeler ve zeminler yaratmak önümüzde duran görevlerdir.
Sonuç olarak, işçi sınıfını mücadeleden uzak tutan burjuva ideolojik egemenliğe karşı mücadelenin bir alanı burjuvaziye karşı sosyal, siyasal, kültürel alanda düşünsel bir mücadele yürütmekse, diğer alanı işçi ve emekçileri kendi talep ve çıkarları etrafında mücadeleye sevk etmeyi başarabilecek mücadele zeminleri yaratmaktır. Burjuvazinin emekçilerin beynine zerk ettiği ideolojik zehrin esas panzehiri meşru militan mücadeledir.
Siyasi ve politik engeller
Sermaye sınıfı bizi sadece ideolojik olarak etkilemez. Bununla kopmaz bağı içinde siyasal olarak da kendine bağlar. Bütün olarak sermaye sınıfına ya da onun içindeki grupların çıkarlarına hizmet eden politikalar çoğu zaman bizler tarafında da desteklenir. Bunda, aralarındaki farklar ne olursa olsun, son tahlilde her biri mevcut sömürü düzeninin bekasını savunan düzen partilerine olan bağlılığımız başat rol oynar. İşçi sınıfı şu veya bu siyasal gelişmeye kendi bağımsız çıkarlarından değil daha çok mensup olduğu ya da desteklediği partinin politikaları üzerinden bakar.
Düzenin üzerimizde kurduğu ideolojik hegemonya ve siyasal tahakküm, içe içe giren bir süreçtir. Düzen siyaseti cephesindeki gelişmeler, eğer emekçilerin doğrudan müdahalesine dayanmıyorsa, çoğu zaman sahte ikilemler olarak kendini ortaya koyar. Karşılıklı gerilim ve kutuplaşmamalara rağmen seçenekler son tahlilde hep sermaye düzeninin yararınadır. Üstelik bu gerilim, ayrışma ve kutuplaşmalar çoğu zaman sınıfsal ayrımların üstünü örter.
Sermaye sınıfının başarısı, hem kendi çıkarlarına dayanan politikaları tüm toplumun çıkarınaymış gibi gösterebilmesinden, hem de tüm toplumu yarattığı ikilemlere hapis etmeyi başarabilmesinden gelir.
İşçi hareketinin düzen siyasetinden ve onun uzantısı olan düzen partilerinden bağımsız, kendi sınıf çıkarları üzerinden güncel siyasete müdahalesinin sağlanması, önümüzde duran bir başka temel görev alanıdır.
Çalışma ve yaşam koşullarının bunaltıcı etkisi
Uzun çalışma saatleri, sağlıksız işyeri koşulları, düşük ücretler işçileri hem fiziksel olarak yıpratır hem de ruhsal olarak etkiler. Bedensel ve ruhsal olarak yıpratılan işçinin sosyal ve siyasal etkinlik alanı kısıtlanır.
Uzun çalışma saatlerinin yanı sıra esneklik modelleri ile ortaya çıkan yeni çalışma biçimleri, yalnız sömürüyü katmerleştirmekle kalmaz, aynı zamanda fabrika dışı yaşamını da parçalayıp işçiyi modern köleler haline getirir. Değişen vardiya sistemleri, tatil gününün hafta arasına kaydırılması, gece çalışmasının yaygınlaştırılması gibi uygulamalar da işçilerin sosyal yaşamını etkilemektedir.
Taşeronlaştırma, işçiler arasındaki ücret farkları, yaratılan iç hiyerarşilerle işçiler farklılaştırılmaya, birbirine yabancılaştırılmaya çalışılır. Düşük ücretler bizleri temel ihtiyaçlarımızı gereğince karşılamaktan alıkoyar.
Bunların boğucu ve yıpratıcı etkisini hepimiz kendi yaşamlarımızdan biliyoruz. Zihinsel ve fiziksel olarak yorulan işçinin mücadeleye atılması da bu açıdan zorlaşır. Bize dayatılan çalışma ve yaşam koşullarının, değil mücadele etmeyi, bir araya gelip sohbet etmeyi bile oldukça zorlaştırdığı açıktır.
Ancak bundan 100-150 yıl önce işçiler çok daha katlanılmaz koşullarda yaşıyor, çok daha ağır şartlarda çalışıyorlardı. Günlük çalışma süresi 16-18 saati buluyor, aldıkları ücretler karınlarını bile doyurmaya yetmiyordu. Yetersiz beslenme ve açlıktan ölüm oranları çok yüksek, ortalama yaşam süresi oldukça düşüktü. İşçiler yığınlar halinde barakalarda yaşıyorlardı. Ama tam da bu nedenle, en olumsuz koşullarda bile ayağa kalkmayı başardılar. İş saatlerinin kısaltılması, sağlıksız çalışma koşullarının düzeltilmesi ve ücretlerin artırılması için başlatılan mücadeleler işçi sınıfının o dönemdeki örgütlenmesinde büyük bir gelişimin dinamiği oldu.
Ağır çalışma koşulları ve uzun çalışma saatlerinin yarattığı fiziksel ve zihinsel çürüme ve yozlaşmadan korunmak, sömürüyü sınırlama, çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirme mücadelesinden geçmektedir. Bu mücadele, emeğin korunması mücadelesidir. Özelikle kriz koşullarında çok daha önemsememiz gereken başlıklardan birisi de bu mücadeledir.
Emeğin korunması mücadelesi içinde işçiler, en geniş zeminde birlik sağlar, sınıf içi yapay ayrımları ve dağınıklığı giderirler. Bu mücadele sayesinde sendikal örgütlülüklerini geliştirip güçlendirmeyi ve etkili bir mücadele aracı haline getirmeyi başarırlar. Taban örgütlülüklerini yaratarak örgütlü bir sınıf haline gelirler. Bu mücadele, adım adım işçi kitlelerinin zayıflatılmış olan bilincinin gelişmesine zemin hazırlar. İşçilerin mücadele kapasitesini ve yeteneğini ilerletir. İşçiler sınıf dayanışmasının anlamı ve önemini daha iyi kavrar, sınıf çıkarlarının nerede olduğunu görmeye başlarlar. İşçi sınıfı üretimden gelen gücünü görür, kendisine güven kazanır. Böylece bir yandan sınırlı iktisadi kazanımlar elde ederek yoksulluğa bir sınır çeker, diğer yandan kendisini yozlaşma ve çürümeden korumayı başarır.
Yasal engeller
Bugün yasalar sermaye sınıfına hizmet etmekte, işçi sınıfının hak alma mücadelesine karşı ciddi bir engel teşkil etmektedir. Sendikal örgütlenme başta olmak üzere her türlü örgütlenmenin önü yasalar tarafından kesilmeye çalışılmaktadır. İş yasaları var olan sömürü düzenine hukuksal bir dayanak sağlarken, güvenlik yasaları ile işçi sınıfının direnme, eylem yapma ve örgütlenme çabalarının karşısına dikilmektedir.
İşçi sınıfının örgütlenmeleri yasa dışı ilan edilmekte, işçilerin en doğal hakkı olan söz, eylem, örgütlenme hakkı “yasal gerekçe” ile engellenmeye çalışılmaktadır.
Yasaların yetersiz kaldığı yerde ise fiili baskı ve terör sermayenin imdadına yetişmektedir. Hak alma mücadelesinin karşısına kolluk kuvvetleri ile çıkan sermaye devleti böylelikle sadece hak alma mücadelelerini şiddetle bastırmaya çalışmamakta, aynı zamanda geniş kesimlerde korku ve yılgınlık yaratmayı da hedeflemektedir. Sermayenin yasal-yasadışı her türlü araçla uygulamaya çalıştığı baskı ve terör göğüslenmeden, bugünün şartlarında sınırlı hakların kazanılması dahi çok zordur. İşçiler olarak mücadelemize mevcut burjuva yasaların sınırları içinde bakmak, aşmamız gereken handikaplardan biridir. İşçi sınıfı mücadele ederken kendi haklılığı ve meşruluğunu esas almalı, fiili meşru mücadele çizgisiyle hareket ederek önüne dikilen yasalara karşı da mücadele etmelidir.
Sendikal bürokrasinin bozucu etkisi
Bugün işçi sınıfının tek kitlesel örgütü sendikalardır. Her ne kadar bugün sınıfın küçük bir kesimi sendikalarda örgütlü olsa da, sendikalar tek kitlesel örgütlenme olma özelliklerini korudukları ölçüde, kendi nicel varlıklarından öte bir etkiye sahip durumdadır. Bazı istisnaları olmakla birlikte, genel olarak sendikalarımız bürokratik, hantal yapıları, işbirlikçi, icazetçi mücadele anlayışları ile işçi sınıfından çok sermayeye hizmet eder konuma düşürülmüştür. Bu tablonun değiştirilmesi, sınıf hareketinin güçlenip ilerlemesi için hayati önemdedir. Sendikalardaki bürokratik çark kırılmalı, başına çöreklenmiş sendika ağaları sökülüp atılmalı, sendikalarımız mücadele anlayışı ve işleyiş açısından yeniden inşa edilmelidir.
Bunun için fiili meşru mücadeleyi esas alan, sınıfın ekonomik çıkarları ile siyasal çıkarları arasındaki ilişkiyi doğru ele almayı başarabilen bir hattın sendikalara hâkim kılınması mücadelesi hepimizin görevidir. Ayrıca sendikalarımıza hâkim bürokratik çarkın kırılarak, işçilerin söz, karar ve yetki sahibi olması için işleyişe dönük taleplerin döne döne savunulması gerekmektedir.
- İlkemiz sınıfa karşı sınıf olmalıdır. Ülkedeki ve dünyadaki gelişmelere bunun ışığında bakılmalıdır.
- Fiili-meşru mücadele esas alınmalıdır. Dengeler arayan değil, kazanana kadar hak arayan sendikal anlayış hakim kılınmalıdır.
- Patronlardan, devletten, hükümetten örgütsel bağımsızlığını koruyan bir sendikal yapı oluşturulmalıdır.
- Tüm kararlar işçilerin, temsilcilerin ve yöneticilerin katılımı ve iradesi ile alınmalı, tüm süreçler taban örgütlülüklerine dayalı işletilmelidir.
- Fabrikamızda sendikal örgütlülüğümüz kendisini fabrika komitesi/meclisi ve alta doğru yayılacak bölüm komiteleri ile var edebilmelidir. Bu komite/meclis fabrika süreçlerinde tam yetkili olmalıdır.
- Sendika yönetiminin uygulayıcı, işyeri komitelerinin temel karar alma ve denetleme mekanizması olduğu bir sendikal örgütlülük oturtulmalıdır.
- Gereksiz profesyonelliğe izin verilmemeli, yöneticilerin üretim süreçlerinin dışına çıkarak işçiye yabancılaşmasının önüne geçilmelidir.
- Görev ve sorumluluğunu yerine getirmeyen ya da işçilerin iradesi dışında davranan temsilci ve yöneticiler, bir sonraki genel kurulu beklenmeksizin işçilerin ya da işyeri komitelerinin çoğunluğu tarafından görevlerinden alınabilmelidir.
- Sendika yöneticilerinin aldıkları ücretler üye işçilerin ortalama ücretinin üstünde olmamalıdır. Yöneticiler iki dönemden sonra aday olamamalıdır.
- Şubeden genel merkeze kadar üye aidatları ile yapılan bütün harcamalar düzenli ilan edilmeli, bütçe her açıdan üyelerin denetimine açık olmalı, üyelerin izni olmadan büyük harcamalar yapılmamalıdır.
- Mücadele tarihimizi öğrenmemizi ve sınıf bilincimizin güçlenmesini sağlayacak işçi eğitimleri, bütün işçileri kapsayacak ve işçi sınıfı mücadelesine değer katacak içerikte ve biçimde organize edilmelidir.
Sınıf hareketinin dağınıklığı ve öncü işçilerin birliği sorunu
Sınıf hareketi bugün geri, parçalı, büyük ölçüde dağınık ve örgütsüzdür. Tek kitlesel örgütlenme durumunda olan sendikalar mevcut bürokratik hantal yapıları, icazetçi işbirlikçi mücadele anlayışlarıyla işçi sınıfından çok sermayeye hizmet eder durumdadırlar. Bu tabloyu değiştirmek isteyen, tek tek saldırılara karşı bir şeyler yapma çabası içinde olanlar da bir araya gelebilecekleri ortak mücadele zeminlerinden yoksundurlar.
İşte kurultayımızın en önemli gündem başlığı budur. Kurultayımız farklı alanlarda birbirinden kopuk bir şekilde yürüyen mücadele arayış ve çabalarını ortak bir zeminde bir araya getirilmesi ihtiyacının ürünüdür. Fabrikalardan, işyerlerinden, emekçi mahallerinden başlayarak ortak mücadele merkezlerinin inşası, böylece sınırlı sayıda öncü işçinin mücadelesinin birleştirilmesi günün en önemli görevlerinden biridir. Kurultayımızın bu görevin yerine getirilmesine ne kadar hizmet edebileceğini kuşkusuz zaman gösterecektir. Bu biraz da bugün buraya gelerek bu çalışmaya katılan arkadaşların ne yapacağı ile bağlantılıdır.
Kurultay hazırlık komitesi olarak, mevcut saldırılara karşı sınıfsal bakış açısıyla bir şeyler yapmak istemenin, yana yana gelmek, bir arada durmak için yeterli bir zemin olduğunu düşünüyoruz. Ve siz tüm katılımcıları tartışmalara katılmaya, bundan sonraki faaliyetlere destek vermeye, sermayenin topyekûn saldırılarına karşı topyekûn bir direnişin örgütlenmesi için sorumluluk almaya davet ediyoruz.