Yalçın Küçük, ünlü “devalüasyon yasası”nda her büyük devalüasyonun, yani Türk Lirası’nın değerinin düşürülmesinin, beraberinde bir iktidar/rejim değişikliği getirdiğini belirtir ve bu değişiklileri de şöyle sıralar:
1946 devalüasyonunun ardından 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi,
1958 devalüasyonunun ardından 27 Mayıs’ın gelmesi ve Demokrat Parti’nin devrilmesi,
1970 devalüasyonunun ardından 12 Mart’ın gerçekleşmesi,
24 Ocak Kararları sonrası gerçekleşen 12 Eylül darbesi,
1994 yılındaki 5 Nisan kararları sonrası yapılan 1995 seçimlerinden Refah Partisi’nin birinci parti olarak çıkması ve
DYP-SHP(CHP) koalisyonunun sona ermesi.
Kuşkusuz sosyal hadiseler tek bir faktör üzerinden açıklanamaz, olan biteni anlamak için çok sayıda faktörün bir araya geliş biçimine ve bunların birbiriyle olan etkileşimlerine bakmak gerekir ama en özet haliyle söylendiğinde, Türk Lirası’nın değerinin düşmesi ve halkın alım gücünün azalması, yani yoksullaşması, bunun da sınıfsal çelişkileri derinleştirmesi, iktidarların değişimindeki en önemli faktörlerden biri, hatta birincisidir.
AKP iktidarı da bir büyük ekonomik krizin üzerine gelmiş, 2000 ve 2001 krizleri DSP-MHP-ANAP koalisyonunun sonunu getirirken, kuruluşunun üzerinden sadece bir yıl geçmiş olan bir partiyi iktidara taşımıştır. AKP’nin “başarısı” ise dünyadaki parasal genişleme yüzünden ülkeye giren bol miktarda döviz sayesinde uzun yıllar boyunca TL’nin değer kaybını sınırlı tutabilmesi, yani fiili bir devalüasyonu ve bir ekonomik krizi öteleyebilmiş olmasıdır.
(2001 kriziyle birlikte “dalgalı kur rejimi”ne geçildiği, yani dövizin fiyatı piyasada belirlendiği için, o tarihten itibaren devalüasyon yapılamamaktadır ama burada “devalüasyonu ötelemek”le kast edilen, sıcak para sayesinde yerli paranın değer kaybının önlenmesidir.)
Ülkeye bol döviz girişi TL’nin değer kaybını önlemiş, bu da hem enflasyonun hem de faizlerin düşük bir seviyede tutulmasını mümkün kılmıştır. Düşük döviz, düşük faiz ve düşük enflasyon ise kredi/borçlanma maliyetlerini düşürmüş, bu da beraberinde hem ekonomik büyümeyi hem de toplumun tüketim olanaklarının artışını getirmiştir.
Ancak özellikle son yıllarda bu gidişat tersine dönmüştür. Okuru rakamlara boğmamak adına burada veriler paylaşılmayacaktır ama TL’nin değer yitimi ve kurlardaki artış herkesin malumudur. Yani iktidar, artık devalüasyonu öteleyememektedir ve yerli paranın değerindeki düşüş giderek ivme kazanmaktadır. Bu ise hem enflasyonun hem de faizlerin artışını beraberinde getirmiştir.
Yaşanan krizin nelere yol açtığı ise bellidir: başta ücretli çalışanlar olmak üzere halkın geniş kesimlerinin alım gücü giderek daha da azalmakta, kitleler giderek daha da yoksullaşmakta, buna mukabil olarak ise zenginler daha da zenginleşmektedir. Böylelikle gelir dağılımındaki adalet gitgide daha da bozulmaktadır.
Peki seçim konjonktürüne giren Türkiye’de iktidar bu gidişatı durdurabilir ve tersine çevirebilir mi?
Bu sorunun yanıtı açık bir şekilde “hayır”dır; çünkü her şeyden önce iktidarın devalüasyonu öteleyebilmesini sağlayan iktisadi koşullar küresel ölçekte ortadan kalkmış durumdadır. Gelişmiş kapitalist ekonomiler bir enflasyon tehdidiyle karşı karşıya oldukları için faizleri artırma planları yapmaktadırlar ve Batıda faizlerin artışı, Türkiye gibi ülkelere sıcak para girişinin azalması ve çıkışının da artması anlamına gelir; bu durum ise dövizin değerini artırırken, TL’nin değerini daha da düşürecektir. Ayrıca tüm dünya bir enerji arz kriziyle karşı karşıyadır ve hem doğalgaz hem de petrol fiyatları bir yükseliş trendindedir. Bu, her ikisini de ithal eden bir ülkenin döviz giderlerinin daha da yükselmesi demektir. Dahası, dünya gıda fiyatlarındaki artışı da denkleme dâhil etmemiz gerekmektedir; Türkiye’de tarımcılığın bitirilmiş olmasıyla küresel ölçekteki fiyat artışı birleştiğinde neler yaşanacağı kolaylıkla tahmin edilebilir, kısa vadede gıda enflasyonu ile de baş etmek öyle kolay kolay mümkün olmayacaktır.
O halde soruyu sorabiliriz: Türk Lirası’nın önümüzdeki süreçte de değer kaybetmesi kaçınılmaz göründüğüne göre, devalüasyon yasası işleyecek ve iktidar/rejim değişecek midir?
İktidarın yakın zamana kadarki en büyük kozu olan seçim sandığının bir koz olmaktan çıktığı ve “adil” koşullarda yapılacak “serbest” seçimlerde yeni bir zafer kazanmasının garanti olmadığı artık açık bir gerçeklik olarak karşımızda durmaktadır. Ancak esas mesele de tam olarak burada, yani seçimlerin nasıl yapılacağında düğümlenmektedir.
AKP’yi kendisinden önceki iktidarlardan ayıran temel özellik, onun devletleşen ve rejim inşa eden bir parti olmasıdır. Dolayısıyla yirminci yılın sonunda iktidarın devalüasyon yasasına direnmeden teslim olacağını ve onun sonuçlarına katlanacağını düşünmek fazlasıyla naifçe olacaktır. AKP, nihai bir kırılmaya doğru gidilirken, devalüasyon yasasını işlemez hale getirecek yeni bir oyun kurmaya mecburdur ve nihai sonucu da o oyunu kurmakta başarılı olup olmayacağı belirleyecektir.
İktidar, İdlib’den Ege’ye, Kuzey Irak’tan göçmen/sığınmacı meselesine uzanan bir genişlikte, muhalefeti sessizliğe mahkûm edecek ve fiili ya da resmi bir olağanüstü hali dayatacak koşullarda yapılacak ve sonuçları üzerinde de oynanabilecek bir seçimin arayışı içerisindedir. Oyun büyük ihtimalle bunun üzerine kurulacak, milliyetçilik dalgasının yükseltileceği ve güvenlik kaygılarının belirleyici olacağı bir atmosfer yaratılmak istenecektir.
Ancak bunu böyle söylemek, iktidarın istediği her şeyi istediği gibi yapmaya muktedir olduğu anlamına gelmez; yakın geçmişle kıyaslandığında iktidarın oyun kurma kapasitesinde ciddi bir aşınmanın olduğu aşikârdır. Ekonomik kırılganlıktan dış politikadaki sıkışmaya, çürüme manzaralarından parti içi hizipleşmelere çok sayıda faktör, bu oyunun rahatlıkla kurulmasının önündeki engelleri oluşturmaktadır.
Yine de buna rağmen, düzen muhalefetinin yirmi yıllık performansı oyunun hiçbir şekilde kurulamayacağını söylemeyi imkânsız kılmaktadır; muhalefetin geçmişteki çok sayıda örnekte olduğu gibi bir kez daha iktidarın arkasında hizalanıp olan biteni kabul etmesi, eskisine göre daha az mümkün olsa da, bütünüyle de ihtimal dışı değildir.
Hem iktidarın oyununu bozmak hem de düzen muhalefetinin bu oyuna bir şekilde razı olmasını engellemek için ise solun ve toplumsal muhalefetin mutlaka gidişata müdahalesi gerekmektedir. Ancak sandığa sıkışmamış bir siyaset, ancak güçlü bir toplumsal hareket buraya müdahale edebilir ve bu planları akamete uğratabilir.
Aynı şekilde, toplumun ölümü gösterip sıtmaya razı edilmesine, yani bir restorasyona mecbur bırakılmasına yönelik müdahale de sol açısından bir zarurettir. Açlık, yoksulluk ve sefaletin siyasetçisinden kanaat önderine herkesi “solcu” yaptığı ve herkesin bir “düzen değişikliği”nden söz ettiği, ama hiç kimsenin gerçek anlamda düzenle karşı karşıya gelmeyi istemeyip onun restorasyonuyla ilgilendiği bir dönemde, düzen değişikliğini gerçek anlamda toplumun önüne koyabilme potansiyeline sadece sol sahiptir.
Bu potansiyel hayata geçtikçe, hem devalüasyon yasası daha hızlı bir şekilde işleyecek hem de siyasal alanın sola bir kez daha kapatılmasına ve sağ bir restorasyonun ülkeyi teslim almasına karşı bir direnç merkezi inşa edilebilecektir, bunun aksi ise sağcılığın öyle ya da böyle hükmünü icra etmeye devam etmesi demektir.
soL / 06.10.21