Burada ikinci bölümünü sunduğumuz "Demokrasi mücadelesi ve Kürt sorunu" başlıklı beş bölümlük metin, 2005 yılında yapılmış çok daha kapsamlı bir inceleme ve eleştirinin alt bir başlığını oluşturmaktadır. Son gelişmelerin devrimci bir bakış açısıyla anlaşılmasına önemli bir katkı sağlayacağı inancıyla metni bölümler halinde okura yeniden sunuyoruz.
Türkiye’de Kürt sorununun bizzat Kürt akımları tarafından reformist bir çerçevede ele alınması yeni bir durum değildir. ‘70’li yıllarda Türkiye sol hareketinde olduğu gibi Kürt hareketi bünyesinde de biri devrimci-demokrat ve öteki reformist olmak üzere iki ana akım vardı. Reformist Kürt solunun o günkü temsilcileri (ki esas olarak PSK tarafından temsil ediliyordu) kendi stratejilerini, “Türkiye’ye demokrasi, Kürdistan’a otonomi” olarak özetliyorlardı. Bu, demokrasi sorununu devrim sorunundan koparan, dolayısıyla devrimci iktidar hedefinden yoksun, barışçıl kitle mücadelelerine dayalı olarak kurulu düzeni kendi temelleri üzerinde demokratikleştirmeyi hedefleyen ve bunu Kürtlere otonomi hedefiyle birleştiren reformist bir siyasal çizgi/strateji idi. Yine de sorunu sınıf ilişkileri içinde ortaya koymak ve tanımlanan amaçlara, egemen sınıfa karşı Türk ve Kürt halklarının birleşik mücadelesi ile ulaşmayı hedeflemek gibi ilerici üstünlüklere sahipti.
Esas olarak PKK tarafından temsil edilen bugünün Kürt reformist hareketi ise İmralı’dan beri artık bu kadarından bile yoksundur. Çünkü yeni reformist stratejide sınıflar, sınıf ilişkilerine dayalı siyasal mevzilenme ve mücadele yoktur. Bunun yerine artık tarihsel ilişkileri içinde iki “kavim”, yani “Türkler” ve “Kürtler” vardır. Kürt sorunu ise, tarih boyunca stratejik ittifak içinde olmuş ve bundan da karşılıklı olarak hep kazançlı çıkmış bu iki kavmin ilişkilerinde 19. yüzyıl ile birlikte meydana gelen ve cumhuriyetin ilk yıllarındaki “yanlış anlamalar”la kontrolü hepten yitirilen bir tür yol kazasının ürünüdür ve çözümü de, aynı tarihin referans alınarak eski stratejik ilişkinin yeni koşullarda yeniden kurulmasından geçmektedir. Bu durumda haliyle Kürt sorunu, çözümünü kurulu toplum ve devlet düzenine karşı devrim ya da demokrasi mücadelesi içinde bulacak toplumsal-siyasal bir sorun olmaktan çıkıyor, dünyada ve bölgede yaşanan yeni gelişmeler ve oluşan yeni güç ilişkileri içinde, Tük ve Kürt ilişkilerinin alacağı/alması gereken yeni biçim sorunu haline geliyor. Abdullah Öcalan’ın, burjuva demokrasisinin idealleştirmesine dayalı “yeni sistem”i kapsamında genel ve soyut planda demokrasi üzerine onca söz ettikten sonra, somut olarak Kürt sorununa geldiğinde bütün bunları unutması, konuyu esası yönünden Ortadoğu’da yeni gelişmeler ve güç dengeleri ile Türk-Kürt ilişkilerinin tarihsel bilançosu üzerinden ortaya koyması, Türk burjuvazisi adına ülkeyi yönetenleri buradan hareketle ikna etmeye çalışması da işin aslında işte bundan dolayıdır. Bu ele alış çerçevesinde sorun, devrim bir yana, genel olarak demokrasi sorunu olmaktan bile çıkarılmış, egemen sınıfın stratejik çıkarlar temelinde bir “Kürt reformu”na ikna edilmesi sorunu haline getirilmiştir. Yeni stratejide Türkiye işçi sınıfına ve emekçilerine söz planında bile herhangi bir rol tanınmaması, sorunun Türkiye’nin genel demokrasi ve devrim mücadelesinden koparılarak ele alınması da anlamını burada bulmaktadır.
Tarihsel referansların anlamı
PKK “siyasal çözüm” çizgisine yöneldiği andan itibaren Abdullah Öcalan Türk-Kürt ilişkilerinin tarihine de aradığı uzlaşmaya uygun bir yorum getirdi ve bunu Türkiye’yi yönetenleri ikna etmek için ısrarla kullandı. Temel argümanı şu idi: Tarihte Türklerin Anadolu’ya girişleri (1071), Ortadoğu’ya yayılmaları (1514) ve nihayet Kurtuluş Savaşı’nı kazanmaları (1920’ler), Kürtlerle kurdukları stratejik ittifak, onları kendi amaç ve hedefleri doğrultusunda yedeklemeleri sayesinde olmuştur. Cumhuriyetin kurulması ile birlikte Kürtlerin inkar edilmesi bu ittifakı bozmuş, bu ise sonuçta Türkiye Cumhuriyetini çok yönlü olarak zayıf düşürmüş, onu hala da aşılamayan bunalımlarla yüzyüze bırakmıştır. Bugün Türkiye’nin önünde iç sorunları çözmek ve Ortadoğu ile İç Asya’da lider olarak sivrilmek potansiyel olanağı durmaktadır. Bunu gerçek bir olanağa çevirmek ise Türkiye’nin Kürtlerle ilişkilerini onarmasına bağlıdır. Bunun yolu da Kürt-Türk ilişkilerinin yeniden tanımlanmasından, yani bir “Kürt reformu”ndan geçmektedir.
O gün için daha çok Türk kamuoyunu yumuşatmaya yönelik taktik bir söylem olarak algılanan bu tarih yorumu ve gelecek perspektifi, gerçekte o günkü “siyasal çözüm” yönelimi içinde açık bir mantığa sahipti ve onunla tutarlıydı. “Siyasal çözüm” yönelimi gibi bunun da taktik değil fakat stratejik nitelikte bir yön değişiminin ürünü olduğunun herkesçe anlaşılabilmesi için İmralı sürecinin yaşanması gerekti.
PKK devrimci döneminde bahsi geçen tarihsel ilişkileri tümüyle farklı bir biçimde yorumluyor, özellikle de yerel Kürt beyliklerinin Yavuz Sultan Selim’le Çaldıran Savaşı (1514) üzerinden kurduğu ittifakı mahkum ediyor, bunu çağdaş Kürt işbirlikçiliğinin tarihsel temeli olarak niteliyordu. Nitekim 1970’lerin Kürt hareketinde “çağdaş İdris-i Bitlisiler” nitelemesi en ağır siyasal suçlamalardan biri sayılıyordu. Halkların ve özel olarak da Kürt halkının çıkarlarına aykırı olarak o dönemin egemen sınıf güçleri arasında gerçekleşen gerici ilişkilere yöneltilen bu suçlamanın kuşkusuz ‘70’li yılların halkçı devrimci-demokrat çizgisiyle dolaysız bir ilişkisi vardı.
Aynı tarihe ‘90’lı ilk yıllardan başlayarak getirilen yeni yorum ve bundan çıkarılan yeni sonuçlar ise tümüyle yeni yönelimle, bunun ifadesi siyasal çizgi değişimi ile ilişkiliydi. Ulusal sorunun ele alınışında ve çözümünde belirgin bir biçimde burjuva sınıf çizgisine meyledenler, tarihe de bu yeni ideolojik-sınıfsal yönelimin penceresinden bakacak, hedeflenen yeni burjuva sınıf uzlaşmasına feodal dönemin egemen sınıflar uzlaşmasından tarihsel dayanaklar arayacaklardı. Hele de bu dayanaklar, Türk burjuvazisinin günümüzdeki bölgesel yayılmacı hedeflerine uygun düştükleri ölçüde çok daha işlevsel bir güncel anlam da kazanıyorlarsa...
İlk İmralı savunmalarından başlayarak Abdullah Öcalan bu tarih yorumuna özellikle sarıldı ve birbirini izleyen savunma kitaplarında buna genişçe yer ayırdı. (Uzun bir dönem boyunca dışardaki PKK propagandasının da ana temalarından biri oldu bu). Kaldı ki bu fikri işlemek için artık çok daha elverişli bir konuma ve koşullara da sahipti. Zira devrim, sosyalizm, devrimci sınıf mücadelesi türünden “yıkıcı” düşüncelerle Kürt hareketinin bağını radikal ve inandırıcı bir biçimde kesmiş bulunuyordu ve bu durumda, sözkonusu tarihsel referans iki ulustan egemen sınıfların yeni türden bir burjuva sınıf ittifakı (ki önerilen ittifakın nesnel sınıfsal mantığı sonuçta tümüyle bu idi) için çok daha anlamlı ve inandırıcı idi. Bunun kadar, belki kısa dönemde bundan da önemli olan ikinci bir elverişli etken, ABD’nin Irak işgali ve bunun bir parçası olarak Güney Kürdistan’da yaşanan gelişmelerin Türk burjuvazisinde ve devletinde yarattığı derin kaygılar ve yarına dönük korkulardı. Abdullah Öcalan, Türk burjuvazisinin temsilcilerini bir Kürt reformuna ikna etmek üzere tarihsel referanslara dayalı olarak yayılmacı hevesleri okşamaya yönelik vurgularını, bu kaygıları ve korkuları işlemeyle de birleştirdi.
Ortaya konulan düşünce çizgisini bu ikincisinden başlayarak görelim.
Gerici korkulara bağlanan umutlar
Özgür İnsan Savunması olarak kitaplaştırılan Atina Savunması’nda Abdullah Öcalan, ABD emperyalizminin Ortadoğu’ya müdahalesini yerinde bir yorumla İsrail’in siyonist hesapları ile ilişkilendiriyor ve bunu Kürt sorununa şöyle bağlıyor:
“... İsrail’in ayakta kalabilmesi ve stratejik güvenliğe kavuşabilmesi, İkinci bir İsrail’e mutlak ihtiyaç göstermektedir. Bu görevi bir dönem İran Şahından bekledi. Uzun süre Türkiye’yi bu temelde yönlendirdi. Fakat ikisini de ikinci bir İsrail yapmak mümkün olmadı. Olacakları da kolay ve kısa vadede gerçekleşecek gibi değildir. Geriye Kürt seçeneği kalıyor. İsrail kurulur kurulmaz bu seçenek üzerinde durdu. Barzani ve daha sonra Talabani önderliğini hazırlamaya çalıştı. Çok büyük çaba harcadı. Kendilerine güçlerinin çok üstünde değer verdi. Kol kanat gerdi. Siyasi ve maddi destek sağladı. Sonunda ABD’nin büyük askeri gücüyle Irak bütünlüğünden özünde kopardı. Şekli birlik o kadar önemli değildir...”(Özgür İnsan Savunması, Mezopotamya Yayınları, s.83)
Bu değerlendirmenin nereye bağlanacağını kestirmek güç değildir. “Bu gelişme Türkiye’nin Kürt politikası için deprem etkisi yapabilecek tüm özelliklere sahiptir” diyen Abdullah Öcalan, sözlerinin devamında Türkiye’nin inkarcı Kürt politikasına değindikten sonra, asıl gelmek istediği noktaya gelerek şu değerlendirmeyi yapıyor:
“Kuzey Irak’ta ortaya çıkan Kürt federe yapısı bu politikayı her gün, her saat zorlamaktadır. Yapılacak iki şey vardır: Ya askeri operasyonlarla dağıtmak, ya da kabullenmek. Askeri operasyon, ABD ve koalisyonla çatışma demektir. Kabullenmek ise, geçici bir ‘bekle gör’ politikası olup kalıcı ve çözümleyici hiçbir özelliğe sahip değildir. Buna bir de PKK’nin onbine varan eğitilmiş militan gücü tüm dağlık alanda üstlendirmesini, geniş iç ve dış kitle desteğini eklersek, Türkiye’nin tarihi bir yol ağzında bulunduğu gayet açıktır. Geçen her gün bu ‘bekle gör’ politikasının aleyhindedir. Kapsamlı bir Kürdistan savaşı tüm dünyayı Kürtlerin arkasına vereceği gibi, en yakın müttefikleri olan ABD ve İsrail’in kaybına, hatta karşısında bulmasına yol açacaktır. Kürt sendromunun daha da şiddetlenmesi bu gelişmelerden ötürüdür. Her şey Türkiye’yi yeni bir Kürt politikasını geliştirmeye zorlamaktadır...” (age, s. 83-84)
“Her şey Türkiye’yi yeni bir Kürt politikasını geliştirmeye zorlamaktadır”! Türkiye’nin gerici burjuva düzeni payına kaygı ve korku kaynağı gelişmelerden çıkarılan bu sonuç, Abdullah Öcalan’nın büyük umududur. O, Kürt sorununun devrimci-demokratik muhtevasını ve bunun Türkiye’nin genel demokrasi ve devrim sorunuyla bağını bir yana bırakarak, Türkiye cumhuriyeti devletini bir “Kürt reformu”na yöneltmeye dayalı yeni politikasını işte bu umut üzerine kuruyor. Bu doğrultuda ve elbette tarihsel referanslara da dayandırılan çıkış yolunu güçlendirmek üzere, Türk burjuvazisinin/devletinin kaygı ve korkularını deşecek ek değerlendirmeler yapıyor:
“Şu hususu da önemle belirtmeliyiz ki, ABD ve İsrail’in Kürt yaklaşımı taktiksel olmaktan uzaktır. Kalıcı, stratejik ve giderek tüm Kürtleri bağrında toplayacak tarihsel önemde bir gelişmedir. Ortadoğu’nun değiştirilmesinde başta gelen stratejik güç olarak görünmekte ve hazırlanmaya çalışılmaktadır. 1950’ler sonrası Türkiye’ye verilen Anti-Sovyetik ve Anti-Ortadoğu (Arap- İran karşıtlığı) rolü, daha kapsamlı ve uzun süreli olarak Kürtlerle yürütülmeye çalışılmaktadır. Tabii esas amaç, ikinci bir İsrail rolüdür. ABD ve İsrail’in bundan vazgeçmesi mümkün görünmemektedir. Mevcut durumda Kürtlerin kaybı, ABD açısından Ortadoğu’nun ve İsrail’in kaybı anlamına gelir. Daha da ötesi, olası İran ve Türkiye zorlamaları karşısında Irak’ta görüldüğü gibi manivelayı, bu ülkelerde yine elde tutmak istediği Kürtlerle atacaktır. Özcesi, Ortadoğu’nun artık güçlü sopası Kürtler olacaktır.” (age, s.84)
Bunları daha ileride, ABD-İsrail ikilisinin Güney Kürdistan’da yarattığı yeni fiili devletin ileride “Büyük Kürdistan” peşinde koşacağı, Türkiye, İran ve Suriye’den toprak talep edeceğine ilişkin değerlendirmeler izliyor (s. 93-94) ve doğal olarak bunlar da sonuçta aynı amaca yöneliyor.
Abdullah Öcalan, avukat görüşmelerinde de ısrarla işlediği bu aynı temalara, bir yıl sonraki yeni savunma kitabında daha geniş bir yer ayırıyor. Burada PKK’ye, Türkiye’yi bekleyen bu tehlikelerin sürekli işlenmesi, bir Kürt reformuna ikna etmek üzere Türk devleti ve toplumuna “Kürtlerin ve Kürdistan’ın stratejik rolünün çarpıcı ve güçlü bir biçimde gösterilmesi” gerektiği tavsiye ediliyor ve şunlar söyleniyor:
“Güney Kürdistan’da milliyetçi aşiretçi Federe Kürt devleti oluştuktan sonra etkisinin sürekli olacağı artık kesinleşmiştir. Dolayısıyla Kürdistan’ın mevcut statüsü TC aleyhine sorun üretecek bir konuma hızla erişmiştir. Eğer demokratik çözümler devreye sokulmazsa, milliyetçi hareketler kaçınılmaz olacaktır. (...) Devlet belki geleneksel ezme politikasına güvenmektedir. Fakat Büyük Ortadoğu Projesi’nin neye gebe olduğu tam bilinmemektedir. Ucu her tehlikeye açıktır. Kürtlerin stratejik rolünün Türkiye’nin aleyhine çevrilmesi çok önemli sonuçlarını beraberinde getirecektir. Türkiye üzerinde birçok tartışmayı, yeni talepleri gündemleştirecektir...” (Bir Halkı Savunmak, Çetin Yayınları, s. 324)
Bu sözleri ise, hemen devamındaki paragrafta, şu son derece dikkatli ve ölçülü tehdit cümlesi izliyor: “Kürtlerin bundan sonra stratejik rollerini başta ABD, İsrail olmak üzere her devlet ve güçle değerlendirebilecekleri gözden uzak tutulmamalıdır.”
“Kürt reformu”na dayalı Türkiye mucizesi
Bu geniş özeti verirken bizim için burada sorun, Güney Kürdistan’daki gelişmeler üzerinden ortaya konulan tüm bu değerlendirmelerin kendi sınırları içinde isabetli olup olmadığı değildir. (Hemen belirtelim ki bunlar esası yönünden isabetli değerlendirmelerdir). Burada bizim için ve konumuz bakımından önemli olan, tüm bunlarla Abdullah Öcalan’ın varmak istediği sonuçtur. Bunu ise daha baştan açıklamış bulunuyoruz. O tüm bunlarla, yani Güney Kürdistan’daki gelişmeler üzerinden Türk devletinin kaygılarını ve korkularını azdırarak, onu kendi ifadesiyle bir “Kürt reformu”na ikna etmeye çalışmaktadır. Tüm çabası, tüm vurguları, arada dikkatlice formüle edilmiş tehditleri, bir arada bu amaca yöneliktir.
Burjuva bir bakış açısıyla tüm bu çabada belki bir mantık olabilir. Ama bunda, bu aynı çabada, herhangi bir demokratik kaygı ve ilerici bir muhteva bulunmadığını bütün açıklığı ile belirtmek zorundayız. Abdullah Öcalan kimi kime karşı uyarıyor ve neye ikna etmeye çalışıyor? Güneyli Kürt liderlerini işbirlikçilikle suçlarken, bununla bağımsız ve egemen bir devleti yönetenlere hitap etmiyor herhalde. Altmış yıla yakın bir süredir Ortadoğu’da emperyalizmin bekçiliğini yapan, halihazırda topraklarını Ortadoğu halklarına yönelik saldırı ve tehditler için Amerikan emperyalizmine saldırı üssü olarak kullandırtan, ABD-İsrail ikilisinin bölgedeki baş müttefiki konumunda bulunan, içerde kendi halkına karşı katmerli bir gericilik uygulayan, Kürtlere değil demokratik haklarını tanımak onların henüz ulusal varlıklarını bile kabule yanaşmayan bir devlete ve onun çıkarlarına bekçilik yaptığı sınıfa, işbirlikçi Türk burjuvazisine, sahi neyi anlatmaya çalışıyor Abdullah Öcalan?
Eğer Abdullah Öcalan, Amerikan emperyalizminin ve siyonist İsrail’in Ortadoğu halklarına yönelik gerici ve saldırgan politikalarının ve Güneyli Kürtlerin bu ikiliyle bölge halklarının çıkarlarını hiçe sayarak girdiği kirli ilişkilerin teşhirini, bölge halklarıyla ve bu arada Türk halkıyla devrimci birleşmeye dayalı bir mücadele perspektifiyle birleştirmiş olsaydı, elbetteki bu tümüyle ilerici-devrimci nitelikte bir çabanın ifadesi olurdu ve her türlü övgüyü ve desteği de hak ederdi. Fakat hayır, yazık ki onun artık böyle bir sorunu yok. Onun tüm çabası, kilitlendiği biricik gerçek hedef, bu gelişmelerin Türkiye’nin gerici burjuva düzeni ve devletinde yarattığı kaygı ve korkuları kullanarak Türkiye’yi yönetenleri sınırlı bir “Kürt reformu”na razı etmek ve sonra da tüm devrimci-demokratik birikimini tasfiye ederek yurtsever Kürt kitlesini bu aynı gerici düzene bağlamak, Kürt halk desteğini Ortadoğu’ya yönelik yayılmacı heveslerinin hizmetine vermektir. Türk ve Kürt egemenlerinin tarihteki ilişki ve ittifaklarının verimli meyvelerine yapılan o sonu gelmez vurguların mantığı da tümüyle buraya oturmaktadır.
Abdullah Öcalan Türkiye’nin tam demokratikleşmesinden yana olduğunu söylüyor, fakat hemen ardından da ekliyor: “Türkiye’nin AB kriterlerini hedeflemesi bu amacı karşılamaktadır.” (Özgür İnsan Savunması, s.108). Bu onun Türkiye’nin tam demokratikleşmesine yönelik ufkunun “Kopenhag Kriterleri”nin ötesine geçmediğini, dolayısıyla Türk burjuvazisinin AB reformları projesini aşmadığını gösteriyor. Ona göre Türkiye AB reformları çerçevesinde zaten demokratik bir dönüşüm yaşamaktadır. Fakat bunu yeterli düzeyde bir Kürt reformuyla birleştirmeyi başaramadığı için bu süreç eksik kalmakta, sakatlanmakta, özellikle de Güney’de yaşanan tehlikeli gelişmeleri göğüslemeye yönelik olarak gerekli yararı sağlayamamaktadır. Bunu gidermenin yolu ise “Türkiye’nin genel demokratikleşme hamlesini Kürt reformuyla bütünleştirmekten" geçmektedir:
“Şüphesiz son yıllarda gelişen demokratik reform süreci önemlidir. Fakat Kürt politikasındaki tereddütlerden dolayı sürekli topallamaktadır. Bu da içte ve dışta güç kaybına yol açmaktadır. Kuzey Irak’ta gelinen nokta artık böyle yürünemeyeceğini çok açıkça ortaya koymaktadır. Tam demokrasili Türkiye ancak Kürt reformuyla mümkündür.” (s. 87)
Ve nihayet bu düşünce çizgisinde ulaşılan temel sonuç:
“Sonuç olarak, demokratikleşmesini Kürt reformu ile tamamlamış bir Türkiye, çağdaş uygarlığın bir gereği olarak AB’de yerini alırken, Ortadoğu başta olmak üzere Kafkasya, Balkanlar ve Orta Asya’ya yönelik etkileme gücünü arttıracaktır. Geçmiş mirasa layık bir rolü böyle oynayabilecektir. Topallaşmadan sapasağlam adımlarla yürüyecektir. Türkiye, Ortadoğu’nun tarihi demokratikleşme hamlesinde kontrolü ABD ve diğer büyük güçlere bırakmak yerine, tarihin tüm kritik aşamalarında olduğu gibi, Kürtlerle stratejik kardeşlik dayanışmasıyla güçlü bir atağa kalkabilecektir...” (s. 88).
Neredeyse “demokratikleşmesini Kürt reformu ile tamamlamış bir Türkiye”de artık başka sorun kalmayacak ve böylece ülke kanatlanıp uçacak demeye gelen bu düşünce çizgisinde, Türkiye işçi sınıfının, emekçilerinin, daha özel olarak Kürt emekçilerinin, onların devrimci temsilcilerinin hiçbir yeri ve rolü yoktur. Burada muhatap tümüyle ve yalnızca Türk burjuvazisi, onun ülkeyi yöneten temsilcileri ve sınıf çıkarlarının bekçisi olarak devlettir. Amaç, onlarla barışıp bütünleşmektir. Reforma davet edilenler ve reformla kazanacak olanlar onlardır. Reform temelinde kendileriyle bütünleşilecek olanlar onlardır. “Kürtler”in yeni düzeyde elde edilmiş stratejik desteği sayesinde bölge gücü olarak sivrilecek, bölgesel güç mücadelesinde avantaj elde edecek olanlar da onlardır.
“Geçmiş mirasa layık bir rolü” de doğal olarak onlar oynayabileceklerdir. Bilindiği gibi bu “miras”, “Ortadoğu başta olmak üzere Kafkasya, Balkanlar” üzerinden merkezi feodal bir imparatorluğun yayılmacı, halkları köleleştirici mirasıdır. Burada, ilgili kitabın öteki sayfalarında ve bunu izleyen yeni kitabında (Bir Halkı Savunmak), Abdullah Öcalan döne döne bunun başarılmasında Kürtlerin stratejik önemde bir rol oynadıklarını vurguluyor ve aynı rolün sınırlı bir “Kürt reformu” karşılığında pekala yeni dönemde de etkin bir biçimde oynanabileceğini söylüyor. Türk-Kürt ilişkilerinin bütün bir tarihini özel bir gayretle bu “stratejik” ilişki ve ittifak üzerinden değerlendiriyor. Ortadoğu’daki yeni gelişmelerin ise bir kez daha bu türden bir ilişki ve ittifakı kritik önemde bir ihtiyaç haline getirdiğini yineleyip duruyor.
(Devam edecek...)
(Kızıl Bayrak, Sayı: 2005/39, 1 Ekim 2005)