Ortadoğu, emperyalist nüfuz mücadelelerinin, bölgenin yerleşik statükosunu sarsan müdahalelerinin ve son yıllarda bölgede hiç eksik olmayan toplumsal çalkantıların ana sahnesi olmaya devam ediyor. Bunun sonucudur ki, Ortadoğu’daki taşlar sürekli yerinden oynuyor.
Nitekim, bir yandan emperyalist müdahaleler, diğer yandan biri diğerini izleyen toplumsal çalkantılar, Ortadoğu’nun statükosunu adeta altüst etmiştir. Bu ise en çok Kürt hareketlerine yaramıştır. Özellikle Kürdistan'ı aralarında paylaşan dört devletin (İran, Irak, Suriye ve Türkiye) Kürt halkına karşı bugüne dek oldukça olumsuz rol oynayan gerici tarihsel ittifakının zaafa uğraması, Kürt özgürlük ve eşitlik mücadelesi için daha da elverişli koşullar yaratmıştır. Günümüzde Kürt hareketinin manevra alanları daha da genişlemiştir.
Gelinen yerde Kürt sorunu bölgenin en yakıcı sorunu haline gelmiş olup, gitgide ön plana çıkmakta, Kürt hareketleri olayların seyrine bağlı olarak her geçen gün daha da etkin bir konum kazanmakta, Kürt halkı yeni kazanımlar elde etmektedir. Kürt sorununun bu denli öne çıkışında ve Kürt hareketinin olayların akışına paralel biçimde bu denli etkin konum kazanmasında Türk sermaye devletinin çok özel bir payı vardır.
Önce “Kürt açılımı” ardından “çözüm süreci”
Kürt halkı önce kimi vaatler eşliğinde bir süre “Kürt açılımı” ile meşgul edildi. Sermaye devletinin dinci-gerici AKP aracılığıyla gündeme getirdiği “Kürt açılımı” bir ihtiyaçtan doğmuştu. ABD emperyalizminin ve işbirlikçi burjuvazinin yeni bölge politikaları, PKK’nin önderlik ettiği özgürlük ve eşitlik mücadelesinin yatıştırılmasını, düzen içi kanallara çekilerek denetim altına alınmasını gerektiriyordu. Kürtleri ve Kürt hareketlerini, emperyalizmin Ortadoğu’yu kendi sefil çıkarları temelinde yeniden şekillendirme planlarının bir parçası haline getirmesi, Kürtlerle bölge düzeyinde ittifak kurup kendi yanında mevzilendirmesi ancak bununla mümkün olabilirdi. Zaten, sözde Kürt açılımı da, bunun sınırlı bazı tavizlerle başarılabileceği inancına ve Kürt hareketinin silahlı gücünün şu veya bu biçimde tasfiye edileceği hesabına dayanıyordu.
Nedir ki bu hesap yanlıştı ve tutmadı. Bir dizi gerilimin, çok da uzun sürmeyen inişli-çıkışlı bir sürecin ardından, “Habur Sınır Kapısı”ndan geri döndü. Böylece çatışmasızlık dönemi sona erdi ve yeniden çatışmalı bir döneme girildi. İçerde belli umutlar bağlanan “Kürt açılımı” iflas etmişti. Erdoğan’ın ve AKP’nin damgasını taşıyan maceracı ve saldırgan dış politika, somutta da Suriye politikası iflas etti. Bununla da kalmadı, Erdoğan’ın marifetiyle, sermaye devleti, İran ve merkezi Irak hükümeti ile de çatışmalı hale geldi. Fakat ona en büyük darbeyi Rojava çıkışı vurdu. Güneydeki Federe Kürt Devleti, ardından Rojava’daki fiili özerklik ve Kuzey Kürdistan’da “alan tutma” olarak tanımlanan ve sermaye devletini günden güne zorlayan kapsamlı mücadele, Kürt halkının varlığını dahi kabullenmeyen ve Kürt halkına düşmanlıkta sınır tanımayan Erdoğan’ı adeta çılgına çevirdi.
Rojava çıkışı, Türk sermaye devleti ve onun adına devleti yöneten dinci-gerici AKP’nin küstah başbakanı Erdoğan tarafından, kendilerine karşı bir savaş ilanı olarak nitelendirildi ve anında hedef tahtasına oturtuldu. Irkçı-şoven saldırganlıkta Hitler’den aşağı kalmayan Erdoğan her fırsatta ve her platformda Kürt halkının Rojava’da ortaya koyduğu özgür iradeyi tanımadığını açıkladı. Rojava sınırını tam bir gerilim hattına çevirdi. Bununla da kalmadı, Türkiye Kürdistanı’ndaki kanlı ve kirli savaşı Rojava’ya taşıdı. Bu çerçevede, Suriye’deki kanlı savaşta rol oynayan cihatçı El Nusra ve benzeri çeteleri Rojava’ya saldırttı. Dahası, Türkiye bir anda bu insanlık düşmanı çetelerin eğitim gördüğü, barındığı, silahlandırıldığı ve rahatça giriş-çıkış yaptığı bir ülke haline geldi. Deyim yerindeyse bir kirli savaş merkezi haline geldi. Dinci-gerici iktidarın ve Erdoğan’ın imdadına İmralı çıkışlı “çözüm süreci” yetişti.
Kürt emekçiler birkaç yıl da bu sözde “çözüm süreci” üzerinden türlü beklentiler içine sokuldu. Sermaye devleti bu sözde “çözüm süreci”ne inandırıcılık kazandırmak için çeşitli manevralara da başvurdu, hiçbir karşılığı olmayan vaatlerde bulundu. Özellikle çok sıkıştığı anlarda, en çok da her seçim öncesi dönemde, “çözüm süreci” üzerinde oluşan beklentileri diri tutmak için özel bir çaba sarf etti. Ne yazık ki, Kürt hareketi, zaman zaman sermaye devletinin ve Erdoğan’ın bir oyalama, zaman kazanma ve aldatma oyunu oynadığını dile getirse de, sözde çözüm adına oynanan bu orta oyununu bozmaktan uzak durdu. “Çözüm süreci” aldatmacasına dönük eleştirileri tepki ve kuşkuyla karşıladı. Bunları süreci zora sokan, sabote eden çabalar olarak niteledi. “Çözüm süreci” hareketin adeta zaafiyet alanıydı. Sürece fazlasıyla angaje olmuştu ve bozulmasını istemiyordu. Haziran Direnişi’ne dahi bu kaygılarla yaklaştı, ilk günlerde direnişi kuşkuyla karşıladı ve uzak durdu. Aynı şey dinci-gericiliğin kanatları arasındaki iktidar kavgası sırasında da tekrarlandı. IŞİD’in Kobanê’ye saldırması üzerine Kürt emekçilerin, kadınların ve gençlerin on binler halinde tüm Kürdistan’da ve özgürlük hareketinin görkemli günlerini anımsatan bir biçimde alanlara çıkması sırasında yapılan sukunet çağrısı da, “çözüm süreci”ni kollama çabasının bir ifadesiydi.
Diyalog, derinlikli müzakere beklentisi, görüşmelere ve çözüm amaçlı yol haritalarına yasal zemin kazandırmak, sorunu devlet heyeti ile doğrudan görüşme alanına aktarmak, bu anlama gelmek üzere meclis salonuna taşımak derken, yolun sonuna gelindi. IŞİD’in Kobanê saldırısı dinci-gerici iktidarın ve sermaye devletinin şimdiki cumhurbaşkanı ve de fiili başbakanı Erdoğan’ın tüm foyasını açığa çıkardı. Erdoğan IŞİD saldırısını dolaylı-dolaysız destekledi. Günlerce Kobanê’nin düşmesini bekledi. Kobanê lafını dahi ağzına almayıp, buranın adının 'Ayn El Arap' olduğunu, yani bir Arap kenti olduğunu söyleyip ne denli ırkçı olduğunu ortaya koydu. Kürt halkının Rojava’da ortaya koyduğu iradeyi asla ve asla tanımayacağını dile getirdi. Bunun kendisi, Kuzey Kürdistan’daki “çözüm süreci” konusundaki gerçek düşüncesinin de en açık ifadesiydi. Sermaye devleti var oldukça gerçek bir özgürlük ve eşitlik beklenemezdi. Rojava/Kobanê direnişi bunu bir kez daha büyük bir açıklıkla ortaya koymuştu. Rojava çıkışı ile gündeme giren “çözüm süreci” yine Rojava/Kobanê direnişi ile fiilen gündemden düşmüş ve iflas etmiştir. Bu elbetteki AKP iktidarının ve ırkçılıkta Hitler'e rahmet okutan Erdoğan’ın da iflasıdır.
Kürt sorunu yeni bir aşamada
Kürt hareketi hangi misyonu yüklerse yüklensin, gerek “Kürt açılımı” gerekse “çözüm süreci” olarak kodlanan şeyin özü, Kürt halkını ve hareketini oyalamak, aldatmak, Kürt emekçiler içinde dayanaksız hayaller yaymak, emekçi sınıflar eksenli mücadeleyi dizginlemek, Kürt halkının mücadele azmini kırmak ve Kürt sorununu zamana yayılan aşağılık manevralarla çürütmekti. Öncelikli bir diğer hedefi ise, “terörün bitirilmesi”, “silahsızlandırma”, “toplumsal hayata kazandırma” ve “demokratik siyasete katılımın önünü açma” yalanlarıyla Kürt hareketinin silahlı gücünü tasfiye etmekti. Sömürgeci Türk burjuvazisi “çözüm süreci”ni her aşamada böyle tanımlamıştır. Dinci-gerici AKP hükümeti de, çürümüş cumhuriyetlerinin tüm hükümetleri gibi “yalancı ve ikiyüzlü” bir hükümettir. Sermaye devletinin temel şiarı her zaman “tek devlet, tek millet, tek bayrak ve tek dil” olmuştur. Yalan, inkar ve imha bu devletin temel karakteridir. Yeni Osmanlıcı AKP ve azılı Kürt düşmanı Erdoğan, kendinden önceki iktidarlar gibi, Kürt ulusunun varlığını dahi kabul etmemektedir.
Emperyalizmin, esas olarak da ABD emperyalizminin ve Türk sermaye devletinin, her şeye rağmen bu sözde açılım ve çözümlerden yana beklentileri vardı. Kürt halkının bilinen zaafiyet ve tutarsızlıklarından yararlanarak, bu konuda belli başarılar da elde ettiler. Fakat her şeye karşın, bu sözde çözüm süreçleri halihazırda esasa ilişkin olarak hedeflerine ulaşamamıştır. Kobanê direnişi ve Türkiye ama özellikle Kürdistan’da sergilenen son derece militan ve kitlesel dayanışma eylemleri ile ağır bir darbe almış ve fiilen iflas etmiştir.
Aradan geçen süre zarfındaki gelişmelerin toplam bilançosu, açılım ve çözüm sürecine ilişkin inancın boşluğunu ve bu konuda yapılan hesapların dayanaktan yoksunluğunu tüm açıklığı ile ortaya koymuştur. “Kürt sorunu yatıştırılmak bir yana daha da uyarılmış, çözümünü daha şiddetli bir biçimde duyuran ve dayatan bir hal almıştır. Silahlı biçimiyle Kürt hareketi tasfiye edilmek bir yana, politik, askeri ve moral bakımdan daha da gelişmiş ve güçlenmiştir. Daha da önemlisi, Türk devletinin de özel katkılarıyla bölgede yaratılan yeni koşulların ardından daha geniş imkanlara ve manevra alanına kavuşmuştur.” ( TKİP IV. Kongre Bildirgesi, 2012 )
Kürt sorunu daha önce daha çok tek tek ülkelerin bir iç sorunu olarak ele alınıyor ve çözümü de bu çerçevede düşünülüyordu. Gelinen yerde, Rojava çıkışı ve ardından da Kobanê direnişi ile birlikte Kürt sorunu sınırları aşmış, bölge, hatta emperyalistlerin de daha dolaysız biçimde devreye girmesiyle bir dünya sorunu haline gelmiştir. Türk sermaye devletinin sorunu çözmeye muktedir olamadığının iyice anlaşılır hale gelmesinin de katkısı ile, sorun şimdi bölgenin en yakıcı sorunu, hem de bölgesel düzeyde çözülmek için ele alınması gereken bir sorun haline gelmiştir. Kürt hareketinin silahlı kanadının tasfiye edilmesi şöyle dursun, önce Şengal ve ardından da Kobanê direnişi sırasında sergilediği pratikle, emperyalistler nezdinde dahi itibar kazanmış, dahası meşrulaşmıştır. Türk sermaye devleti, maceracı ve saldırgan dış politikası yüzünden bölge çapında tam bir tecriti yaşarken ve 40-50 yıllık ağababası ABD ile bile gerilimli hale gelirken, Kürt hareketi uluslararası alana/platformlara taşınmıştır, ki bu politik ve diplomatik her alanda daha geniş bir manevra imkanı demektir. Öte yandan, Kürt hareketinin Kobanê’de ortaya koyduğu emekçi iradesi ve kararlılığı, onu gerçek dost ve müttefikleri ile, Türkiye’nin emekçi halklarının da içinde olduğu, bölgenin kardeş halkları ile buluşturmuş ve dahası, dünyanın işçi ve emekçilerinin enternasyonal dayanışması ile kuşanmasını var etmiştir.
Türk devleti ile olmuyorsa, ABD ile mi?
“Çözüm süreci” her ne kadar resmen tedavülden kaldırılmamışsa da, fiilen dondurulmuştur. Her ne kadar topu A. Öcalan'a atmışlarsa da, bunu Kürt hareketinin Kandil’deki lider kadroları da artık sık olarak dile getirmektedirler. AKP kurmaylarının “çözüm süreci”ne yasal bir zemin kazandırılacağı ve bitmediği yönlü açıklamalarına gelince; bu yeni bir kılıf altında yeni beklentiler yaratarak, daha önce yapıldığı gibi, “ha çözdük, ha çözeceğiz” diyerek, hareketi çürütme politikasıdır ve yeniden denemenin Kürt halkına kazandıracağı hiçbir şey yoktur. Nedir ki, hayat boşluk tanımamaktadır. Şimdi de başka güçler devreye girmeye çalışmaktadır.
Olayların akış yönü Kürtlerden yanadır. Kürtler bugün bölgenin en büyük gücü haline gelmiştir. Bu sadece toplam nüfüsu bakımından ifade edilen bir durum değildir. Bundan da önemlisi, Kürtler gelinen yerde bölgenin en diri, en örgütlü, en organize ve hareket halindeki gücüdür. Emperyalist dünyanın, en başta da ABD’nin dikkate değer bulduğu şey de budur.
ABD ve peşinden sürüklediği emperyalist devletler, Ortadoğu’nun yerleşik statükosunun artık taşınmaz hale geldiğini görüyorlar ve kendi çıkarları temelinde yeniden şekillendirmek istiyorlar. Bu amaçla, adeta bölgeye taşınmışlardır. Ortadoğu’yu yeniden şekillendirme planlarının hayata geçmesi içinse, buna uygun güçler, müttefikler, özellikle de statükocu olmayan diri güçler gerekiyor. ABD ve emperyalist koalisyon, gerçekleşip gerçekleşmemesinden bağımsız olarak, Kürtleri bu kategoriye koyuyor, zaman içinde kendi yanına çekmeyi düşünüyor.
Musul’un işgali sırasında Merkezi Irak hükümetine bağlı askerlerin, Şengal katliamı sırasında ise Barzani’nin peşmergelerinin ortaya koydukları utanç verici tutuma karşın, Kürt hareketine mensup gerillalar (HPG gerillaları) herkesin takdirini kazanan bir pratik ortaya koydular. Benzer bir pratik, Kerkük ve Mahmur’da sergilendi. PYD’nin askeri kanadı YPG ile ortaklaşa sergilenen bu tutum, ABD’nin ve emperyalist batının dikkatini çekmekte gecikmedi. Anında basınına konu oldu, bugüne dek ağızlarından kan ve irin akanlar birden bire Kürt dostu kesiliverdiler. PYD ve giderek de PKK hakkında övgü dolu sözler edildi, “terör listesinden çıkartılmasının zamanı gelmiştir” mealinde yazılar yazıldı, tartışmalar yapıldı. Bu hala sürüyor. “PKK henüz istenilen çizgiye gelmemeiştir, henüz o kıvamda değil” deniyor şimdilik. Ancak su ısıtılıyor, zemin hazırlanıyor. Hiç kuşkusuz tüm bu çabaların tek bir amacı var: PKK'yi ehlileştirmek, zaman içinde onu sistemin içine çekmek ve onun üzerinden belli tavizler karşılığı, örneğin PKK'yi Barzani çizgisine çekerek, Güney’deki federe devlet modelini ona kabul ettirerek, Kürt halkını kendi yanlarına çekip, Ortadoğu'yu kendi istedikleri biçimde dizayn etme planlarının bir parçası yapmak.
ABD ve emperyalist koalisyonun Kobanê direnişinin mecbur bırakmasının sonucu olan yardımları, kadim müttefiği Türk sermaye devletini adeta rezil edercesine ve onun şiddetli muhalefetine rağmen YPG ve PYD ile kurduğu dolaysız ilişki, zaman içinde PKK ile de bu tür bir ilişkiye gireceği yönlü sinyalleri, “Türk dostlarımız çözmüyorsa biz çözeriz” şeklindeki ince mesajlar; bunların tümü bunun içindir. Bu gitgide daha da yoğunlaştırılacaktır. Kısacası, henüz ufukta somut bir yeni çözüm görünmüyor ama hazırlanıyor.
Kürt emekçilerin çıkarlarına uygun yegâne çözüm devrimci çözümdür
Kürt halkının “çözüm süreci”ne inancı kalmamıştır. Bugüne dek Kürtlerin AKP gericiliğine ve Erdoğan’a oy veren, her defasında destekleyen kesimleri dahi, Türk sermaye devletinin ve Erdoğan’ın sorunu çözmeyeceğini düşünür hale gelmişlerdir. Zira, AKP iktidarı şahsında sermaye devleti, Kürtlerin bir ulus olarak varlığını, dolayısıyla bundan doğan meşru ulusal haklarını red ve inkar çizgisini sürdürmektedir. Ulusal sorunda gerçek özgürlük ve tam eşitlik, sermaye düzeninin doğasına aykırıdır. Bunca acı deneyime rağmen bunu anlayamamak ve “çözüm süreci”nde ısrar etmeye kalkmak, Kızılderili atasözündeki gibi, kanmayı ve kandırılmayı bile bile istemek demek olacaktır ki, gelinen yerde Kürt hareketinin böyle bir lüksü kalmamıştır.
PKK, PYD ve İran Kürdistan Özgürlük Partisi, kuşkusuz büyük ölçüde PKK sayesinde, bugüne dek cepheden bir mücadeleye konu etmeseler bile emperyalizme karşı mesafeli durdular, emperyalist planlara alet olmayı reddettiler. Buna karşın bölge halklarıyla yakınlığa ve dayanışmaya önem verdiler. Her şeye rağmen kardeş halklarla kader birliği çizgisinde ısrar ettiler. İkincisi, her zaman esas olarak kendi güçlerine yaslandılar ve ne elde ettilerse kendi öz mücadeleleri ile elde ettiler.
Gelinen yerde Kürt sorununu çözemeyeceği anlaşılan sermaye iktidarı emperyalizmle Türk burjuvazisinin ortak iktidarıdır. Emperyalizmin özü değişmemiştir. Baskı altında olan ulusların sorunları, çektikleri acılar onları hiç mi hiç ilgilendirmemektedir. Onların hiçbir yere özgürlük ve eşitlik götürdüğü görülmemiştir. Emperyalizmin esas eğilimi siyasal gericiliktir ve o her zaman kayıtsız-koşulsuz egemenlik peşinde koşar. Emperyalizm ulusal sorunların, eşdeyişle Kürt ulusal sorununun çözüm gücü olamaz, tam tersine sorunun esas kaynağıdır. Daha önceki “Kürt açılımı”nın gerçek mimarı da emperyalizmdir. Güneydeki federe devlet örneğindeki gibi vesayet altında bir Kürdistan istenmiyorsa eğer, emperyalizmin Ortadoğu'yu tümüyle kendi çıkarları temelinde şekillendirme planlarının bir parçası olunmak istenmiyorsa, emperyalistlerden ve onların dayatacağı çözümlerden uzak durulmalıdır. Aksi takdirde, yeni ve daha büyük acı ve yıkımla yüzyüze kalınacaktır.
Kürt halkının Kobanê’de ortaya koyduğu destansı direnişin en önemli dersi şudur: Kürt halkının gerçek dostları Türkiye’nin emekçi halkları başta olmak üzere, bölgenin kardeş halklarıdır. Dünyanın çeşitli uluslarından emekçi halklardır. İlerici, devrimci ve komünist güçlerdir. Kobanê’deki direniş aynı zamanda direnen tüm emekçi halkların direnişidir. IŞİD denen ölüm makinesini durduran, Türk sermaye devletini ve Kobanê’nin düşmesini en az onun kadar bekleyen ABD ve emperyalist koalisyonu hüsrana uğratan asıl güç, Kürt halkının Kobanê’de ortaya koyduğu onurlu ve destansı direnişin yanı sıra, bu haklı direnişin en ileri düzeyde sahiplenilmesinin ifadesi olan enternasyonal devrimci dayanışma olmuştur.
Bu böyleyse eğer, Türk sermaye devletinin ipliği pazara çıkmış “çözüm süreci”nden de, ısıtılmaya çalışılan emperyalist çözümlerden de uzak durulmalıdır. Türkiye’nin emekçi halklarıyla devrimci kader birliği çizgisinde ısrar etmek ve merkezinde Türkiye işçi sınıfının bulunduğu bir birleşik devrimle sermaye devletini yıkmak, Kürt sorununu tam ve kalıcı biçimde çözmek; yegâne çözüm budur. Gerçek özgürlük ve eşitliğe ancak ve ancak bu sayede ulaşılabilir. Tam da bu nedenledir ki, Kürt hareketi, sözde çözümler arasında yaşadığı salınımları, kısır döngülere mahkumiyeti bir yana bırakmalı ve çıkış döneminde az-çok sahip olduğu birleşik devrim perspektifine geri dönmelidir.