8 Mart ve burjuva toplumunda kadın hakları

Tüm temel demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinde olduğu gibi kadının özgürleşme ve eşit haklar mücadelesinde de tutarlı tek hareket, işçi sınıfın hareketi ve onun bilimsel sosyalizmi esas alan sınıf partileriydi.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Kadın
  • |
  • 03 Mart 2021
  • 16:53

8 Mart’ın tarihsel onuru

Günümüzde 8 Mart, içi boşaltılmış biçimiyle de olsa, “Uluslararası Kadın Günü” olarak artık dünya ölçüsünde genel bir kabul görüyor. Ama kolayca tahmin edilebilecek nedenlerle bu önemli günün tarihi üzerine pek bir şey söylenmiyor, bundan özenle kaçınılıyor. 8 Mart’ın tarihsel kökeni ve anlamı üzerine bir şey söylemekten özenle kaçınanlar, öte yandan onu resmi toplumun kadına verdiği değerin anlamlı bir ifadesi olarak sunabilme ikiyüzlülüğü gösterebiliyorlar. Oysa 8 Mart sosyalizm ve işçi hareketinin tarihine ayrılmaz biçimde bağlıdır ve onun bir parçasıdır. Bu anlamlı günün tarihsel ve siyasal açıdan tüm onurunu sosyalizm ve işçi hareketi taşımaktadır. Kadın bugünün kapitalist toplumunda sürekli ve sistematik bir biçimde eziliyor, sömürülüyor ve aşağılanıyor. Çağdaş uygarlığın ve demokrasinin beşiği olmakla övünen en gelişmiş kapitalist ülkelerde bile, geçmişe göre inceltilmiş biçimler içinde de olsa, kadın hala ikinci sınıf insan muamelesi görüyor. Kapitalizm, kadın sorununu çözmek bir yana, onu çok daha genişletmiş, karmaşık ve derinlikli hale getirmiştir.

Yine de bugünün toplumunda kadının, burjuva özgürlüğü ve eşitliği sınırları içinde, herşeye rağmen kazandığı temel önemde bazı medeni, politik ve sosyal haklar var. 8 Mart’ın tarihi ile sıkı sıkıya bağlantılı kritik soru da işte tam bu noktada ortaya çıkmaktadır. Burjuva toplumunun gelişmesiyle bu hakların ilişkisi nedir ve nasıldır acaba? Yanıtı kestirmeden verebiliriz. Bugünün modern burjuva toplumunda kadının herşeye rağmen elde ettiği haklar ona bu toplum tarafından sunulmamış, tersine hemen tümü de ona karşı mücadeleler, üstelik zorlu ve çok uzun yılları bulan mücadeleler içinde elde edilmiştir.

Kadının ikiyüz yılı bulan özgürlük ve eşitlik mücadelesi süreci içinde bu hakların nasıl kazanıldığına dönüp baktığımızda, tartışmasız bir biçimde, sosyalizmin ve uluslararası işçi hareketinin bu alandaki kendine özgü tarihsel yeriyle yüzyüze kalırız. Kadının bugün sahip olduğu hemen tüm temel demokratik ve sosyal haklar, tam da kurulu burjuva düzenine karşı sosyal-siyasal mücadeleler içinde, büyük ölçüde işçi hareketi sayesinde ve işçi sınıfı partileri önderliğinde elde edilmişlerdir. Kadının hak eşitliği ve özgürleşme mücadelesinin 19. yüzyılın sonu 20. yüzyılın başında belli ülkelerdeki, özellikle de Almanya’daki emekçi kadınların mücadelesi sayesinde bir ilerleme kaydettiğini görüyoruz. Nitekim Almanya, tam da bu mücadele sayesinde, kadın payına gerek medeni ve sosyal gerekse politik açıdan önemli kazanımların elde edildiği bir ülkedir. Bundan dolayı da, emekçi kadın hareketinin en iyi önderleri bu ülkede yetişmiştir. Bugün kadın sorununa ve kadının özgürleşmesi mücadelesinin tarihine ilgi duyan bir kimse mutlaka Clara Zetkin ismi ile karşılaşır. Bu örnek komünist kadın önderin, Clara Zetkin’in tüm yaşamı, emekçi kadının kurtuluşu mücadelesi içinde geçmiştir. O, komünist bir kadın militan ve önder olarak, kadının özgürleşmesi mücadelesine hem teorik ve hem de pratik alanda büyük katkılarda bulunmuştur. Yalnızca Almanya’da değil, fakat tüm dünyada kadınlar, elbette özellikle işçi ve emekçi kadınlar, ona gerçekten çok şey borçludurlar. Bugün sadece sosyalistlerin ve emekçilerin değil, fakat ikiyüzlülükle de olsa artık bütün toplumun kutladığı “8 Mart Uluslararası Emekçi Kadınlar Günü”nü de (ki onlar “emekçi” nitelemesini kullanmaktan sınıfsal duyarlılıkları nedeniyle özenle kaçınırlar), Clara Zetkin’in önderliğindeki büyük tarihsel mücadeleye, yani sosyalist emekçi kadın hareketine borçluyuz. 8 Mart, 1910 yılında yapılan İkinci Uluslararası Sosyalist Kadınlar Konferansı’nda, bizzat Clara Zetkin tarafından gündeme getirilerek uluslararası kadın günü olarak kabul ediliyor.

8 Mart’ın kabulü sosyalist kadın hareketinin ürünü olduğu gibi, bu tarihin seçilmesinin esin kaynağı ve hareket noktası da bizzat işçi kadınların mücadelesidir. 8 Mart tarihi, 1857 ve 1886 yıllarında Amerikalı işçi kadınların direnişlerinin anısına seçilmiştir. Bu direnişlere yolaçan nedenler ve eylemde ileri sürülen istemler, kadın işçilerin yüzyüze bulundukları çifte ezilmişlikle, yani hem sınıf hem de cins olarak çifte baskı ve sömürüye hedef olmalarıyla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Yani 8 Mart Amerikalı kadın işçilerinin mücadelesi anısına saptanmış bir tarihtir, ki bu da bize 8 Mart’ın kaynağındaki dolaysız sınıfsal öğeyi verir.

Özetle 8 Mart, tümüyle sosyalizmin ve işçi hareketinin topluma kazanımıdır. Bugünün ikiyüzlü burjuva toplumu kadın haklarını yılda bir kez bile olsun hatırlamak ihtiyacı duyuyorsa, ikiyüzlülüğünü bir de bu vesileyle sergilemek yoluna gitmek zorunda kalıyorsa, Türkiye’deki rejim temsilcileri yılda bir kez olsun 8 Mart’ı vesile ederek kadın hakları üzerine bir şeyler söylemek yoluna gidiyorlarsa, tüm bunlar tam da sosyalizmin ve emekçi hareketinin tarihsel mücadelesi sayesindedir.

Burjuva devrimleri ve kadın hakları İnsanlık tarihi içinde burjuvazinin ilerici bir konumda bulunduğu, buna uygun olarak tarihte devrimci bir rol oynadığı, insanlığın ilerlemesine katkıda bulunduğu bir dönem var. Bu, kapitalizmin eski düzeni oluşturan feodalizme karşı yeni bir toplumsal düzen olarak yükseldiği ve bu sürecin burjuva devrimleri eşliğinde yaşandığı tarihi çağdır. Bu tarihi evrede “Eşitlik, özgürlük ve kardeşlik” ilkelerini ileri süren ve bunları ülküleştiren burjuvazinin, bu çerçevede kadınının özgürlük ve eşitlik arayışlarına katkısı, katkı bir yana buna yönelik istemler karşısındaki tutumu ne olmuştur acaba?

Özellikle 8 Martlar’ı vesile ederek, bugün kadının geçmişe göre kıyaslanamaz ölçüde özgürleştiği ve eşit haklara kavuştuğu üzerine hamasi nutuklar çeken ve ikiyüzlü seremoniler düzenleyen burjuva toplumunun kadına karşı gerçek konum ve tutumunu açıklığa kavuşturmak için öncelikle yanıtlanması gereken soru herhalde budur. Bu sorunun yanıtını bize en iyi ve kestirme biçimde, burjuvazinin tarihte oynadığı devrimci rolün zirveleri sayılan burjuva devrimleri, daha somut olarak da tarihin gördüğü en köklü ve kapsamlı burjuva devrimi olan Büyük Fransız Devrimi, bu devrimlerin kadın hakları konusundaki tutumları verebilir.

Kadınların, özellikle de emekçi halktan kadınların, 1789 Fransız Devrimi’ne etkin biçimde katıldıklarını, devrim boyunca büyük kahramanlık ve fedakarlık örnekleri gösterdiklerini biliyoruz. Fakat Amerikan Bağımsızlık Savaşı örneğini izleyerek bir “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi” yayınlayan Büyük Fransız Devrimi’nin “insan hakkı” derken aslında “erkek hakkı” demek istediğini de biliyoruz. Devrimin çalkantısı içerisinde büyük bir politik uyanış yaşayan ve örgütlenen kadınlar, bu duruma karşı kadın-erkek eşitliği için mücadeleye giriştiler. Fakat istemleri, bunu dile getiren dilekçeleri, salt erkeklerden oluşan Konvansiyon Meclisi tarafından reddedildi, dahası örgütleri dağıtıldı ve hareketleri ezildi. Bebel, konuyu kadının “Siyasal eşitlik mücadelesi” çerçevesinde ele alırken, devrimde “halk kadınlarının lideri” olarak sivrilen Olympe de Gouges üzerinden şu bilgileri veriyor:

“(O), 1793’te Konvent, insan haklarını (les droits de l’homme) ilan ettiğinde, bunların yalnızca erkek hakları olduğunu hemen anladı. Olympe de Gouges, Rose Lacombe ve başkalarıyla birlikte, onun karşısında 17 maddelik ‘Kadın Hakları’nı çıkardı, bunu 1793’de, bugün de hâlâ geçerliliği olan uzun açıklamalara dayandırarak Paris Komünü’ne sundu; içinde zamana uygun düşen şu cümle geçiyordu: ‘Kadının idam sehpasına çıkma hakkı varsa, kürsüye çıkma hakkı da olmalıdır.’ Olympe de Gouges’in talepleri yerine getirilmedi. Buna karşılık, kadının gerektiğinde idam sehpasına çıkmak zorunda kalmasına atıfı, kanlı bir onay buldu. Bir yanda kadın haklarını savunması, öte yanda Konvent’in zorbalıklarına karşı mücadelesi nedeniyle Konvent’e, idam sehpası için yeterli olgunlukta göründü; ve aynı yılın 3 Kasım’ında başı düştü. Beş gün sonra Madam Roland’ın da başı gitti. İkisi de kahramanlar gibi öldüler. Ölümlerinden kısa süre önce, 30 Ekim 1793’de Konvent kadın düşmanı zihniyetini, tüm kadın derneklerini kapatarak göstermişti ve daha sonra, kadınlar kendilerine karşı yapılan haksızlığa karşı protestoyu sürdürünce, Konvent’i ve resmi toplantıları ziyaret etmelerini yasaklayacak ve onlara asi muamelesi yapacak kadar ileri gitti.” (August Bebel, Kadın ve Sosyalizm, s. 302-303, İnter Yay.)

Bebel’in anlattığı olayların geçtiği zaman dilimi, Fransız Devrimi’nin fırtınalı akışı içerisinde, burjuvazinin devrimci kanadını oluşturan ve tümüyle halk kitlelerine dayanan Jakobenler’in egemen olduğu bir tarihi dönemdir. Devrim en büyük atılımlarını bu dönemde yapar, en köklü dönüşümler bu dönemde gerçekleşir; “eski düzen”e karşı en kapsamlı tedbirler bu dönemde alınır, en radikal mücadeleler bu dönemde verilir. Özetle bu, burjuva eşitlik ve özgürlük idealinin pratikte en ileri sonuçlarına vardırıldığı dönemdir. Ama işte böyle bir dönemde bile, burjuva devriminin ufkunda kadının eşitliği ve özgürlüğü sorunu yoktur. Jakobenlerin egemen olduğu Konvansiyon, üstelik burjuva anlamda, bu biçimsel sınırlar içinde dahi, kadının eşitlik istemine yabancıdır ve buna yönelik arayışlarının karşısındadır. Dahası bizzat dönemin devrimci kadınlarından gelen buna yönelik girişimleri bastırmak ve ezmek yoluna gitmiştir.

Bu tarihsel olgu, biz komünistlerin işçi sınıfı adına devrimci atılımlarını her zaman selamladığımız ve tarihsel mirasına hep sahip çıktığımız Jakobenizme hiç de gölge düşürmüyor; fakat yalnızca, kadının eşitliği ve özgürlüğü gibi temel demokratik bir sorunun, burjuvazinin en devrimci kanadının dahi, demek oluyor ki, bir bütün olarak klasik burjuva demokratik devrimlerinin ufku dışında kaldığını gösteriyor. Nitekim 50 yılı aşkın bir süre sonra, 1848 Devrimi döneminin burjuva meclisi de, hazırlanan yeni anayasada kadınlara eşit siyasal haklar tanınması istemlerini reddetti (dönemin ütopik sosyalist temsilcilerinden gelmişti bu istem). Buradaki katı tutum, Fransa gibi köklü demokratik geleneklere sahip bir radikal burjuva devrimler ülkesinde, kadınların eşit siyasal haklara kavuşmasının bile neden ancak İkinci Dünya Savaşı sonrasında olanaklı olabildiğini de açıklar.

Eşit politik haklar için 20. yüzyılı beklemek gerekti

Burada eşit siyasal haklar sorununu bilerek öne çıkarıyoruz. Zira bu herşeye rağmen burjuva devrimlerinin ilerleme kaydettiği bir alandır. Burjuva eşitlik anlayışı her zaman politik eşitlik sınırları içindedir ve bu da somutta yasa önünde eşitlikten öteye gitmez. Fransız Devrimi’nin ürünü olan ve burjuva özgürlük ve eşitlik anlayışını en ideal biçimde dile getirildiği belge sayılan “İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”, 1. maddesinde, “İnsanlar hukuk açısından özgür ve eşit doğarlar; özgür ve eşit yaşarlar...” der. Bunun gerçek hayata uygulanması en iyi durumda yasa önünde eşitliktir; eşit hukuksal haklara sahip olmaktır. Ama bizzat bu bildirgeyi hazırlayanlar kadını bunun dışında tutabilmişlerdir.

Gerçekte dışında tuttukları yalnızca kadınlar da değildir. Toplumun mülksüz emekçi kesimleri de uzun süre boyunca bu haktan yoksun bırakılmışlardır. 1640 İngiliz Devrimi’nden 200 sene sonra işçiler ve mülksüzler ve elbette bu arada kadınlar bu haktan hala yoksundular. İlk modern işçi hareketi örneği kabul edilen Çartist Hareketin zorlu, soluklu ve uzun yılları bulan mücadelesinin basıncı altındadır ki, bu hak işçi sınıfı erkeklerine ancak 19. yüzyılın ikinci yarısında nihayet tanınabildi. Kadınlar ise bu haktan yararlanabilmek için daha çok sabretmek, Birinci Dünya Savaşı sonrasını beklemek durumundaydılar (Bu bile başlangıçta 30 yaşın üzerindeki kadınlarla sınırlanmıştı. Bu sınırın 21 yaşına indirilmesi ancak 1928’de olanaklı olabildi).

ABD’de bu hakkın üstelik yalnızca bazı eyaletlerde tanınabilmesi içinse Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nın yüzyıl sonrasını beklemek gerekecekti. Bazı eyaletlerde bu süre 150 yılı buldu, 20. yüzyılın ilk onyıllarına kaldı. Almanya, Fransa, İtalya gibi ülkelerde durum daha da kötüydü. Almanya’da, üstelik bu doğrultuda verilen zorlu mücadelelere rağmen, kadına Birinci Dünya Savaşı öncesinde bu hak tanınmadığı gibi, 1908 yılına kadar kadınların siyasal partilere üye olması ve siyasal toplantılara katılması bile yasayla yasaklanmıştı ve bu yasak katı bir biçimde uygulanıyordu.

Türkiye’de resmi çevrelerin, cumhuriyet kadına seçme ve seçilme hakkını batılı birçok ülkeden önce verdi diyerek övünmeleri boşuna değil. Burjuva anlamda demokraside bu kadar mesafe katetmiş toplumların bile kadına seçme ve seçilme hakkını ancak 20. yüzyıl içinde ve büyük ölçüde de modern işçi hareketinin basıncı altında vermeleri, kadının bu toplumlardaki durumuna ve konumuna çok çarpıcı bir örnektir. Bu hak şimdi genelleşmiş, evrenselleşmiş ve bu çerçevede olağan hale gelmiş bulunmaktadır. Ama daha 50-60 yıl öncesine İtalya’da, Fransa’da (büyük ve sarsıcı burjuva devrimlerinin ülkesi Fransa’da!) bile yoktu. Birçok başka ülkede ancak yüzyılın ikinci yarısında kazanılabildi.

Daha da ilginç olanı, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren kendini gösteren burjuva kadın hareketlerinin bu alandaki tutumuydu. Bu hareketler, en radikal eğilimler gösterdikleri Almanya’da bile politik eşitlik talebini, bu çerçevede kadına seçme ve seçilme hakkını ya önemsemiyor ya da tümden bir yana bırakabiliyorlardı. 19. yüzyılın ikinci yarısında Avrupa’da ve ABD’de kadın hakları doğrultusunda belli bir hareketin oluştuğunu biliyoruz. Ama bu kadınların ileri sürdüğü talepler son derece dar ve esas olarak da burjuva kadınıyla sınırlıydı. Örneğin, birçok durumda, tüm kadınlar için değil fakat yalnızca mülk sahibi sınıflara mensup kadınlar için seçme ve seçilme hakkı istiyorlardı. Bu davranış aslında şaşırtıcı da değildir. Zira burada belirgin bir sınıf tutumu ile karşı karşıyayız.

Bu kadın hareketleri kadının medeni, kültürel ve siyasal hakları için mücadele ederken, bunu sınırlayıp güdükleştirmelerinin gerisinde kendi sosyal konumları var. Bunlar burjuva sınıfına dahil kadınlardı; bu konumlarına uygun olarak kadın haklarını da kendi sınıf çıkarlarına zarar vermeyecek bir tarzda formüle etme yoluna gidiyorlardı. Dolayısıyla kadın hakları uğruna istemlerinin kendi sınıf konumları çerçevesinde sınırlıyorlar ve güdükleştiriyorlardı. Kendiliğinden anlaşılacağı gibi burada kadınların özgürleşmesi ve kurtuluşu hedefi değil, fakat yalnızca burjuva kadınının burjuva erkeği ile eşit medeni ve politik haklara kavuşması arzusu var. Önemle eklemeliyiz ki, bu burjuva feminist hareketin herşeye rağmen ilerici bir nitelik taşıdığı bir evrede, yani 19. yüzyılın ikinci yarısında böyleydi. Daha sonraları gelişen işçi hareketi ve sosyalizm karşısında bu hareket gittikçe gericileşti ve ona karşı düşmanca bir tutuma girdi.

Tarih içinde burjuva ilerici kadın hareketlerinin kadın haklarının kazanılmasında sınırlı bir katkısı olsa bile, bu esasa ilişkin değildir. Esas katkı işçi kadınlardan gelmiştir. Sanayi devrimiyle birlikte kadınlar fabrikalara akmışlardır ve burada çifte baskı ve sömürünün konusu olmuşlardır. Hem işçi, yani sınıfsal olarak ve hem de kadın, yani cins olarak ezilmiş, bunun getirdiği çifte baskı ve sömürüyü yaşamışlardır. Bundan dolayı kadın hakları uğruna mücadele, bundan da öte kadının eşitliği ve özgürlüğü uğruna mücadele işçi kadın şahsında güçlü bir toplumsal temele ve dürtüye sahip olmuştur. Marksistler bu mücadeleye güçlü ve sağlam bir teorik ve programatik çerçeve sağlamakla kalmamışlar, partileri aracılığıyla pratikte ona sahip çıkmışlar, sınıf hareketinin geneline bağlamışlar ve ileriye taşımışlardır.

Tüm temel demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinde olduğu gibi kadının özgürleşme ve eşit haklar mücadelesinde de tutarlı tek hareket, işçi sınıfın hareketi ve onun bilimsel sosyalizmi esas alan sınıf partileriydi. Burjuva toplumun demokratikleşmesi mücadelesine olduğu kadar kadının eşit haklara ulaşma ve bunun olanaklı kıldığı sınırlar içinde özgürleşme mücadelesine de en büyük katkıyı onlar yaptılar.

Burjuva toplumu “eşit haklar” sorununu çözmekten bile acizdir

Politik haklar için sözkonusu olan medeni ve sosyal haklar alanında da geçerliydi. Bu farkla ki, zaman içerisinde bu ikinci alanda ilkine göre daha çok mesafe alınabildi. Burjuva devrimlerini yaşayan ve demokrasi beşiği sayılan birçok ülkede kadınlar, henüz politik haklardan yoksunken, evlilik ve aile yaşamıyla bağlantılı medeni haklar alanında bir dizi hak ve kazanım elde edebildiler. Bunun için bile çok uzun yılların geçmesi ve çok zorlu mücadeleler verilmesi gerekti.

Bebel, “demokrasinin beşiği” sayılan İngiltere’de, kadının 1870’e kadarki (ki bu İngiliz burjuva devriminden 230 yıl sonrası demektir) medeni haklar alanındaki durumunu, “kadının erkeğe kölece bağımlılık durumu” olarak tanımlıyor. İngiliz kadını her açıdan kocasına tabiydi, hukuken ona bağımlı, onun vesayeti altındaydı, “o kocasının kölesiydi”, diyor. Bu durumun ancak 1870’ten başlayarak sonraki onyıllara yayılan sınırlı reformlarla zaman içerisinde bir parça değişip hafiflediğini, fakat 1908 yılında hala da yasaların birçok bakımdan kadının aleyhine olduğunu, “eski ortaçağ hukukunun birçok kalıntısının henüz geçerliliğini sürdürdüğü”nü sözlerine ekliyor. (agy., s. 296-97)

Bebel bunları, ünlü eserini yeniden elden geçirdiği 20. yüzyılın ilk on yılında yazıyordu. Yakın döneme ait incelemeler, Bebel’i doğrulamanın ötesinde, bu eşit haklardan yoksunluk durumunun kabalıklarından arındırılmış olsa da büyük ölçüde bugün de sürdüğünü ortaya koymaktadır. Kendini sosyalist feminist olarak tanımlayan Juliet Mitchell, bütün demokratik ülkelerin en yüksek ülkülerinden birinin güya “vatandaşları arasında eşitlik sağlamak” olduğunu, “ama yeryüzündeki hiçbir demokratik ülkede” kadınların erkeklerle eşit haklara sahip olmadığını vurguladıktan sonra, sözlerini şöyle sürdürüyor:

“İngiltere, üçyüzyıldan fazla bir süredir demokratik bir ülkedir ve eşitlik de onun yolgösterici ilkelerinden biri olmuştur; oysa İngiltere’de kadın hakları konusunda son zamanlarda (1974) yapılan bir incelemenin yazarları, araştırmalarını sunarken bakın ne diyorlar:

“‘Toplumun hiçbir düzeyinde (kadınlar) erkekler ile eşit haklara sahip değildirler. 19. yüzyılın başında kadınların fiilen hiçbir hakları yoktu. Babalarının ve kocalarının malıydılar. Evlilikte alınıp satılırlardı. Oy veremezlerdi. Sözleşme yapamazlardı. Evlenince, mülk sahibi olamazlardı. Çocukları üzerinde herhangi bir hakları, kendi bedenleri üzerinde de denetimleri yoktu. Kocaları hiçbir hukuki engel olmaksızın onları dövebilir ve ırzlarına geçebilirdi. Eve kapatılmadıkları zaman, gelişen sanayileşme tarafından işçi ordusunun en aşağı kesimlerine katılmak zorunda bırakılırlardı. O zamandan bu yana, kadınlara eşit haklar konusundaki ilerleme gerçekten de pek yavaş olmuştur.’ (abç-JM)

“Yazarlar daha sonra çalışma, eğitim, sosyal yardım ve hukuk alanlarında kadınların erkeklerdan daha aşağı durumda olduklarını ve eşit ücret yasaları gibi göstermelik belgelere karşın, eşitliğin hiçbir zaman gerçekleştirilmediğini belgeliyorlar.” (Kadın ve Eşitlik kitabı içinde aynı adı taşıyan makaleden, Pencere Yayınları, s. 26)

Bu görüşleri dile getiren Juliet Mitchell, kadın sorununun burjuva toplumunda kadın ve erkek arasında “eşit haklar”ın sağlanmasından çok daha derin köklere sahip bulunduğunun bilincindedir ve burjuva toplumunun tümden aşılmasını, kadının özgürleşmesinin temel ve zorunlu koşulu olarak görmektedir. Dahası makalesinin temel amacı, burjuva eşitlik anlayışının biçimsel sınırlarını ve işlevini ortaya koymak, böylece bunu kadın sorununun köklü ve kalıcı çözümüne bağlamaktır. Fakat aktardığımız parçadaki amacı, burjuva toplumunun, üstelik kendisini yüzelli yılı aşkın bir süredir zorlayan işçi hareketinin basıncına rağmen, bugün hala biçimsel haklar planında bile kadınla erkeği eşitleyemediğini, kadının erkekle hak eşitliğini bile tam olarak sağlayamadığını vurgulamaktır. Ki bizi burada ilgilendiren de şimdilik konunun bu yanıdır.

(SY Kızıl Bayrak, Sayı: 50, 16 Mart ‘02)

İLİŞKİLİ HABERLER