Bu sayfalarda her yeri gediğinde burjuva siyasetin ikiyüzlü ve riyakâr yapısına dikkat çekiliyor. Önemli ya da basit her sorun burjuva siyaset tarafından sömürülüyor, altı boşaltılıyor. Emekçi kitleleri kendi içinde saflaştırmanın, gerçek sorunlardan olduğu kadar söz konusu sorunların gerçek mahiyetinden de onları uzaklaştırmanın aracı haline dönüştürülüyor. Bu sömürü ve baskı düzeni böyle işliyor. Ömrünü doldurmuş iktidarlar, o iktidarların dümeninde bulunduğu çürümüş bir sistem böyle ayakta kalıyor.
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli TBMM’nin yeni yasama yılı açılışında DEM Parti sıralarına giderek Eş Genel Başkan Tuncer Bakırhan ve milletvekilleri ile tokalaştı. Bu olayın ardından siyasal iktidarın Kürt sorununun çözümünde bazı adımlar atacağı beklentileri yeniden canlandı. Her ne kadar AKP-MHP iktidarının temsilcileri “yeni bir çözüm süreci” gündemde yok dese, muhatap olarak görünen DEM Parti tokalaşma değil güvence istiyoruz havasında olsa da toplumun geniş kesimleri yeni bir çözüm sürecine karşı olanlar ve onu destekleyenler olarak saflaşmaya başladı bile.
Oysa Kürt sorunu burjuva düzen ve onun siyasal aktörlerinin kendi dar hesaplarına bırakılmayacak kadar önemli bir sorundur. Sorunun gerçek kaynağı olan “baskı ve sömürü düzeni”nin temellerine dokunmadan ona gerçek ve kalıcı bir çözüm bulmak mümkün değildir. Yeniden ısıtılmaya çalışılan “yeni bir çözüm süreci” tartışması, seçmen desteğini ve buna dayalı olarak toplumsal meşruiyetini kaybeden siyasal iktidarın yeni bir oyunundan başka bir şey değildir. Tartışmayı ateşleyen Bahçeli’nin tutum ve açıklamaları kadar AKP cenahından gelen tepkiler de bunun böyle olduğunu göstermektedir.
AKP iktidarının ABD emperyalizminin Ortadoğu hesapları ve iç politik gerilimler üzerinden başlattığı önceki “çözüm süreci”nin nasıl geliştiğine ve sonucun ne olduğuna kabaca bakmak dahi bu yeni tartışmanın amacını anlamak için yeterlidir.
Peki bunun böyle olması, süregiden tartışmaya, ama daha önemlisi bu topraklarda on yıllardır büyük acılara ve gözyaşlarına, Kürt ve Türk emekçiler arasında önyargı ve güvensizliklere yol açan Kürt sorununa işçi sınıfının kayıtsız kalmasını mı gerektirir?
Tersine, bugün azgın sömürü politikaları altında inim inim inleyen geniş emekçi kitleler kendi iç birliklerini sağlamak, karşı karşıya kaldıkları saldırılara karşı güçlü bir mücadele örgütlemek istiyorlarsa, bu sorunun çözümünde de aktif bir taraf olmak zorundadırlar. Bu da her şeyden önce sermaye düzeninin kendi çıkarlarını korumak için uydurduğu, tarihsel ve sosyal gerçeklerle uyuşmayan, yalana dayalı propagandasının etkisinden kurtulmak ile mümkündür.
Kürtler bu coğrafyada bin yıllardır yaşayan bir halktır. Kürdistan diye adlandırılan coğrafya halen dört ayrı devletin sınırları içinde pay edilmiş durumdadır. Türkiye Cumhuriyeti daha baştan Kürt ulusal kimliğinin inkârı üzerine inşa edilmiştir. Yakın döneme kadar Millî Eğitim Bakanlığı kitapları bile “bunlar Türklerin bir koludur, kara basmışlar kart denmiş, sonra harf kaymış Kürt denmiştir” masalları ile dolu idi. Kürtler ulusal kimliği inkâr edilen her halk gibi on yıllardır mücadele vermektedirler. Bugün en azından varlıklarının kabulü, onlara sunulmuş bir lütuf değil bu mücadelenin ürünü bir zorunluluktur.
Milyonlarca işçi ve emekçi hâlâ Kürt sorununu bir “terör sorunu” olarak algılıyorsa, bu sadece sermaye düzeninin işçi sınıfı ve emekçileri yanıltmaktaki başarısını gösterir. Oysa varlığı inkâr edilen bir ulusa mensup olanların yerine bir an için kendisini koyan her bir emekçi sorunun gerçek mahiyetini yalın biçimde görebilir. Ya tersi olsaydı, bir yazarın ‘90’lı yıllarda söylediği gibi, bu ülkenin ismi Türkiye değil de Kürdiye olsaydı. Türk ulusuna mensup bütün bir halka “Türk yok hepimizi Kürdüz” denilseydi? Her gün “Kürdüm, doğruyum” diye andlar içirilse, bunların tersini söyleyene sonu gelmez baskılar uygulansa, hapislere atılsa, Türk emekçiler bu durumda ne yapacaklardı? Bu akıl almaz inkâr ve asimilasyon politikalarına karşı mücadele etmeyecekler miydi? Kendi kimliklerinin, dillerinin, kültürlerinin tanınmasını istemeyecekler miydi? Bu uğurda karşı karşıya kaldıkları baskıya ve zorbalığa isyan etmeyecekler miydi?
İşçi sınıfı ve emekçiler elbette her ulus ve milliyetten işçi ve emekçilerin barış içinde bir arada yaşamasından yana olmalı, bunun için mücadele etmelidirler. Ancak kardeşlik ve barış içinde bir arada yaşamanın temel koşulu, kendin için istediğin hak ve özgürlükleri başka milliyetlerden sınıf kardeşlerin için de istemekten geçer. Güçlü ve gönüllü bir birliktelik ve buna dayalı bir ortak mücadele ancak böyle sağlanabilir. Kürt sorununun emperyalist merkezler ve onların işbirlikçisi sermaye sınıfı tarafından istismar edilmesinin önüne de ancak böyle geçilebilir.
Ne zaman ki işçi sınıfı bu sorunu gerçek bir kardeşlik temelinde çözmek için mücadele edecektir, işte o zaman bu topraklarda yıllardır süren acı ve gözyaşı sona erer. Bunun dışında ikiyüzlü burjuva siyasetin ya da emperyalist merkezlerin kendi çıkarları için gündeme getirdiği her bir açılım sadece sorunun derinleşmesine yol açar. Yapılması gereken her milliyetten işçilerin ortak düşman olan sermaye düzenine ve onların emperyalist efendilerine karşı mücadelede “işçilerin birliği, halkların kardeşliği” şiarı ile bir araya gelmesidir.
Emeğin Kurtuluşu’nun 42. sayısından alınmıştır