Türkiye’nin gündeminde yeni bir “Kürt açılımı” tartışması ve girişimi var. Önce, TBMM’nin 1 Ekim günü yapılan açılışında faşist partinin şefi Bahçeli’nin DEM Parti grubu ile tokalaşması gündem oldu. Bahçeli DEM Parti ile tokalaşmasını, “Yeni bir döneme giriyoruz, dünyada barış isterken, kendi ülkemizde barışı sağlamamız lazım” ifadeleriyle gerekçelendirmişti. Ardından Erdoğan, “Cumhur ittifakının uzattığı bu elin değerinin muhatapları tarafından layıkıyla anlaşılmasını umut ediyoruz” sözleriyle Bahçeli’nin girişimini sahiplendi ve “Irak’ta gerilimlerin, Suriye’de iç savaşın yaşandığı, İsrail’in vahşileştiği bir dönemde içerde barışın tesisine” dikkat çekti. Bahçeli, şaşkınlık yaratan bir adım daha atarak Abdullah Öcalan’ı TBMM’de “PKK’yi lağvedecek konuşmayı yapmaya” davet etti. Öcalan’ın “umut hakkı” olduğunu savundu ve “önünün ardına kadar açılmasını” istedi. “Açılım” ve girişimin, Ortadoğu’da kabusun yaşandığı koşullarda gündeme gelmesi ise dikkat çekici oldu.
Daha sonra TBMM’de MHP grup toplantısında konuşan Bahçeli, “DEM Parti’nin aklını başına alması, uzattığım eli sabote etmek amacıyla tahrik ortamını kamçılamaktan uzak durması herkesin hayrınadır” ifadeleriyle devletin elinden sopayı, dilinden tehdidi düşürmediğini hatırlattı. “Bugün kitabın ortasından ve hiçbir yoruma ihtiyaç bırakmayacak netlikte konuşacağım” diyen Bahçeli, “Ne Kandil ne de Edirne, adres İmralı’dan DEM’e uzansın...” diyerek Demirtaş ve PKK’yi “sürecin” dışında tuttu. Bu tutum, Kürt hareketini bölme hedefi olarak yorumlandı. “TBMM’de her meselenin ele alınıp milli ve müşterek akılla çözümü mümkün ve hatta mecburidir” ifadesiyle, meclisi çözümün adresi olarak gösterdi. Tüm bu önerilerine şoven ve tehdit edici ifadeler de eşlik etti. “Devlet aklının” bir sonucu olarak gündeme gelmiş gibi görünen “demokratik siyasal açılımın”, içeriği henüz net olmasa da Kürtlerin bir ulus olarak varlığının ve bundan doğan haklarının tanınmayacağı bellidir.
Öcalan’nın Bahçeli tarafından sahneye davet edilmesinden bu yana, “yeni dönem”, “yeni açılım”, “yeni çözüm” tartışmaları Türkiye gündeminin merkezine oturdu. Toplumun hemen tüm kesimleri tarafından “Kürt sorununun çözümünde yeni adım” olarak görülen bu girişim, faşist MHP’nin şefi Bahçeli üzerinden gündeme getirildi. Zira son derece netameli olan bu girişime, ancak toplumu histeri düzeyinde şoven-ırkçı bir atmosferle zehirlemenin başını çeken Bahçeli gibi biri önayak olabilirdi. İçeriğiyle birlikte devamının nasıl geleceği belirsizliğini korusa da “yeni açılımın” “devlet aklından” bağımsız olarak gündeme getirilmediği anlaşılıyor. Zira ortada basit bir oyalama ve oyundan ziyade, içte ve dışta bunaltıcı bir ağırlığa/yüke dönüşen Kürt sorunundan “kurtulma”, Kürt hareketini bir sorun alanı olmaktan çıkarma ve hareketin silahlı kanadını tasfiye etme gibi hedeflerin olduğu görülüyor.
Yasal Kürt hareketi Cumhur İttifakı’nın girişimini belirgin bir iyimserlikle, kimi sözcüleri ise “heyecanla” karşıladı. PKK ise ilk tutumunu, M. Karayılan’ın, “DEM Partiye verilen merhabaya o kadar anlam vermemek, büyütmemek gerekiyor. Hatta bazı kişiler ‘acaba yeni bir süreç mi başlıyacak?’ diyor. Böyle bir şey yoktur, kimse böyle hayaller kurmamalıdır” ifadeleriyle açıkladı. “Açılım”a ilişkin şoven-ırkçı çevrelerde itirazlar yükselirken, CHP lideri Özgür Özel ise, “Devlet bey el yükseltiyorum. Ben de Kürtlere devlet teklif ediyorum. Tüm Kürtleri Türkiye Cumhuriyeti devletinin sahibi yapalım...” çıkışıyla destek verdi.
İktidar tarafından gündeme getirilen, çeşitli parti ve çevrelerce sahiplenilen ve anamuhalefet tarafından desteklenen “demokratik siyasal açılımın” yankıları sürerken, Leyla Zana’nın ifadesiyle “çatışma ve savaşlardan feryat eden herkese bir umut ışığı” doğmuşken, PKK’nin askeri kanadı HPG’nin üstlendiği TUSAŞ saldırısı meydana geldi. HPG, “eylemin Türkiye’de son ayda tartışılan siyasal gündemle asla bir ilişkisi olmadığını” açıkladı. Hükümet ve muhalefetin yanı sıra, çeşitli çevreler saldırının zamanlamasını manidar buldu ve “barış sürecine yapılan provokasyon” olarak nitelendirdi.
Ankara’daki saldırının ardından Türk devleti Kürdistan Bölgesi ve Rojova’ya sayısız hava saldırısı düzenledi, “terörü bitirme kararlılığı” kudurgan bir dille yeniden ilan edildi. Fakat “kimse bizi yolumuzda döndüremez” iddiaları ve “barış, kardeşlik ve iç cepheyi daha güçlü tahkim etme” ihtiyacı dillendirilerek “çözüm” girişiminin sürdürüleceği de ima edildi. Saldırının gerçekleştiği gün başka bir gelişme daha yaşandı: PKK lideri Öcalan, milletvekili olan yeğeni Ömer Öcalan ile görüştürüldü. Öcalan’ın, Bahçeli’nin çağrısına yanıt olarak değerlendirilen mesajı, “Koşullar oluşursa bu süreci çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” ifadeleriyle kamuoyuna duyuruldu. Ardından KCK, “Hareketimiz, bütün bileşenleriyle Öcalan’nın geliştirecegi sürece göre hareket edecektir” açıklamasında bulundu. PKK ve yasal Kürt hareketi de benzer açıklamalar yaptı.
Bu gelişmelerin ardından Devlet Bahçeli, katıldığı “Ziya Gökalp Sempozyumu”nda Öcalan’ın açıklamasından sonra ilk kez konuştu. Konuşmasında, “Kürtleri sevmeyen bir Türk varsa Türk değildir. Türkleri sevmeyen bir Kürt varsa Kürt değildir. Bin yıllık ortak tarihleri var, bugün ortak tehdit var. Türk ile Kürtlerin birbirini sevmesi farzdır” dedi. Bahçeli’nin konuşması, Öcalan’ın “Kürt sorununu çatışma ve şiddet zemininden hukuki ve siyasi zemine çekecek teorik ve pratik güce sahibim” demesine bir yanıt gibiydi.
“Açılım” hangi ihtiyacın ürünü ve neyi amaçlamaktadır?
Tüm bu gelişmelerin ardından en çok tartışılan ve merak edilen konuların başında “yeni bir dönemin-açılımın” hangi ihtiyaçların ürünü olarak gündeme geldiğidir. İkincisi ise bunun içeriği ve neyi amaçladığıdır.
“Açılım ve girişimin” henüz ilk perdesi açılmış ve bundan yansıyanlardan neyin hedeflendiği ve içeriğinin ne olduğu konusunda devletin ketumluğu devam etmektedir. Basına sızdırılan, iktidarın Öcalan ve Kürt hareketinin belli kesimleriyle bir müzakere yürüttüğü, PKK’nin yönetici kadrolarıyla ilişki kurduğu, PKK’nin silah bırakması karşılığında Öcalan’nın ev hapsine alınacağı, Kürtçe’nin 8. sınıfa kadar eğitim dili olacağı gibi iddia ve spekülasyonların dışında, “açılım ve barış” girişiminin kapsamına ilişkin belirsizlik sürüyor. Fakat dinci-faşist iktidar tarafından şimdiye kadar yapılan açıklamalardan, “yeni çözüm” girişiminin temel ve en öncelikli hedeflerinden birinin, PKK’yi silahsızlandırmak, böylece silahlı Kürt direnişini bitirmek olduğu anlaşılıyor.
Önceki “Kürt açılımlarında” olduğu gibi şimdiki “açılımın” da temel iki boyutu var. İktidarı bir kez daha adım atmaya zorlayan gelişmeler ya da dinamiklerden ilki, içte dinci-faşist iktidarı bunaltan çok boyutlu sorunların ve krizlerin varlığı ve bundan dolayı tarihinin en zayıf durumuna düşmesi, kitle desteğini kaybetmesi, dolaysıyla da Kürtlerin desteğine ihtiyaç duyuyor olmasıdır. Erdoğan’ın sık sık, Türkiye’nin siyasi yapısında uzlaşma ve diyalog çağrısının önemine işaret etmesi, “Ülke meselelerinin geniş bir mutabakatla çözülmesi, toplumun farklı kesimlerinin de sürece dahil edilmesi...” gibi açıklamalar yapması bunun ifadesidir.
Yanı sıra, kırk yılı aşan kapsamlı mücadelenin yarattığı birikim ve kazanımın bir sonucu olarak, Kürt sorununun içerde her açıdan kaldırılamaz bir ağırlığa-yüke dönüştüğü gerçeği var. Aslında bunda bir yenilik de yok ama bir dizi iç ve dış faktör, buna yeni bir boyut kazandırmıştır. İkincisi, hegemonya bunalımının güç dengelerinde yarattığı değişimlerin yansıması olan Ortadoğu’daki son gelişmelerdir. Türk devletini Kürt sorununda yeni bir adım atmaya zorlayan bölgesel faktörlerde yeni olan şey ise, Siyonist İsrail devletinin 7 Ekim’i bir soykırım savaşıyla karşılaması ve bunun yol açtığı sonuçlar oldu. Gazze yakılıp yıkılırken ve soykırım saldırısı devam ederken, Irak ve Suriye’ye saldırılar düzenlenirken, savaşın Lübnan perdesi açıldı. Burası İran’ı da hedefe koyan daha büyük bir savaşın ön cephesine dönüştürülmek isteniyor.
Gelişmeler, başını ABD’nin çektigi batılı emperyalistler ile İsrail Siyonizmi’nin bölgede “yeni bir düzen” inşa etme çabası içinde olduklarını gösteriyor. Bölgedeki çıkarları, ihtiyaçları ve hedefleri gereği, ABD’nin ve batılı emperyalistlerin de telkinleri ve yönlendirmesiyle Türk devleti, Ortadoğu’nun temel gündemlerinden olan ve uluslararasılaşan Kürt sorununda yeni adımlar atmak zorunda kalmış görünüyor. Erdoğan’ın, “sıranın Türkiye’ye geleceği”, “İsrail’in Türkiye’ye de saldıracağı” iddiasının yanı sıra Irak’ta gerilimlerin, Suriye’de iç savaşın yaşandığı, İsrail’in vahşileştiği bir dönemde içerde “barışın tesisini” döne döne vurgulama ihtiyacını da buna yormak mümkündür. Bölgede emperyalizmin ve siyonizmin çıkarları doğrultusunda yaratılmak istenen yeni bir statükonun dışında kalmama telaşı, Türk devletini kimi adımlar atmaya mecbur bırakmış görünüyor.
Türkiye’yi çevreleyen bölgelerin başında gelen Ortadoğu, dünya ölçüsünde sertleşerek süren emperyalist nüfuz mücadelesinin en stratejik bölgelerinden biridir. Türk burjuvazisi bu mücadelede hemen her zaman ABD’nin taşeronu olarak rol üstlendi. Fakat çıkarlarının gerektirdiği kimi durumlarda ABD ile krize dönüşen bazı sorun alanları da yaşadı ve halen de yaşıyor. Bunun başında Kürt sorunu gelmektedir. Önce Güney Kürdüstan’daki fiili Kürt devleti “kırmızı çizgiydi”. Ancak Türk devletinin Güney Kürdistan’a ilişkin kırmızı çizgileri yıkılalı ve Güney Kürdistan’ı resmen kabul edeli yıllar oldu. Şimdi onlarla ilişkilerini adeta onların hamiliğini yapacak düzeyde sürdürüyor. Güneyli Kürt federe devletiyle Amerikancı çizgide birleşmiş oldukları gibi, PKK’ye karşı mücadelede de Güney Kürdistan’ın Barzani kanadını saflarına kazandı.
Emperyalizmin Suriye’ye müdahalesinin ve kanlı iç savaşın ardından Türk devleti, Rojava’da fiili özerk yapı ile yüzyüze kaldı. Rojava, yıllardan beri Türk burjuvazisinin kırmızı çizgisidir ve tasfiye edilmesi de Türk dış politakasının merkezinde yer almaktadır. Fakat tüm çırpınışlara rağmen henüz alabildiği bir sonuç yok. ABD’nin koruması olduğu sürece de olması mümkün görünmüyor. Kürt sorununun bölgesel niteliği, ABD emperyalizminin Türk devletiyle temel çelişki alanıdır. Güç ilişkilerindeki değişimlerin yaşandığı ve Ortadoğu’ya yeni bir düzen verme çabalarının arttığı bugünkü koşullarda, ABD emperyalizmi Kürt sorununda kendi çözümünü yeniden gündeme getirmiş ve Türk devletini de buna “ikna” etmiş görünüyor. Dolaysıyla yeni açılım hamlesi, ABD ile Avrupalı emperyalistlerin Rojava gerçeğini Türk devletine kabul ettirmiş olmalarıyla da bağlantılı görünüyor. Zira ABD ve İsrail Siyonizmi’nin bölgesel çıkarları ve ihtiyacı, Türk burjuvazisini Kürt sorununda bazı tavizler vermeye zorlamaktadır. Türk burjuvazisinin içteki yükten kurtulmasının yanı sıra, yayılmacı emelleri ve bölge gücü olma hedefinin de bununla mümkün olabileceği varsayılıyor.
Bir başka olasılık ise, emperyalistler arası güç dengelerindeki degişimler, bunun ürünü olabilecek çatışmalar ve bunun yol açabilecegi büyük bir bölgesel savaş sonucu emperyalistlerin kurduracağı iddia edilen Kürdistan Devleti korkusunun Türk burjuvazisini yeni adımlar atmak zorunda bırakmış olmasıdır. Dünya dengelerindeki köklü değişiklikler ve bu çerçevede Ortadoğu’daki gelişmeler, Türk sermaye devletini önlemler almaya yöneltmiştir. İç dinamikler bir yana, bölgedeki gelişmeler Türk sermaye sınıfı tarafından imkan ve risk olarak algılanmaktadır. İzleyecekleri çizgi ve atmış göründükleri adım, bu iki faktörün bileşkesi olarak gündemdedir.