Tarihten günümüze kadın ezilmişliği ve kapitalizm
Kadın cinsinin büyük tarihsel yenilgisi
İnsanlık tarihinin belli bir döneminde cins ayrımcılığına ve ayrıcalığına dayalı ilişkilerin olmadığı daha 19. yüzyılın ikinci yarısında bilimsel olarak kanıtlanmış durumdaydı. Bütün tarihsel ve antropolojik veriler bu çerçevede kadın sorununun tarihselliğine tanıklık etmekte, bunun tarihin belli bir evresinde ve belirli koşullara bağlı olarak ortaya çıkan bir sorun olduğunu göstermektedir. Gerici ideolojiye ve dinsel safsataya karşı bilim bu konuda tümüyle devrimci teoriden yanadır, her bakımdan onu doğrulamaktadır. Sosyalizmin bilimsel teorisi tarihsel ve toplumsal veriler üzerinde yükseldiğine göre bu şaşırtıcı da değildir.
Tarih içinde bin yılların ataerkil toplumunu ondan çok daha uzun bir tarihi süreci kaplamış anaerkil toplum önceliyordu. Bu toplumda kadının belirgin bir üstünlüğü vardı, fakat bu öteki cins üzerinde tahakküm kurmaya dayalı ve onu ezmeye yönelik bir üstünlük değildi. O günün toplumsal ilişkileri içinde kadının tuttuğu yere bağlı olarak oluşan doğal bir toplumsal durumdu bu. Burada kadının cins ayrıcalıklarına bağlı olarak erkeğin ezilmesi ve sömürülmesi değil, fakat o günün toplumuna egemen anaerkil ilişkilere doğal bir bağımlılığı sözkonusudur.
Anaerkil toplum ya da bilimsel açıdan daha uygun bir niteleme ile ilkel komünal toplum, henüz özel mülkiyetin, sınıfların, sömürünün, devletin olmadığı, genel olarak toplumda sınıf egemenliğine dayalı ilişkilerin ve dolayısıyla onun ürünü ya da uzantısı öteki toplumsal sömürü ve ezme biçimlerinin ortaya çıkmadığı, bu çerçevede cins ezilmişliğinin de bulunmadığı bir toplum biçimidir. Bu, sınıfsız, sömürüsüz, mülkiyetsiz, devletsiz bir toplumdu, demek oluyor ki, insanlığın bugün geleceğe ilişkin olarak hedeflediği bir toplumsal durumun ilkel düzeyde bir örneği idi. İşte böyle bir toplumda kadın, üretimdeki ve genel toplumsal ilişkileri içindeki yerinden gelen belirgin bir üstünlüğe sahiptir, fakat bu sonradan ekonomik güce, maddi ve manevi baskıya dayalı olarak erkeğin kadın üzerinde kurduğu egemenlikten tümüyle farklı idi.
İnsan toplumunun varoluş ölçeği o aşamada henüz bugünle hiçbir biçimde kıyaslanamaz ölçüde küçüktü, insan toplulukları küçük ölçekli kabileler halinde yaşıyorlardı. Bu kabile yaşamı içinde bir komünal mülkiyet ortaklığı bulunduğunu, kadının bir dizi avantajından dolayı bu toplumda öne çıktığını, otorite sahibi olduğunu, manevi saygı gördüğünü biliyoruz. Soy zincirinin kadına göre belirlendiğini; evliliklerde erkeğin kadının kabilesine gittiğini, bu manada kadına tabi olduğunu, boşanmalarda gerisin geri kendi kabilesine döndüğünü ve beraberinde bir şey götüremediğini biliyoruz. Çocukların kadının kabilesine ait olduğunu, çocuğun doğduğu kabileye mensup olan dayının evlendiği kadının kabilesine giderek nispeten uzak bir yabancı olarak kalan amcadan çok daha değerli ve ön planda bulunduğunu biliyoruz. Tarihsel ve antropolojik incelemeler bütün bunların tartışma götürmez kanıtlarını bize açıklıkla sunuyor.
Köleci sınıf toplumunu önceleyen tanrıça kültürü, tümüyle kadının toplumda etkin, egemen ve saygın olduğu bir tarihsel dönemin göstergesidir. İnsanlık tarihininin düşünsel-kültürel boyutunda tanrılardan önce tanrıçalar var ve tanrıların bunların yerini alması zamanla oluyor. Ve bu, mitolojinin açıkça tanıklık ettiği gibi, barışçı biçimde olmak bir yana ancak büyük mücadeleler sayesinde ve bu mücadelelere sahne olan zorlu bir tarihi geçiş döneminin sonrasında gerçekleşiyor.
Bu, sınıflı toplumun ve ona eşlik eden erkek egemenliğinin, bin yıllara yayılan zorlu ve sancılı doğumunun düşünsel-kültürel yansımasından başka bir şey değildir kuşkusuz. Tarih içinde özel mülkiyetin, sömürünün, sınıfların, bunlara dayalı tahakküm ve ezme biçimlerinin, bütün bunların temel bir aracı olarak devletin doğumuna, bu aynı sürecin cins ilişkileri planında yansıması olarak erkek egemenliğinin doğumu eşlik etmiştir.
Üretici güçlerdeki gelişme zamanla üretim içinde erkeğe daha üstün bir konum kazandırdı ve bu aynı gelişmenin yarattığı zenginlik gitgide özel mülk olarak erkeğin elinde birikti. Erkek tam da bu sayede adım adım toplum içerisinde ön plana çıktı ve kadının sahip olduğu üstünlükleri devralmaya başladı. Ama arada köklü ve temelli bir fark vardı; kadın üstünlüğü sınıfsız ve sömürüsüz bir toplumsal ilişkiler sistemi içinde gerçekleşiyorken, dolayısıyla baskıya, zora, bunlara dayalı ezme biçimlerine dayanmıyorken; bunu izleyen erkek egemenliği, sınıfsal baskı ve sömürünün egemen hale geldiği bir toplumsal ilişkiler içinde gerçekleşti, sınıfsal sömürü ve baskının cins ilişkileri planındaki uzantısı oldu.
Konumuz kadın sorunu olduğu için, bu toplumsal değişimi daha çok kadın-erkek ilişkilerinin evrimi üzerinden ele alıyoruz. Yeri geldikçe vurgulandığı gibi gerçekte burada daha genel planda bir toplumsa evrim var ve kadın-erkek ilişkilerindeki tarihsel değişim de bunun bir parçası olarak gerçekleşiyor. Çözülen daha genel planda ilkel komünal toplumdur, sınıfların, sömürünün, özel mülkiyetin ve devletin olmadığı toplumsal düzendir. Doğmakta olan özel mülkiyet, sömürü, sınıflar, sınıfsal sömürü ve baskı ilişkileri, bunların zora dayalı güvencesi olarak devlet, özetle tüm sonuçlarıyla sınıflı toplumdur.
Sınıfların doğumuna erkek egemenliğinin doğumu eşlik etti, bu ikisi aynı sürecin iki farklı boyutudur. İlki aynı evrimin sınıf ilişkileri, ikincisi ise cins ilişkileri planındaki yansımasıdır. Ne zaman ki mülkiyet, sömürü, sınıflar ve devlet, bunları olumlayan ve meşrulaştıran ideoloji, kültür, değer yargıları, dinsel inançlar vb. doğdu, işte o zaman kadının cinsinin bin yıllara yayılan ve halen de sürmekte olan ezilmişliği de başlamış oldu. Sınıfsal sömürü ve baskının tüm maddi ve manevi araçları kadın üzerindeki cinsel sömürü ve baskının da araçları oldular. O zamandan beri kadın ezilen bir cinstir, toplum biçimlerindeki değişime bağlı olarak bu ezilmişliğin biçimi zaman içinde değişmiş fakat özü süregelmiştir.
Bütün bu köklü tarihsel değişimlerin ve kadının bin yılları bulan cinsel ezilmişliğinin kuşkusuz binbir türlü görünümü var. Fakat bizim için burada gerekli olan bu değişimin ve onun ürünü cinsel ezilmişliğin özü ve esasıdır. Bu değişimin ve ezilmişliğin nelere bağlı olarak ve nasıl doğduğu, dolayısıyla nelere bağlı olarak ve nasıl ortadan kalkacağıdır. Biz tarihçi ya da antropolog değil, devrimciyiz. Sömürü ve baskıya dayalı bir sınıf egemenliği sistemini tüm uzantıları ve sonuçlarıyla ortadan kaldırmak peşindeyiz. Bu çerçevede bizi ilgilendiren, belirli bir toplumsal olgunun tarihsel oluşum ve evriminin binbir görünümü ya da biçimi değil, fakat temelde onu doğuran ve yaşatan ana etkenlerdir. Biz cinsel eşitsizlik, baskı ve kölelik ilişkilerini doğuran ana etkenleri kavrarsak, böylece bu aynı ilişkilerin köklü ve temelli biçimde ortadan kaldırılmasının gerekli ve zorunlu koşullarına da açıklık getirmiş olur, haliyle buna yönelik devrimci mücadele ufkumuzu da bu temellere dayandırırız. Tarihsel ve antropolojik verilerden çıkan temel sonuçlar burada bizi bu kadar, yalnızca bu sınırlar içinde ilgilendirmektedir ve özel ayrıntılarla uğraşmamıza bunun için gerek yoktur.
Kadın sorunu tarih içinde ve belli toplumsal koşullara bağlı olarak doğmuştur, o halde zamanla ve sözkonusu koşulların köklü değişimi ile de ortadan kalkacak/kaldırılacaktır, önemli olan bunun bilincinde olmaktır. Dolayısıyla kadın köleliğine ve ezilmişliğine karşı mücadeleyi bu tarihsel ve sınıfsal bir perspektif için ele alabilmektir.
Kapitalizm ve kadın sorunu
Kapitalizm kadın sorununu yaratmadı, onu kendinden önceki sınıflı toplumlardan devraldı. Ona kendi koşullarına uygun düşen yeni bir biçim verdi, kendi sömürü ve egemenlik ilişkilerine uyarladı ve bu yeni temel üzerinde devam ettirdi. Buradaki durum aynen sınıfsal sömürü ve egemenlik ilişkilerinde olduğu gibidir. Bunları da kapitalizm yaratmadı, yalnızca kendinden önceki toplumlardan devraldı. Özünü koruyarak bu ilişkilere kendi yeni koşullarına uygun düşen bir içerik ve biçim kazandırdı.
Kapitalizm kendinden önceki sınıflı toplumdan devraldığı herşeyi kendine uydurur, her alanda kendi burjuva biçimini yaratır. Nasıl sömürü ilişkilerinin feodal biçimi yerine kapitalist biçimini geçirdiyse, kadın üzerindeki cinsel baskı ve sömürü alanında da benzer bir şey oldu. Burjuva toplumu feodal toplumdan kadının bin yılların ürünü ezilmişliği ile birlikte bunu bir ideoloji, bir kültür, bir gelenek haline getiren, yani her yolla olumlayan ve meşrulaştıran herşeyi devraldı, bütün bunları özüne dokunmadı, yalnızca onlara kendi burjuva doğasına ve kapitalist sömürü ilişkilerinin yeni ihtiyaçlarına uygun düşen bir biçim verdi. Özetle burjuva toplumu kadın sorununun özüne dokunmadı, onu kendi egemenlik ve sömürü ilişkilerinin yeni koşullarına uyarlamakla yetindi.
Kapitalist toplumda üretici güçlerin gelişmesiyle birlikte nesnel koşulların kadının kurtuluşu için kendiliğinden olgunlaşması ile resmi burjuva toplumunun kadın sorunu karşısındaki tutumu tümüyle farklı iki şeydir, bunları biribirinden özenle ayırmak durumudayız. İlki kadının özgürleşmesinin nesnel zeminini olgunlaştırırken, ikincisi kadının cinsel ezilmişliğini kendi yeni sömürü koşullarına uyarlamaya ve ondan en iyi biçimde yararlanmaya bakar. Modern sanayi tarihsel olarak emekçiyi de belli sınırlar içinde özgürleştirdi. Onu dünün toprağa bağımlı kölesi olmaktan çıkardı, kapalı feodal ekonominin bönleştirici ortamından kurtardı, büyük sanayinin ve genel toplumsal-kültürel ilişkilerin içine çekti. Bu elbette emekçinin konumu ve kurtuluş koşulları bakımından büyük bir tarihsel ilerlemenin bir ifadesiydi. Fakat öte yandan bu aynı süreç, işçileşen emekçinin kapitalist sömürü ve köleliğin girdabı içine girmesi, dünün toprak köleliği ilişkilerinin yerini modern burjuva toplumunun ücretli kölelik ilişkilerinin alması demekti.
Modern sanayinin gelişmesinin kadının toplumsal konumu üzerindeki etkisi de benzer biçimde oldu. Kapitalist gelişmenin ve sömürünün zorunlu ihtiyaçları kadını geniş ölçekli üretim sürecinin içine çekti. Olabildiği kadarıyla bu kadının kapalı ev yaşamının o kısır ve bunaltıcı ortamından çıkması, toplumsal ilişkiler genel alanına girmesi demekti. Geniş ölçekli üretim sürecine bir yanından katılan kadın böylece toplum yaşamının öteki alanlarına da bir ölçüde olsun açılabilme olanağı buldu. Bir ölçüde diyorum, zira erkek işçiden farklı olarak ev yaşamının ve çocuk bakımının tüm tüketici yükü kadının üstünde kalmaya, dolayısıyla onun toplumsal-kültürel yaşam katılmasını büyük ölçüde sınırlamaya devam etti. Kapitalizmi ve kapitalistleri kadının özgürleşmesi değil, fakat yalnızca geniş ölçekli kapitalist üretimin ve sömürünün ihtiyaçları ilgilendiriyordu. Kapitalist gelişmenin kadının toplumsal konumuna etkisi ele alınırken bunu önemle gözönünde bulundurmak gerekir.
Yine de kadını geniş ölçekli üretimin içine çeken iktisadi gelişme önemli bir tarihi ilerlemenin ifadesiydi. Bu süreç kadını sosyal ilişkiler alanına çekmekle kalmadı, emekçi ve ezilen cins olarak sosyal uyanışını da hızlandırdı. Sosyal mücadeleleri katılmasını, bu mücadeleler içinde saygınlık ve özgüven kazanmasını, kendine bu yolla da bir nebze olsun özgürleşme alanı yaratmasını kolaylaştırdı. Ama önemle yinelemek gerekir, bu modern sanayinin gelişmesinin kendiliğinden yarattığı bir sonuç oldu. Modern sanayinin kendiliğinden önünü açtığı bu süreçlere burjuvazi doğrudan bir katkıda bulunmak bir yana, tam tersine, binbir karşı müdahale ve engellemede bulundu. 8 Mart’ın kadın emekçilerin sosyal mücadeleleri ile özdeşleşmesi, kuşkusuz kadın emekçinin mücadele kapasitesini, sınıfsal ve cinsel özgürlük arayışını ortaya koymaktadır. Fakat bu aynı olgu tersinden de burjuvazinin bu arayışa karşı gösterdiği muazzam gerici sınıfsal direnişe tanıklık etmektedir. 8 Mart’ın ortaya çıkmasını simgeleyen tarihsel olaylarda bile bizzat burjuvazinin bu gerici karşı direnişi vardır.
Bu nedenle kapitalizmin iktisadi gelişmesinin kadının kurtuluşunun kolaylaştıran nesnel ön koşulları kendiliğinden yaratması ile bu toplumsal düzenin egemen sınıfı olarak burjuvazinin bilinçli tutumu arasında kesin ve kategorik bir ayrım yapmak gerekir. Kadının bugünün toplumunda kazandığı belli hak ve özgürlükler sistemli biçimde burjuva ideolojik manipülasyonlara konu olduğu için bu sorun özellikle önemlidir. Burjuvazi en devrimci döneminde bile kadının özgürleşmesi için, ezilen cins olmaktan çıkabilmesi için, kadının o çok yönlü ezilmişliğinin ortadan kaldırılması için hiçbir şey yapmadı. Çünkü sınıf olarak bundan bir çıkarı yoktu. Tersine, kadının ezilen cins konumunun yeni biçimler içinde korunması birçok bakımdan onun sınıf çıkarlarına ve tercihlerine uygun düşüyordu.
Kadının bugünün toplumunda sahip olduğu tüm kazanımların burjuvaziye rağmen ve dahası onun sınıf düzenine karşı mücadele içinde kazanıldığını ne denli vurgulasak azdır. Bunların bir kısmı kalıcı kazanımlara dönüştü, zaman içinde ve hiç değilse gelişmiş toplumlarda birer kültürel norm haline geldi. Örneğin kimse artık bu saaten sonra kadınları kaba bir biçimde eve kapatamaz. Ama kapitalizm bunu başka mekanizmalarla, daha dolaylı ve ince mekanizmalarla sonuçta bir biçimde yine de yapıyor. Örneğin toplu işten çıkarmaların öncelikli hedefi haline gelen kadına eve, mutfağa ve çocuk odasına dönmekten başka yapacak ne bırakıyor kapitalizm. Burada suçlu olan bizzat toplumsal sistemin kendisi. Bu suç öyle kendiliğinden bir sonuçtan ibaret de değil, tersine, daha önce de söylendiği gibi, bunalım dönemlerinde burjuva propagandası bunu yer yer arsızca savunur da, kadının yuvasına, mutfağına ve çocuğunun yanına dönmesi gerektiğini söyler. Kadın işten çıkartılıp sokağa atılır, eve gönderilir. Sonra da örneğin, işsiz olduğuna göre çocuğunu niye yuvaya veriyorsun, otur bari çocuğuna bak, devleti buna ilişkin gereksiz harcama yükünden kurtar denilir. Almanya gibi bir ülkede bile artık eşlerden biri çalışmıyorsa çocukları ya yuvaya almıyorlar ya da yalnızca yarım gün lütfen alıyorlar.
Kadın sorunu temelde emekçi kadınların sorunudur!
Kapitalizmde bir kadın sorunu var dedim ve bunu yeri geldikçe çeşitli açılardan örnekledim. Dikkat ederseniz sorunun bazı yönleri daha çok ya da hemen tümüyle emekçi kadını ilgilendiriyor. Bu nedenle kadın sorunu temelde bir emekçi kadın sorunu, emekçi kadınların sorunudur. Çünkü kadının ezilmişliği bu sınıfsal kesimde bütün boyutlarıyla var. İktisadi, sosyal, kültürel, bütün yönleriyle var. Elbette kadın sorununun bir de salt cins olmaktan gelen, ezilen cins olmaktan gelen bir yönü var. Bu toplumda her sınıftan kadınlar, bir bütün olarak kadın cinsi aşağılanıyor. Görünürde yüceltilen bile gerçekte en aşağılık biçimlerde, en incelikli ve o ölçüde rezil yollarla aşağılanıyor.
Yine de sorun temelde iktisadi-sosyal bir zemine oturuyor, belirgin bir sınıfsal nitelik taşıyor ve dolayısıyla temelde işçi ve emekçi kadınları ilgilendiriyor. Şu veya bu sınıfa ait kadının tavrını belirleyen son tahlilde ait olduğu sınıftır. Burjuva kadını sözkonusu olduğunda bu özellikle ve dolaysız olarak böyledir. Tarihin farklı evrelerinde ve üstelik işçi hareketinin basıncı altında kadın hakları sorunu üzerinden ortaya çıkan burjuva feminist akımların işçi ve emekçi sınıf kadınının sosyal ezilmişliğine gözlerini belirgin bir sınıfsal tutumla kapatmaları bununu ifadesidir.
Biz kadın özgürlüğünü, kadının sosyal ve siyasal yaşamdaki tam eşitliğini savunurken elbette herhangi sınıfsal ayrım yapmıyoruz, bunu bütün bir kadın nesli için istiyoruz. Kadın cinsini aşağılayan bütün bir ideolojinin, geleneklerin, göreneklerin, hukuksal-yasal eşitsizliklerin ortadan kaldırılmasını kesin bir biçimde istiyoruz. Kadının özgürlüğü ve eşitliği için verdiğimiz mücadele bir bütün olarak kadın cinsinin toplamını kapsıyor. Ama gene de bu yerinde tutum bize, kadın sorunu denilen sorunun emekçi kadın için başka, burjuva kadını içinse daha başka bir anlam ifade ettiğini, aradaki farkın temelde iki ayrı sınıfın çıkarları ve tercihleri arasındaki farka denk düştüğünü hiçbir biçimde unutturmamalıdır. Bilinçli davranabilme koşullarında ve son tahlilde, insanların tavırlarını belirleyen ne ulusal ne de cinsel kimliktir, ama kesin biçimde sınıfsal kimliktir. Eğer sınıfsal kimliği olmuyorsa, bu yalnızca açık bir bilinçsizlik durumunun ifadesidir ya da çarpıtılmış bilinçlerin bir göstergesidir. Bir emekçi sınıfsal davası varken sözüm ona “ulusal dava”ya sarılıyorsa, bunu öteki şeylerin önüne koyuyorsa, bu yalnızca onu burjuva şovenizmi ya da milliyetçiliği tarafından sersemletmesinden dolayıdır. Bir emekçi kadın kendi sınıf konumu ve kimliğini unutarak salt kadın hakları üzerinden feminist bir çizgi benimsiyorsa, bu yalnızca cinsel ezilmişliği de değil kendi durumu ve konumu hakkındaki bilincinin çarpıklığını ve yüzeyselliğini gösteriyor. Emekçi kadının feminist değil fakat sosyalist olması gerekir, zira sosyalizm onun hem sınıfsal ve hem de cinsel ezilmişliğine yanıt veren bir dünya görüşü ve mücadele perspektifidir. Sosyalizm bu anlamda tam olarak feministtir de.
Feminizm ve feminist akımlar
Feminist sıfatını burada olumlu manada, yani cinsel eşitlik sorununda, kadın hak ve özgürlükleri alanında hassasiyet anlamında kullanıyorum. Sol literatürde burjuva kadın akımlarına haklı ve yerinde bir tepki ve tutum çerçevesinde oturmuş olumsuz anlamı bir yana bırakarak, burada feminist olmayı temelde kadının eşitliği ve özgürlüğünden yana tutum olarak alıyorum. Kadının eşitliği ve özgürlüğündan yana olmak, terimin olumlu anlamında elbette ki feminist olmaktır. Sosyalizm bu anlamda feminist anlayış ve tutumu en kapsamlı ve derinlikli biçimde içerir.
Fakat yazık ki feminizm öte yandan belli bir ideolojik-sınıfsal akımdır. Bu akıma yakından baktığımızda onun, kadının çok boyutlu özgürleşmesi sorunun toplumsal kapsamından ve sınıfsal temelinden kopararak, basitçe ve en sığ biçimde kadın-erkek arasındaki ilişkilere indirgeyen, eşitliği çoğu durumda içi boş biçimsel haklar çerçevesinde ele alan burjuva ya da küçük-burjuva bir akım olduğunu görürüz. Bu türden bir feminist ideolojik eğilim ve tutum, elbette burjuva ve küçük-burjuva kadın akımlarını ifade eder. Bu akımlar kuşkusuz bu dar ve yüzeysel sınırlar içinde yine de haklı ve demokratik bir yön taşırlar ve biz de onları bu sınırlar içinde destekleriz.
Fakat bu sınırların ötesinde, kendi ideolojik-sınıfsal eksenine indirgemeye kalktığı ölçüde, kadınının eşitlik ve özgürlük mücadelesini gerçekte sakatlar, güdükleştirir ve dahası emekçi kadına kurulmuş bir tuzak işlevi görür. Bu tür bir feminizm, kadının kurtuluş mücadelesi için anlamlı sonuçlar yaratmak bir yana, onu sakatlar ve zaafa uğratır. Emekçi kadını emekçi erkekle karşı karşıya getirir. Türkiye’de son birkaç yıldır 8 Mart kutlamalarının tam bir skandala dönüşmesi de bizden buna en taze ve dikkate değer bir örnektir. 8 Mart emekçi kadının emekçi erkekle omuz omuza mücadelesi içerisinde kazanılmış bir gündür. Böyle bir günü alıp gülünç biçimlerde erkek karşıtlığına dönüştürmek, sınıfsal özünü boşaltarak onu en güdük ve çarpık haliyle bir “kadınlar şovu” çevirmek, akıl alır şey değildir. İşin aslında devrim dönekliğinin masum görünümlü bir başka marifeti olarak bakmak gerekir buna. Bunu yapanlar ezilen cins bilinci yeni uyanmış, ama bu alanda henüz erkek karşıtlığından da öteye geçmemiş sıradan samimi kadınlar olsa, bu yine de anlayışla karşılanabilir. Ama hayır, bunların ağırlıklı kesimi dünün devrim dönekleridir ve 8 Mart’ı bu denli pervasızca yozlaştırmaya yeltenmelerinin gerisinde buradan gelen sorunlu bir tutum var.
Oysa Batı, Avrupa’da ve Amerika’da, bir zamanlar, örneğin ‘60’lı yılların o genel uluslararası kitlesel kabarışı döneminde kadın hakları ekseninde samimiyetle ortaya çıkan, sosyalizmin bu konuda söylediklerini de anlamaya çalışan, sosyalizmin söylediklerinin üstünlüklerini farkeden ve bu yönüyle sahiplenen; ama öte yandan da geleneksel sosyalist akıma üzerinde pekala düşünülmesi gereken bazı haklı ve yerinde eleştiriler de yönelten, örneğin kadın sorununda devrim indirgemeciliğini eleştiren; nasılsa devrim olunca bu iş çözülür diyerek kadın eşitliği ve özgürlüğü uğruna kesintisiz biçimde sürdürülmesi gereken çok yönlü mücadelenin ihmal edilmesini eleştiren feminist gruplar oldu zamanında. Onların işaret ettiği bu samimi eleştiriler belirgin bir anlam, bir dizi yönden bir haklılık taşıyordu. Demek ki, sosyal mücadelelerin o güçlü döneminde böyle sağlıklı feminist akımlar da çıkabiliyormuş. Ama bunun böyle olabildiğini dönemin nasıl bir dönem olduğunu özellikle gözönünde bulundurmak gerekir. Bu dünyada sınıf mücadelelerinin ve devrimci akımların son derece güçlü olduğu, Vietnam Devrimi’nin, Çin’de Kültür Devrimi’nin yaşandığı, Avrupa’da gençlik hareketlerinin patlak verdiği, tüm dünyada ulusal kurtuluş mücadelelerinin sürdüğü, birçok ülkede güçlü devrimci halk hareketelerinin yaşandığı olduğu dönem. Bu ezilen ve emekçi insanlığın zorlu mücadeleler içinde yüceldiği bir dönem. Tabii ki böyle bir dönemin feminist akımları da bundan olumlu manada pay alacak, sağlıklı ve samimi özellikler taşıyacaklardı. Kadın duyarlılığı ile ortaya çıkan, ama bu sorunun bu toplumun içindeki çözümsüzlüğünü gören, bundan hareketle sosyalizmle bağ kuran, ama sosyalist akımların da bu meseleyi yer yer biraz mekanik hale getirdiğini, nasıl olsa burjuvazi devrilir ve mülkiyetine el konulursa bu sorun da kendiliğinden çözülür bakışı içinde ele alabildiğini, devrimci akımların bu yönüyle kadın sorununu özel bir mücadeleye konu etmeyi ihmal ettiğini düşünen, bunu haklı ve yerinde bir tutumla eleştiren feminist akımlar işte böyle bir dönemde ortaya çıktılar. Kendilerine sosyalist-feminist diyen bu türden ilerici akımlar ile devrim dönekliğinin ifadesi bugünün sözde feministleri arasında temelli bir fark var kuşkusuz.
Kadın mücadelesinin onurunu uluslararası işçi sınıfı hareketi taşıyor
Kadınların eşitlik ve özgürlük mücadelelerinin onurunu tarihsel olarak devrimci işçi hareketi taşıyor. Burjuvazinin en radikal devrimi olan ve eski toplumu sert bir saldırı hedefi haline getiren Fransız Devriminin bile bu konuda bir şey yapamadığını, onun ilan ettiği insan haklarının gerçekte erkek hakları olduğunu, öyle kaldığını daha önce vurgulamıştım. Tıpkı tüm öteki burjuva demokratik hak ve özgürlüklerin mücadeleyle kazanılması gibi, kadının bugün toplum içerisinde sahip olduğu hak ve özgürlüklerin de zorlu sınıf mücadeleleriyle elde edildiğini bir an bile unutamayız. Bu mücadelenin bütün bir onurunun uluslararası işçi sınıfı hareketine ait olduğunu biliyoruz. 8 Mart üzerinden bu çok dolaysız bir ilişki olarak bizim karşımızda duruyor. Ama burjuva toplumu burjuva toplumu olarak ayakta kaldığı sürece, bu hakların gerileyebildiğini, gaspedilebildiğini ya da iktisadi bir içeriğe kavuşamadığı ölçüde dayanaksız kaldığını da biliyoruz. Biçimsel eşitlik yetmiyor. Ama kapitalizmde haklar her zaman çok büyük ölçüde biçimsel haklardır. Özgürlükler her zaman çok büyük ölçüde biçimsel özgürlüklerdir. Bu aynen kadın özgürlükleri için de geçerli. Kadının özgürleştirilmesi sorunu bizi bu noktada bir kez daha mevcut sınıf ilişkilerinin köklü bir dönüşüme uğratılması sorununa, yani devrim sorununa götürüyor. Ama, sorunu devrim sorunu olarak koyduğumuz her durumda bunun kapsamlı bir reform boyutu olduğu da zaten diyalektik düşüncenin mantığı gereğidir. Her devrim mücadelesi beraberinde reformlar biçiminde kazanımlar yaratır. Zaten kadın hakları ve özgürlüğü alanında elde ettiğimiz bütün kazanımlar da, kadının tam eşitliği ve özgürlüğü uğruna kurulu düzene karşı verilmiş mücadelelerin yan ürünleri olarak ortaya çıkmıştır. Bizim programamızın her zaman kuşkusuz devrim istemlerine sıkı sıkıya bağlı olarak ele alınan bir reform istemleri boyutu da vardır. Partimizin programında kadın sorununun devrimci çözümü ile bugünkü koşullar altında kadın-erkek eşitliği için verilecek mücadele arasında bir bağ kurulur. Devrim bölümünde bu sorunun temelli olarak nasıl çözüleceği anlatılır. Önden teorik bölümde, sorunun kaynağı ve köklü çözümü tanımlanır; kapitalizmin bu sorunun kaynağı olduğu ve toplumsal devrimin bu sorunu çözeceği saptanır. Türkiye Devrimi bölümünde sorunun devrimci iktidar koşullarında nasıl bir perspektifle ele alınacağı ve çözümü götüreleceği ortaya konulur. Sonra da, “Acil demokratik ve sosyal istemler” bölümünde “Her alanda kadın-erkek eşitliği!”talebi ve şiarı formüle edilir. Bu görünürde kısacık bir formüldür ama gerçekte bir reformlar programıdır. Biz kadının eşitliği ve özgürlüğü için bu toplumsal düzen altında elde edilebilecek tüm hak ve özgürlükler için de bugünden mücadele ederiz, zaten kadın da bugünden bir takım hak ve özgürlüklere iyi-kötü sahipse, politik yaşamda belli bir yer edinebilmişse, bu zaten tam da bu mücadeleler sayesinde olmuştur. Bu mücadeleyi sürdürmeye devam edeceğiz. Bu mücadeleyi sürdüreceğiz ama sistemin kendi temellerini ortadan kaldıramadığımız sürece kapıdan kovduğmuzun bacadan gerisin geri gireceğini, bu sorunun döne döne yaşayacağını, her defasında yeni görünümler altında yeniden gündeme geleceğini de unutmayacağız. İşte 1970’ler Türkiye’sindeki kadın ile 2000’li yıllardaki kadını karşılaştırdığımız zaman gerilemenin ne kadar kaba bir biçimde ortaya çıktığını görebiliyoruz. Bugünün Türkiye’sinde kadın çarşafa sokulmaya çalışılıyor. Kadına ilişkin dinsel önyargılar o dini ideolojinin gücü ölçüsünde yeniden güç kazanıyor. Ama öte yandan medeni hukukta bir takım düzenlemeler de yapılıyor, kadınların mirastan eşit biçimde yararlandırılmasından tutunuz da aile mülkiyetinin kadın ile erkek arasında ortak olmasına kadar... Ama kapitalizm hilelere dayanan bir sistemdir. Kapitalizmin yasaları emekçiler ve ezilenler için çoğu durumda kağıt üzerinde boş laf olarak kalır. Bu ezilen cins olarak kadınlar için de aynen geçerlidir. Erkek egemen toplum yasalarla konulmuş bu türden gerçek ya da aldatıcı engelleri bir biçimde aşıp boşa çıkarır. Kadınlar gene mağdur kalıyorlar ya da bir parça bu işten yararlananlar oluyorsa, bunlar yine burjuvazinin kendi kadınları oluyor. Kaldı ki burjuvazinin kadınları için bu sorunlar, sosyal eşitsizlik, mülkiyet, zenginlik vb.’den gelen sorunlar zaten yok. Burjuvazi genellikle kendi sınıfının kadınları ile evlendiği için, bir evlilik bozulduğunda kadın fazlaca mağdur olmuyor. Burada da kadın cinsi olarak belli bir aşağılanmayı yaşıyor kuşkusuz, fakat ekonomik yönden mağdur olmuyor. Cinsel incinme ya da aşağılanmayı ise kendi sınıf anlayışı çerçevesined pek de sorun etmiyor. Emekçi kadın ise cinsel ezilmişliği her alanda ve her yönüyle yaşıyor. Ve burjuva toplumunun aldatıcı ve ikiyüzlü yasalarının bu konuda ona pek de bir yararı olmuyor.