Pyotr Kitaygorodski 1920’li yıllarda KEYK Doğu Seksiyonu yöneticilerindendir. Yakındoğu, özellikle de Türkiye, yakından ilgilendiği ülkeler arasındadır.
Burada yayınladığımız değerlendirmesinin bazı bölümleri, TKP’nin 1924 sonbaharında toplanan Komünist Enternasyonal V. Kongresi’ne gönderdiği iki delegenin KEYK Doğu Seksiyonuna sunduğu bilgilendirme raporlarına, yanısıra TKP kaynaklı öteki raporlarda yer alan bilgi ve değerlendirmelere dayanmaktadır. Nitekim Kitaygorodski’nin kendisi de bunu metin içinde bir vesileyle anmaktadır.
İlgi duyan okurlar, TKP’nin Komünist Enternasyonal V. Kongresi’ne gönderdiği delegelerin sunduğu raporların tam metnine şu kaynaktan ulaşabilirler: Erden Akbulut-Mete Tunçay, İstanbul Komünist Grubu’ndan (Aydınlık Çevresi) Türkiye Komünist Partisi’ne 1919-1926, 2. Cilt, 1924- Mart 1926, Sosyal Tarih Yayınları, 2013 (s. 93 vd.)
Pyotr Kitaygorodski’nin makalesi (Aralık 1925) öncelikle, Osmanlı Türkiye’sinden Cumhuriyet Türkiye’sine, işçi hareketinin özlü bir tablosunu sunmaktadır. Yanısıra, İttihat ve Terakki iktidarından Kemalist iktidara, Türk burjuvazisinin işçi hareketini bir yandan acımasızca ezmeye çalışırken, öte yandan Zubatovcu polis yöntemleriyle denetim altına alma çabalarına ışık tutmaktadır...
Türkiye İşçi Hareketinin Geçmişi
Türkiye’ye ilk buhar makinası 1860 yılında girdi. Ama, deyim yerindeyse, “sanayide devrim” diyebileceğimiz bu olayın sonuçları ancak 1880 yıllarında duyulmaya başlanmıştır. Çıraklık düzeni ve hiyerarşik yapılarıyla zanaatkar loncaları, ancak 1880’lerin sonunda ciddi olarak sarsıldı. Eski loncalar dağıldı. İşçi sınıfı sahneye çıktı. İşçilerin ilk örgütlenme denemelerine 1893 yılında rastlıyoruz. “Tufan” top fabrikasında çalışanlar, Osmanlı Makinistler Birliği’ni kurmuşlardır.
Ne var ki, bu örgüt daha çiçek açamadan solup gitti. Abdülhamit’in özgür örgütlere, hele işçi örgütlerine hiç tahammülü yoktu. Bu tür birliklerin önderlerini ve örgütçülerini sistemli bir biçimde kovuşturuyor ve sürgüne yolluyordu. Kanlı Sultan’ın zorba yönetimi yüzünden genç işçi örgütlerinin tohumları bir türlü yeşerememiştir. Türkiye’nin sanayi işçileri dağınıktılar ve cehaletin ve uyuşukluğun karanlığında kaldılar. Ancak 1908 Jön Türk devrimiyle birlikte işçi örgütlerinin gelişmesi de büyük bir hız kazandı. Anayasanın ilanı üzerine Türkiye toplumu hareketlendi ve ülkeyi baştan başa sayısız örgütler kapladı. Bu örgütlenme ateşi, fabrikalarda, demiryollarında vb. çalışan ve sayısı o günlerde yüz bini bulan Türkiye işçi sınıfını da sardı.
Türkiye işçi hareketi, Bulgar, Ermeni, Musevi sosyalistler ve diğer sosyalistler tarafından örgütlenmişti. “İttihat ve Terakki” partisi, elindeki devlet gücünün tüm şiddetiyle bunlara saldırmıştır. İlk örgütlenenler, Doğu Demiryolları işçileri ve İstanbul tramvay işletmesinde çalışan işçilerle memurlar oldu. Türkiye daha 1909 yılında demiryolcularla tramvaycıların ilk grevine tanık olmuştur.
Jön Türk hükümeti, işçi hareketinin kızıl hayaleti karşısında korkuya kapılarak sert bir grev yasası çıkardı. Bu yasa bugün hâlâ yürürlüktedir. Bu yasaya göre, işçiler, taleplerini ancak hükümet komiseri dikkate değer bulmuşsa ya da iki tarafı uzlaştırmada başarısız kalmışsa, grev ilan edebilirler. İşçiler, uyuşmazlığın ele alınmasının üstünden ancak iki ay geçtikten sonra grev ilan etme hakkına sahiptirler. Bu zindan yasası, fiiliyatta grev hareketinin tümden yasaklanması anlamına geliyor.
İşçi dernekleri meselesine gelince, gerçi Jön Türkler bu gibi örgütleri düzenleyen özel bir yasa çıkarmamışlardı, ama işçiler genel dernekler yasasından yararlanarak, daha sonra “Dernek” adını alan birliklerini kurdular.
Jön Türk rejiminde yürürlükte olan dernekler yasası taşrada şube açmaya izin vermekle birlikte, derneklerin federasyon şeklinde birleşmesini kesinlikle yasaklıyordu. Fiiliyatta bu, işçilerin legal birleşme olanağını yok etmek demekti.
Emperyalist savaş sırasında iktidarda olan “İttihat ve Terakki” partisi, bir yandan milli burjuvazinin oluşması için milli sanayiyi geliştirme, anonim şirketler ve bankalar kurma yolunda çaba gösterirken, öte yandan küçük burjuvaziyle liman işçilerini de örgütlüyordu. “İttihat ve Terakki” partisi, dokumacılık işçilerini, fırıncıları, ayakkabıcıları (hem ustaları, hem de çırakları kapsamak üzere) vb. artellerde örgütledi. Bu artellere devlet hem çeşitli siparişler, hem de kredi ve hükümetin Almanya’ya ısmarladığı makinaları veriyordu. Artellere bağlı işçiler, “yurt savunması” için çalıştıkları gerekçesiyle askere alınmıyordu. Hükümet aynı zamanda, büyük tekelci şirketlerden mal alan geniş bir tüketim kooperatifleri ağı da kurdu.
Böylece her yeni kuruluş “İttihatçılar” (Jön Türkler) tarafından ele geçirildi ve hükümet memurlarının sıkı denetimi altında kaldı.
1918 yılında imzalanan ve Jön Türk rejiminin toptan yenilgisini pekiştiren Mondros Mütarekesinden sonra İstanbul işçileri, birbiriyle rekabet halindeki İngiliz ve Fransız işgalcilerinin etkisi altına girdi. Ortaya bir sürü maceracı çıktı. Bunlar, kâh İngilizlere, kâh Fransızlara satmak amacıyla bir işçi örgütü kurmaya çalışıyorlardı. Bunların içinde İngilizlerin satın aldığı Hilmi adındaki işçi döneği özellikle dikkati çeker. Bu adam 1921 yılında etrafında 7 bin İstanbullu işçi toplamayı ve başarılı bir tramvay işçileri grevi (İstanbul’daki tramvay şirketi Fransız-Belçika sermayesine aittir) yönetmeyi becermiştir. Ama daha 1922 Şubat’ında Fransızlar İngilizler karşısında üstünlük sağladı. Türk memurların da yardımıyla İşçileri Koruma Cemiyeti adım taşıyan ve sadece Müslüman işçileri kapsayan bir dernek kurdu. Hilmi sahneden silindi ve İstanbul işçi örgütlerinin başına bu kez de başka bir dolandırıcı, Şakir Rasim adlı biri geçti. Şakir Rasim, 1922’de Amsterdam’da İstanbul işçilerini temsil etmiştir.
Gelgelelim bu maceracının şansı yaver gitmedi. 1922’deki tramvay işçileri grevi başarısız oldu. İşçileri Koruma Cemiyeti dağıldı. Bu cemiyetten geride kalan tek şey, satılmış yöneticisi Şakir Rasim’in yemeyip içmeyip körüklediği şoven ve milliyetçi önyargıların pis izleriydi. Zaten bu “Cemiyet”e sırf Müslüman işçilerin alınması ve “Cemiyet” üyelerinin her bayramda dini törenler düzenlemesi, örneğin kurban kesmeleri, bu “işçi örgütü”nün ne menem bir örgüt olduğunu anlatmaya yeter.
Anadolu’ya gelince; o günlerde Anadolu’daki işçi hareketi tamamen Kemalistlerin etkisi altındaydı. Anadolu işçi sınıfının en önemli gruplarını demiryolu işçileri, mermi fabrikası işçileri ve maden işçileri oluşturuyordu. Devlete ait fabrikalarda çalışan işçilerin dernek kurma hakkı olmamakla birlikte, Kemalist İktidar işçilerin yardımlaşma sandıkları kurarak bu sandıklar etrafında örgütlenmesine engel olamadı. Hükümet, yukarıda saydığımız fabrikaların aksamadan çalışmasını istediği için işçilere, özellikle de demiryollarında ve mermi fabrikalarında çalışanlara yüksek ücret (günde 3 Türk Lirası) ödemekte ve kendini bu yoldan grevlerle işçi uyuşmazlıklarına karşı peşinen güvence altına almaktadır. Maden işçilerine, ocağa iniş-çıkışlar da içinde olmak üzere sekiz saatlik işgünü tanınmıştır. İktisat. Bakanlığının başında bulunan küçük burjuva sosyalisti Mahmut Esat, işçi sigortaları, parasız sağlık hizmeti, işçi çocukları için parasız eğitim vb. içeren bir yasa tasarısı hazırladı.
Gerçi Kemalistler işçilerin yardımlaşma sandıkları kurmasına izin veriyordu, ama onların bu liberalizmi işçilere dernek kurma ve toplu sözleşme hakkı tanıyacak kadar da ileri gitmiyordu.
Milli Devrimin Zaferinden Sonra Türkiye’de İşçi Hareketi
Türkiye İşçi Sınıfının Bileşimi ve Özellikleri Türkiye’de toplam 200 bin kadar şehir proletaryası vardır. Bunun üretim dallarına göre dağılışı şöyledir:
Demiryolu işçileri: 8 bin 500 (5 bini derneklerde örgütlü)
Maden işçileri : 25 bin (8 bini örgütlü)
Fabrika işçileri : 40 bin (12 bini örgütlü)
İnşaat işçileri : 12 bin (4 bini örgütlü)
Tramvay işçileri : 3 bin (bin beşyüzü örgütlü)
Gemiciler : 5 bin (2 bini örgütlü)
Liman işçileri : 7 bin (hepsi loncalarda örgütlü)
Şoför ve arabacılar: 10 bin (5 bini loncalarda örgütlü)
Tütün işçileri : 25 bin (7 bini örgütlü)
Mevsimlik işçiler : 15 bin (hiç örgütlenmemiş)
Matbaacılar : bin beşyüz (bini örgütlü)
Liman Hamalları : 20 bin (10 bini örgütlü)
Türkiye’de savaş sonrasına ait istatistikler olmadığı için, bu sayılar da kesin değildir. İstatistikler olmadığı için, İktisat Bakanlığının bültenlerinde, İstanbul'da yayımlanan “L'Economiste d’Orient” adlı dergide ve Türkiyeli komünistlerin raporlarında vb. verilen sayıları kabulden başka çaremiz yok.
Şehir proletaryasının sayısal bileşimi kaba çizgileriyle budur. Bu hesaba özel kuruluşlarda çalışan memurlarla (ki, sayıları sırf İstanbul’da bile onbinlercedir), devlet kuruluşlarında ve belediyede çalışan memurlar (sayıları 20 bin kadar) katılmamıştır.
Şimdi de Türkiye işçi sınıfını oluşturan her bir grubun ayırdedici özelliklerini kısaca anlatalım.
Türkiye proletaryasının öncü müfrezesini İstanbul işçileri, özellikle de demiryolu işçileri oluşturuyor. Proletaryanın bu tabakası, küçük burjuvazinin içinden çıkmıştır. Bunlar çoğunlukla özel kuruluşlarda ve devlet kuruluşlarında çalışan küçük memurların, küçük tüccarların ve yoksullaşmış zanaatkarların çocuklarıdır. Demiryolu işçileri arasında, Türkiye ölçülerine göre okuma-yazmayı iyi bilenlerin oranının yüksek olduğunu görüyoruz; hatta içlerinde lise mezunları bile vardır.
Liman işçileri, gemi hamalları, hamallar ve seyyar satıcılar ise hâlâ ortaçağdan kalma loncalarda örgütlüdür. Bunlar genellikle köylü unsurlar olup, çoğu İstanbul’a birkaç yıllığına gelen ve yeniden köylerine dönmeyi amaçlayan Kürtler ve Lazlardır. Ağır vergi yükü bunları köylerini terkederek eski Osmanlı başkentine gelmeye ve burada kayıkçı, liman hamalı, hamal vb. olarak çalışmaya zorluyor. Örgütlü olmaları sayesinde nispeten yüksek ücret alırlar ve Abdülhamit’ten Kemal Paşa’ya kadar tüm hükümetler, İstanbul hamallarının örgütünü ciddi bir güç olarak hesaba katmak zorunda kalmıştır.
Kemalistler 1923 yılında İstanbul'u ele geçirdiklerinde, bu işçi kategorisinin başına buyrukluğunu kısıtlamayı denediler. Ne var ki, bu girişim, hamalların jandarmayla kıran, kırana çatışmasıyla sonuçlandı. Yüzlerce hamal yaralandı. Bu arada, hamalların çoğunluğunu oluşturan Kürtlerin aralarındaki tutkunluk, hiç de küçümsenemeyecek bir rol oynadı. Örgütün önderleri olan “kahya”lar hapis cezalarına çarptırıldı. İstanbul’daki gericiler, hoşnutsuz Kürtler üzerinde karşı-devrimci bir ajitasyona giriştiler ve hatta Kürtlerin yardımıyla Mustafa Kemal’e bir suikast düzenlemeyi bile başardılar. Polis, zamanında önlem alarak suikastı önleyebildi ve bütün elebaşları tutukladı (Ekim 1923).
Zonguldak’ta bulunan maden işçilerinin hepsi köylüdür. Bunlar, kömür ocaklarında 3-6 aylık bir süre için çalışmaktadırlar. Maden ocaklarındaki maddi çalışma koşulları dayanılacak gibi değildir ve bir insanın orada daha uzun zaman kalması fiziksel bakımdan olanaksızdır. Köylüler, genellikle, doğrudan doğruya maden sahibi tarafından işe alınmamakta, maden sahibiyle anlaşma yapmış olan bir dayıbaşı aracılığıyla işe girmektedirler. Bu “artel başı” (amele çavuşu), sindirilmiş ve çaresizlik yüzünden madenlerdeki yıpratıcı çalışmaya razı olmak zorunda kalmış artel üyesi köylüleri amansızca sömürür. 1923 yılında bazı, ileri işçiler, Zonguldak maden işçilerini örgütlemeyi başardı. Bu ileri işçiler, meslek eğitimi için Almanya’ya gönderilmiş ve oradan geri dönmüşlerdi. Böylece ilk grev patlak verdi. Bu konuya ileride yeniden döneceğiz.
“İttihat ve Terakki” partisi, emperyalist savaş sırasında bin beş yüz genç işçiyi, çeşitli sanayi dallarında ustalaşmaları için Almanya’ya ve Avusturya-Macaristan’a yollamıştı. Bu işçiler, Almanya’da Kasım Devrimini ve Macaristan’da da Sovyet Devrimini yaşamış, kısmen faal olarak bunlara katılmışlardı. Bu vasıflı Türk işçileri, yurda döndükten sonra Türkiye işçi sınıfının örgütlenmesinde önemli bir rol oynadılar. İçlerinden birçoğu Türkiye Komünist Partisinin kurulmasına aktif olarak katıldı ve her zaman için devrimci işçi hareketinin öncü savaşçıları olarak ortaya çıktı.
Bugün Türkiye işçi sınıfı, ana hatlarıyla, hâlâ loncalara özgü dar görüşün ve küçük burjuva psikolojisinin damgasını taşımaktadır. Ne var ki, yeni Türkiye’nin Kemal hükümeti tarafından hızla geliştirilen sanayileşmesi, Türkiye proletaryasını radikalleştirecek ve onu çağdaş anlamda bir sınıf haline getirecektir.
İzmir İktisat Kongresi
1923 yılı başlarında İsmet Paşa hükümeti İzmir’de ülkenin iktisadi sorunlarını ve üretici güçlerin geliştirilmesini görüşmek üzere özel bir kongre topladı. İşçi sınıfına toplantıda temsil hakkı tanınmakla birlikte, delegeler yerel makamlarca atanacaktı. Neyse ki, komünist “Aydınlık” grubunun inisiyatifi sayesinde İstanbullu işçiler örgütlenerek işçilerinden üç delege seçmeyi başardılar. Bu delegelerin arasında, Türkiye komünist hareketinin öncüsü, Partinin genel sekreteri ve önderi olan Dr. Şefik Hüsnü yoldaş da vardı. (Bu yoldaş, geçtiğimiz günlerde, 1 Mayıs’la ilgili bir broşür yüzünden Ankara İstiklal Mahkemesi tarafından 15 yıl ağır hapse mahkûm edilmiştir. İleride bu davaya yeniden değineceğiz).
Şefik Hüsnü, İzmir Kongresinde tüm işçi delegasyonunu kendi arkasına almayı başardı. Kongrenin işçi meselesiyle ilgili program maddelerinin çoğu, Hüsnü yoldaşın katkısıyla hazırlandı. İşçi delegasyonunun grup toplantılarında iş güvenliği, sekiz saatlik işgünü, sendika kurma ve toplu sözleşme hakkıyla ilgili maddeler tartışıldı ve kabul edildi. Hükümet bu talepleri yerine getirmeye söz verdi, ama bugüne kadar İzmir Kongresinin iş güvenliği yasasıyla ilgili programı kâğıt üzerinde kalmıştır. Meclis, işçi sorunlarıyla ilgili yasa tasarılarını görüşmeyi bir oturumdan diğerine erteleyip durmaktadır.
İzmir İktisat Kongresiyle Türkiye işçi hareketi önemli ölçüde hız kazandı. İşçi hareketi içinde iki kanat ortaya çıktı: Ilımlı, “yurtsever” bir kanat ve komünist bir kanat. İstanbul’daki matbaa işçileri, tramvay işçilerinin bir bölümü vb. komünist “Aydınlık” grubunun etkisi altındaydılar. Ötekiler ise, daha önce sözünü ettiğimiz sahtekâr Şakir Rasim’in peşine takılmıştı.
İstanbul’da gelişmekte olan komünist hareketi ezmek için İsmet Paşa hükümeti, 1 Mayıs’ı fırsat bildi. Başta Şefik Hüsnü yoldaş olmak üzere “Aydınlık” grubunun önderleri zindanlara atıldı. Haklarında vatana ihanet suçundan siyasi bir dava açıldı.
İstanbul resmi makamları bu tutuklamalarla, kendi ajanları Şakir Rasim’in yardımına koşmak istemişti. Ama İstanbul işçileri, bir kere seçmiş oldukları yoldan geri dönmediler. Sendika hareketi ilk büyük başarılarını kazandı. Hemen daha 1923 Temmuzunun ortalarında, aylarca sürecek bir grev başlatıldı. Birleşmek ve ekonomik durumlarını düzeltmek için mücadele etmeye kararlı olan işçi kitlelerinin baskısı karşısında hükümet tüm derneklerin “yasaya aykırı olarak” genel bir birlik içinde birleşmesine göz yummak zorunda kaldı.
Birlik
26 Kasım 1923’de İstanbul’da iki yüz elli delegenin katıldığı bir İşçi Kongresi yapıldı. Kongreye Zonguldak’tan ve Balya-Kara Aydın yöresinden maden işçilerinin temsilcileri de katıldılar. Böylece kongre, ülke çapında bir toplantı niteliği kazandı. Kongre, kapitalist ülkelerdeki işçi konfederasyonlarına benzer bir “Bütün Türkiye İşçi Birliği”nin kurulmasına karar verdi. Bu işçi konfederasyonu, İstanbul’daki 19 bin örgütlü işçiyi (toplam 32 dernek), Zonguldak bölgesindeki 15 bin maden işçisini ve Balya-Kara Aydın yöresindeki 10 bin işçiyi kapsıyordu.
Birliğin başına, kendisini artık iyi tanıdığımız Şakir Rasim geçti. Şakir Rasim, vargücüyle Birliğin faaliyetlerini İstanbul Ohrana’sının [Gizli Polisinin] talimatlarına uygun bir yola sürüklemeye çalıştı. Şakir Rasim’in ısrarları üzerine, bütün sendikalardaki komünistler sendikadan çıkarıldı. Basma verdiği bir demeçte, bu saygıdeğer polis köpeği gazetecilere şunları söyledi: “Birlik, yalnızca ekonomik hedefler peşindedir ve kelimenin gerçek anlamıyla milli bir örgüttür. Birliğin ne Bolşevizmle, ne de sosyalizmle hiç bir ortak yanı yoktur. Birlik, aşırı uçlarla mücadeleyi kendine görev bilir.”
Şakir Rasim, burjuva Kemal hükümetine bağlılığını daha da iyi göstermek için, Birlik Yönetim Kuruluna ikinci başkan seçiminde, Kemalist Halk Partisinin İstanbul örgütü sekreteri olan Dr. Refik İsmail Bey’i aday gösterdi. Böylece Kemalistlerin, Türkiye’nin örgütlü işçi sınıfı üzerindeki vesayeti pekişmiş oldu.
Birlik Yönetim Kurulunun iktidar karşısındaki yaltakçılığı her türlü sınırı aşmıştı. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Paşa’ya çekilen kölelik telgrafları, resmi makamların karşısında eğilip bükülme ve onlara yaranma çabalan, “milli” çıkarlara bağlılık gösterileri, şu ya da bu “paşa”ya çekilen ziyafetler; işte polis ajanı Şakir Rasim’in pratiğinde bütün bunlara en yaygın bir biçimde başvuruldu. Bizzat “Gazi” Mustafa Kemal Paşa, Birliğin gösterdiği bu “bağlılık” duygularına karşılık olarak, sendika kurma ve grev yasasını bir an önce hazırlatmaya söz verdi. Gelgelelim bu yasa bugüne kadar bir türlü dünyaya gelemedi.
Birlik, İstanbul’un örgütlü işçilerinin tümünü kapsayamamıştır. Birinci olarak demiryolu işçileri, ikinci olarak da basın işçileri Birliğin etkisi dışında kaldılar. Hatta Birliğe karşı muhalefete başladılar. İstanbul matbaa işçileri üzerinde de komünistlerin büyük etkisi vardı. Aynı şekilde liman işçileri de Birliğe katılmayı reddettiler.
Çok geçmeden Birlik, işçilerin gözünde tüm saygınlığını yitirdi. Bunu görmek için Birliğin üye sayısına bakmak yeterlidir. Başlangıçta sadece İstanbul'da 19 bin üyesi olduğu halde, bu sayı 1924 Nisan’ında toplam 7 bine düşmüştür. Birliğin el-ayak öpme taktiği, resmi makamlara yaltaklanması, işçi kitlelerini itti. Artık işçi kitleleri, Ohrana'nın ve burjuva hükümetinin işçi çıkarlarının koruyucuları olmadığını anlayacak kadar gelişmişti.
Resmi makamların işçi birliğini boş vaatlerle avutarak, gerçekte sendika özgürlüğü sorununu bir adım bile ileri götürmemeleri anlamlıdır. Hükümet, bu en sadık bendesi Birlik gibi vatanperverlikten yanma varılmayan hilkat garibesine karşı bile güvensizdi. İşçi Birliği, kısa zamanda, kendiliğinden dağıldı. (Burada, yeri gelmişken, “Türkiye Beynelmilel İşçiler İttihadı”ndan da söz edelim. Bu devrimci sendikal örgütün kendi gazetesi bile vardı. Ne var ki, sadece “gayri müslim” işçileri kapsıyordu ve Türk işçiler arasında etkisi yoktu. Bu örgütün varlığı üç yıl sürmüştür.)
Grev Dalgası
1923 yaz aylarında Türkiye'nin işçi hayatında büyük olayların baş gösterdiğini daha önce de belirtmiştik. Ülkenin hemen hemen tüm büyük işçi merkezlerinde grevler patlak verdi. Grev dalgası, muazzam bir alanı kapladı ve grevcilerin sayısı Türkiye işçi hareketinde görülmemiş bir rakam olan 32 bini buldu. Bu grevler, bütün olarak, bir saldırı niteliğindeydi. Ekonomik taleplerin yanı-sıra, birçok siyasi talep de ileri sürülmüştü: Sendika hakkı, toplumsal yasaların çıkarılması vb. gibi. Komünistlerin önderlik ettiği grevlerde (örneğin İstanbul matbaa işçilerinin grevinde ve Doğu Demiryolu grevinde), talepler arasında Sovyetler Birliği ile yakın ilişkilerin geliştirilmesi de yer aldı.
Grevlerin yarısı işçilerin zaferiyle sonuçlandı.
Grev yapılan işletmeler şunlardır:
Grevci işçi Grevde geçen gün
İstanbul’daki Bomonti Bira Fabrikası 300 8
Matbaa işçileri 100 8
Doğu Demiryolu 1.400 8
Aydın Demiryolu 1.600 10
Zonguldak maden işçilerinin kısmi grevi 10.000 3
Zonguldak işçilerinin 25 Temmuz’dan
6 Ağustos’a kadar süren genel grevi 12.000 12
İstanbul liman işçilerinin grevi (Ekim) 5.000 7
Çevredeki tarım işçilerinin grevi 130 2
Grevler, Türkiye işçi hareketi tarihinde bir dönüm noktasını oluşturuyordu. Hükümet, işçi sınıfını dizginlemek ve işçi hareketini denetlemek için harcadığı tüm çabalara karşın, ilk kez böyle on binlerce proleteri saran grev hareketinin gelişmesini durduramadı.
1924 yazında da posta-telgraf memurları ve tramvay işçileri greve gitti. Tramvay işçileri jandarmayla çatışmaya bile girdiler ve grevcilerden bazıları yaralandı, yirmi yedisi de tutuklandı. Bu grev, İstanbul işçilerinin “milli” devlet iktidarıyla bağları koparttığını ve ona karşı muhalefete başladığını gösteriyordu. İstanbul işçileri, “milli” devlet iktidarının bir burjuva iktidarı olduğunu ve Türkiye burjuvazisiyle yabancı kapitalistlerin çıkarlarını savunmak için işçileri kurşunlamaktan bile kaçınmayacağını, bizzat kendi pratikleriyle kavramışlardı.
1924 Ekim ayında Doğu Demiryollarında (İstanbul-Edirne) bir grev patlak verdi. Greve yol açan olay, işçilerin yardımlaşma sandığındaki paralan kendi aralarında paylaşma kararıydı. Fransız demiryolu şirketi işe burnunu soktu ve en faal iki işçiye yol verdi. Bunun üzerine işçiler işten atılanların yeniden işe alınması için greve gittiler. Doğu Demiryolları yönetimi, kendisinin de belli bir katkıda bulunduğu sandığın paralarını 1922' den bu yana dilediği gibi kullanıp durmuştu. Greve resmi makamlar müdahale etti. Grev zorbalıkla bastırıldı.
Tüm 1924 yılı boyunca kâh orada, kâh burada grevler patlak verdi. Resmi makamlar ise her seferinde, çoğunlukla yabancı olan patronların safında yer aldılar. Örneğin 1924 Ekim’inde İstanbul’daki büyük un fabrikalarında ve devlete ait dokuma fabrikalarında bir grev oldu. Bu sonuncusuna kadın işçiler de katıldı.
Burada Şirketi Hayriye’ye bağlı gemicilerin 1925 Ağustos ayında yaptığı grevden de söz etmeden geçmeyelim. Türklerin elinde olan bu şirket muazzam kârlar elde ettiği halde, gemicilere ancak ölmeyecekleri kadar ücret ödüyordu.
Polis, doğal olarak hisse sahiplerinden yana çıktı ve en faal işçileri tutukladı. Grevcilerden onlarcası işten atılarak yerlerine grev kırıcılar alındı.
Polisin dağıttığı bu grev dolayısıyla, İstanbul’da yayımlanan “Cumhuriyet” adlı Kemalist gazete, Türkiye’deki işçi meselesi konusunda bakınız neler yazıyor. Gazetenin 21 Ağustos tarihli başmakalesinde şunları okuyoruz:
“Şirketi Hayriye’de çalışan işçilerden bir kısmı, grev yapmaya kalktı. Bu teşebbüsleri başarısızlığa uğradı. Türk işçisi, Avrupalı işçilerin niteliklerine ve maddi kaynaklarına sahip değildir. Türk işçi sınıfı henüz çocukluk çağındadır ve işçi örgütleri, üyelerini greve itmekle hata işlemektedirler. Ancak hiçbir sorumluluk duygusu olmayan unsurlar, saf Türk işçilerini sınıf mücadelesinin tehlikeli yolunu tutmaya kışkırtabilir. Türkiye’de büyük kapitalistler yoktur. İktisadi hayatımız henüz yeterince gelişmiş değildir ve işte bu yüzden bizde işçi meselesine yer yoktur. Bizim müteşebbislerimizin, yani inisiyatif sahibi kimselerin maddi yaşama koşulları, işçilerinkinden hemen hemen farksızdır. (?) Ama gene de işçilerimizin hoşnutsuz olduklarını ve kolay heyecana kapıldıklarını bir olgu olarak tesbit etmeliyiz. Onların bu heyecanı, işçilerle müteşebbisler arasındaki zıtlığı keskinleştirme eğilimini taşıyor. İşçilerin bu heyecanlı ruh halini görmezlikten gelemeyiz. Bu durum, milli ve iktisadi gelişmemiz için bir tehlike haline gelebilir. Vakit geçirmeden buna karşı önlemler almak zorunludur. İşçi sınıfını yönetecek, uygarlaştıracak ve mükemmelleştirecek organlar kurulmalıdır.”
Uzun lafın kısası: Caveant consules! Yani, resmi makamlar Türkiye işçilerini zaptü rapta almalı ve kendi vesayetleri altında tutmalıdırlar. Uzun sözün kısası: Zubatov’un hayaleti Boğaziçi semalarında gezinmektedir!
Tüm Türkiye basını grevcilere karşı cihad açtı. Grevcilerin “zavallı, yoksul” Türk gemi sahiplerinin cebine el atmaya cüret ettiklerini yazıyorlardı. Türk milli burjuvazisi işçi sınıfının üzerine çullandı ve bütün devlet aygıtını harekete geçirdi.
Cumhuriyet Türkiye’si işçi sınıfının en temel haklan gaspedilmiştir. Türkiye işçisi, sekiz saatlik işgünü nedir bilmez. Normal çalışma süresi 14-15 saattir. İşçilerin çağdaş sendikalarda birleşmesi yasaktır. İşçiler grev yapamazlar. Hastalığa, yaşlılığa ya da kazalara karşı kendilerini güvence altına almak için örgüt kuramazlar. Kadın ve çocuk emeği, insafsızca sömürülmektedir. Milli burjuva devriminin ürünü olan burjuva devleti, kendi sınıf çıkarlarını savunmakta ve proletaryayı polis denetimi altına sokmak istemektedir.
Teali [Amele Teali Cemiyeti]
1924 güzünde Türkiyeli komünistler, İstanbul’daki bazı dernekleri canlandırmayı ve kendiliğinden dağılmış olan “Birliğin” yerine yeni bir işçi konfederasyonu kurmayı başardılar. Bu yeni konfederasyonun adı “Teali” idi. Komünistler, bazı demek yönetimlerinde önder bir çekirdek oluşturmuşlardı. İşte oralarda kendi gruplarına dayanarak ve sempatizan işçileri de bu gruplara alarak bir örgütlenme çalışması yaptılar.
“Teali”nin başındaki yönetim neredeyse tamamen komünistlerden oluşuyordu. Sadece başkan, Birliğin Yönetim Kurulunda da görev almış olan Dr. Refik İsmail Bey adında bir Kemalistti. Bu başkan hükümetle sürekli ilişki içinde bulunmakla birlikte, komünist grubun talimatlarını uygulamak zorunda da kalıyordu.
“Teali”, 1925 Mayısına kadar varlığını sürdürdü. Önder durumdaki komünistlerin -on beş aydın ve bir işçi- tutuklanmasından sonra hükümet tarafından kapatıldı.
1 Mayıs 1925’de İstanbul komünistleri, proletarya bayramı konulu bir broşür yayınlamışlardı.
Türkiyeli komünistler son tutuklamalara kadar, bütün bir yıl boyunca canlı bir çalışma yürüttüler. Teorik “Aydınlık” dergisi birçok kez çıktı.
Bundan başka bir de “Orak-Çekiç” adında bir gazete çıkarıldı. Bu gazeteye Trakya ve Anadoludan onlarca işçi, muhabir olarak katıldı. Marksizm-Leninizm’in, işçi meselesinin sorunlarını vb. işleyen on beş kadar da broşür basıldı.
Hükümet, Türkiye işçileri üzerinde komünistlerin etkisinin gitgide güçlenmesinden korktu ve komünistleri işçilerden tecrit etmeye karar verdi. On yedi sorumlu Parti görevlisi tutuklanarak Ankara istiklal Mahkemesine sevkedildi. Bu görevliler, toplam 159 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Sadece dört yoldaş, burjuva adaletinin pençesinden kurtulmayı başarabildi. On üç yoldaş ise, Ankara’daki zindancı başıların elinde kaldı. Hükümet, Partinin yayın organları olan “Aydınlık”ı, “Orak-Çekiç”i ve Bursa’da yayınlanmakta olan ”Yoldaş”ı yasakladı. “Teali”nin yönetim kurulunu dağıttı ve ülkede tam anlamıyla zorbalık ve keyfiliğe dayanan egemenliğini pekiştirdi.
Son zamanlarda hükümet, geçtiğimiz aylardaki grev hareketleri ve özellikle de Şirketi Hayriye işçilerinin grevi karşısında, işçi hareketini sıkı bir biçimde ele almaya karar vermiş bulunuyor. Hükümet, işçiler kendi haline bırakılırsa işçi hareketinin çok tehlikeli boyutlara ulaşabileceğini artık iyice kavramıştır, İsmet Paşa hükümeti, işçilere göstermelik bir örgüt sunmayı gerekli görüyor. Bu örgüt, “Cumhuriyet” adlı İstanbul gazetesinin deyimiyle, “her türlü siyasetten uzak olup, sadece ekonomik amaçlar güdecektir”. İşte bu yolla hükümet, işçilerin hoşnutsuzluğunun önüne geçmeyi ve onların dikkatini siyasi meselelerden saptırmayı ummaktadır.
Sonuç olarak bu amaçla, 10 Ağustos 1925’te İstanbul’da İstanbul İşçi Yardımlaşma Derneğinin toplantısı yapıldı. Polis, sessiz kalarak toplantıyı onayladı. “Teali”nin eski yönetim kurulu yerine yenisi seçildi. Yeni yönetim kurulu başkanlığına da, artık fazlasıyla tanıdığımız Dr. Refik İsmail Bey, yani Kemalist partinin İstanbul örgütü sekreteri getirildi. Toplantı, aynı zamanda bir bildiri yayınlayarak işçilerin siyasi meselelerle hiçbir şekilde ilgilenmediklerini ilana karar verdi. İşçilerin siyasetle hiçbir ilgisi olamazdı.
Bu, Kemal hükümetinin işçi hareketini “dizginleme” yolundaki ilk deneyi değildir. Kemalist hükümet, komünistleri illegaliteye itmiş, işçi sınıfını öndersiz bırakmış, gazetelerini yasaklamıştır. Şimdi de, işçilerin gözünü boyamaya çalışıyor.
Ama boşuna! Bizzat Kemal hükümetinin kendi elleriyle geliştirmeye çalıştığı kapitalizmin mantığı, işçileri güya “siyaset”ten uzak tutsun diye dikilen tel örgüleri, kimsenin gözünün yaşına bakmadan bir bir devirecek, hükümetin hafiyesi “vasi” bayların işçi sınıfını zaptetmek için kurduğu kâğıttan şatoları yerle bir edecektir. Ve işçiler “siyaset”e katılacaktır. Türkiye işçi hareketi, kendini Kemalist “Zubatovcuların” cenderesinden kurtaracak, sınıf mücadelesi yolunda ilerleyecektir. Kemalistler, tarihin tekerleğini geriye döndüremeyeceklerdir.
Türkiye’nin sanayileşme süreci, işçilerin kitle hareketinin gelişmesi için yeterli bir temel oluşturuyor. Ve Kemalist “vasiler” proleter sınıf hareketini ne kadar zincire vurmaya çalışırlarsa, bu kitle hareketi de o ölçüde devrimci olacaktır...
Komünist Enternasyonal Dergisi
Aralık 1925, Özel Sayı, s. 75-84
(Türkiye Komünist ve İşçi Hareketi, Aydınlık Yayınları, Mart 1979, s. 136-54)