Burada ilk bölümünü sunduğumuz "Demokrasi mücadelesi ve Kürt sorunu" başlıklı beş bölümlük metin, 2005 yılında yapılmış çok daha kapsamlı bir inceleme ve eleştirinin alt bir başlığını oluşturmaktadır. Son gelişmelerin devrimci bir bakış açısıyla anlaşılmasına önemli bir katkı sağlayacağı inancıyla metni bölümler halinde okura yeniden sunuyoruz...
Kürt sorunundaki son gelişmeleri ele alan önceki iki bölümde (Kızıl Bayrak, 34. ve 36. sayılar), İmralı teslimiyetinin yarattığı uygun koşullara rağmen Türk burjuvazisinin/devletinin Kürt sorununda reform yapma konusundaki yeteneksizliği ortaya konulmuş ve buna ilişkin değerlendirmeler şu sonuca bağlanmıştı:
“Bütün bunlarla gelmek istediğimiz nokta şurasıdır: 80 yıldır uğraştıran ve son 20 yıldan beridir de adeta bunaltan Kürt sorunu konusunda burjuva sınıf düzeninin herhangi bir çözümü yoktur. Çözüm bir yana sorunu bir dönem için yumuşatıp yatıştıracak sınırlı bir reform yeteneği bile yoktur. Reforme etmek yeteneği de bir yana, sorunun varlığından söz etmenin bile hala geniş bir mutabakat halinde ihanetle damgalanabildiği bir burjuva sınıf düzeni gerçeği var orta yerde.
“Bu katı gerçeğin kendisi İmralı çizgisinin iflasını da belgelemektedir aynı zamanda. İmralı çizgisi tüm umudunu kurulu düzenle en geri nokta üzerinden bir uzlaşmaya ve bu temelde onunla barışıp bütünleşmeye bağlamıştı. Burada özetlediğimiz tablo bu kadarının bile olanaklı olamadığını; İmralı teslimiyeti üzerinden atılan büyük geri adımlara rağmen düzenin Kürtlere kırıntı düzeyinde tavizlere bile yanaşmadığını; egemen ulusun tüm siyasal ayrıcalıklarını olduğu gibi korumak istediğini ortaya koymaktadır. Öte yandan İmralı çizgisi, yaptığı yeni açılımların Türk ve Kürt halklarını birbirine yakınlaştıracağını, tarihsel olarak iç içe yaşamış bu halklar arasındaki ilişkileri yeni bir düzeye çıkaracağını ve daha güçlü bir biçimde geleceğe taşıyacağını iddia etmişti. Oysa bugün iki halkın ilişkisi tarihlerinde örneği görülmemiş türden tehlikelerle yü zyüzedir ve bunun tek nedeni o değilse bile İmralı teslimiyetinin de bu sonuçta hayli önemli bir payı vardır.” (Kızıl Bayrak, sayı: 36, 10 Eylül 2005)
Burada özetlenen sonuçlara yine Kürt sorunundaki yeni gelişmelerin ışığında daha yakından bakalım.
Düzenle barışma çizgisi
Kürt sorununu kurulu düzenle uzlaşarak ve bu uzlaşmanın sağlayacağı yeni siyasal temel üzerinde aynı düzenle bütünleşerek çözmek çizgisi, Kürt hareketinin gündemine “siyasal çözüm” arayışı adı altında daha ‘90’lı yılların başında girdi ve zamanla hareketi fiilen belirleyen esas strateji haline geldi. Bu, PKK’nin devrimci amaç ve hedeflerinden gerçekte esası yönünden daha İmralı öncesinde koptuğu anlamına gelir. Fakat yine de o aşamada buna henüz açık bir ifade kazandırılmamış, yeni reformist çizgi geçmişten miras devrimci-demokratik görüş ve söylemler resmen terkedilmeden adım adım geliştirilmiş, zamanla da egemen hale getirilmişti.
Abdullah Öcalan’ın yakalanmasını izleyen yeni İmralı çizgisi, çatışan güçler arası uzlaşma arayışına dayalı çizgiden tek taraflı teslimiyete geçişte anlamını buldu. Teslimiyetin özü ve esası kişisel davranışta değil fakat hareket adına ortaya konulan yeni ideolojik-politik çizgideydi. Bu yeni çizginin temel mantığını ve niteliğini, dünya görüşü ve değerler sistemi alanında olduğu kadar program ve stratejide de, emperyalist dünya sistemiyle ve kurulu kapitalist düzenle çelişen ve çatışan herşeyin köklü bir biçimde terkedilmesi oluşturuyordu. Bu kapsamlı bir dünya görüşü değişimi anlamına geliyordu. Böylece Kürt sorununda o güne kadar izlenegelen uzlaşma çizgisi de kurulu düzenle barışıp bütünleşmeye dayalı daha genel bir ideolojik çerçeveye oturtuluyordu.
Çizginin mimarı Abdullah Öcalan, düzenin ve devletin hassasiyet gösterdiği tüm alan ve sorunlarda bu hassasiyetlere gereğince karşılık verildiği ölçüde, dolayısıyla bunun gerektirdiği köklü ideolojik-politik açılımlar yapıldığı takdirde, Kürt sorununda çözümün de kolaylaşacağını ve gerçekleşeceğini (devletin de tüm bunlara karşılık vererek “büyüklüğünü” göstereceğini!) Kürt hareketine empoze etmeye çalıştı ve çok da zorlanmadan kısa sürede bunu başardı.
Abdullah Öcalan’ın kurulu düzenin ve onun bekçisi olarak devletin güvenini kazanmak üzere attığı adımların başında, düzenle barışıp bütünleşme çizgisinin olmazsa olmaz koşulu olarak, Kürt hareketinin devrimci düşünce ve amaçlarla her türlü bağını koparıp atmak geliyordu. Bu, emperyalist dünya sistemi ve kapitalist toplum düzeni onaylanarak, dahası demokratik düzen ve demokratik uygarlık ideolojik söylemi içinde yüceltilerek yapıldı. Belki de yapılanlar içinde en kolay olanıydı bu. Zira PKK’nin temsil ettiği Kürt hareketi ulusal nitelikte bir hareketti; gerçek varlık nedeni ve dolayısıyla asıl amacı hiç de yeni bir toplum düzeni kurmak değil, fakat o güne dek varlığı bile inkar edilen ezilen bir ulusun ulusal baskı ve kölelikten kurtuluşunu sağlamaktı. Devrimci ideoloji ve politika bunun için bir imkan ve araç olarak ele alınmış, ondan ancak bu sınırlar içinde yararlanılmış, bunun yararı da zamanında fazlasıyla görülmüştü. Nitekim Kürt hareketi tarihinin en büyük atılımını tam da devrimci düşünce ve onun ürünü politika çizgisinde hareket etme yolunu tuttuğu ölçüde yaşayabilmişti. Fakat dünyanın köklü bir biçimde değişen güç dengelerinin oluşturduğu yeni koşullar içinde, Marksizm referanslı devrimci ideoloji ulusal bir hareket için bu artık bir olanaktan çok aşılması gereken bir handikap sayılıyordu. Daha ‘90’lı ilk yıllardan itibaren gitgide genişleyen ve derinleşen bir çerçevede devrimci ideolojiyle varolan bağların adım adım terkedilmesi, bu handikaptan kurtulma istek ve yöneliminin bir ifadesi idi. İmralı ile birlikte bu kopuş artık cepheden gündeme getirildi, tüm kapsamıyla gerçekleştirildi ve olanaklı bütün sonuçlarına götürüldü.
Bununla yalnızca Türk burjuvazisine ve devletine de değil, en az bunun kadar, belki bundan da önemli bir amaç olarak, Türk burjuvazisini denetim altında tutan dünyanın emperyalist efendilerine de güven verilmek isteniyordu. İlk İmralı savunmalarında bu kaygı belirgin bir biçimde önplandaydı. “Demokratik uygarlık”, “20. yüzyılın sonunda zafer kazanan demokratik sistem” üzerine tüm o ölçüsüz güzellemelerin, sosyalizmi “totalitarizm” türünden soğuk savaş kavramlarıyla anıp karalamaların dolaysız hedefi, dünyanın emperyalist efendileri idiler ve amaç onlara güven vermekti. Abdullah Öcalan devrimci geçmişin yükünden gelen her türlü “yanlış anlama”yı gidermek konusunda kararlıydı ve bu doğrultuda büyük bir gayret içindeydi.
Daha sonraki İmralı savunmalarında sisteme tam bağlılık bildiren bu çabalarını derinleştirdi. Marksizmin ve tarihsel materyalizmin geçersizliğini her adımda yineleyip durmayı, Avrupa modeli üzerinden yürürlükteki kapitalist sınıf düzeninin savunulması ile birleştirdi. AB, halen eleştiriye konu bazı kusurlar taşısa da, demokratik uygarlık çağının ve dolayısıyla ulaşılması gereken ideal toplum modelinin bugünden gerçekleşmiş örneği sayıldı. Bu arada ABD’ye de Ortadoğu’ya demokrasi ve refah getirme misyonu atfedildi, Afganistan’a ve Irak’a yapılmış askeri müdahaleler bunun ilk adımları olarak anıldı ve olumlandı.
Buraya kadar sıralananlar daha çok PKK’nin temsil ettiği Kürt hareketinin devrimci geçmişinden köklü bir biçimde kopuşuyla ilgilidir. PKK siyaset sahnesine düzen karşıtı küçük-burjuva devrimci-demokrat bir hareket olarak çıkmıştı. İmralı’da gerçekleştirilen köklü ideolojik değişimle birlikte düzen savunucusu liberal demokrat bir akım haline geldi. Fakat genel plandaki bu köklü konum ve kimlik değişimi, buna rağmen onun Türkiye’nin kurulu düzeniyle bütünleşebilmesi için yeterli değildi. PKK ulusal bir hareketti ve Kürt sorunu onun varlık nedeniydi. Kendini tümden ret ve inkâr etmedikçe bu amacından vazgeçemez, fakat yaşadığı değişimle tutarlı olmak için ve onun bir gereği olarak, izlediği ulusal programı yeni konumuna uyarlayabilirdi. Bu, işin aslında çoktan geride kalmış eski devrimci ulusal programdan Kürt sorununun reforme edilmesine dayalı bir yeni liberal ulusal programa geçiş demekti. Bununla tamamlanmadıkça öteki adımların kendi başına fazla bir anlamı kalmazdı. Abdullah Öcalan daha ilk İmralı savunmalarından itibaren bunun açık bilinciyle hareket etti.
Görünüşe göre asıl zorluk da bu alanda, Kürt hareketinin ulusal programının, bunun ifadesi amaç ve istemlerin düzenle barışmak hedefine uygun biçimde budanmasındaydı. Özgürlük ve eşitlik istemine dayalı bir programı, bunun ifadesi siyasal istemlerden arındırarak etnik alt kimlikte ifadesini bulan sınırlı bir dil ve kültürel özgürlük programına indirgemek, bu çerçevede yakın dönem Kürt tarihine de yeni bir yorum getirmek, Kürt ulusal bilincinin son birkaç onyılda sağladığı büyük ilerleme düşünüldüğünde gerçekten kolay başarılacak iş değildi. Fakat örgütlü Kürt hareketi üzerindeki güçlü otoritesi ve denetimi sayesinde Abdullah Öcalan bunu da nispeten kolayca başardı. Kürtleri cumhuriyetin kurucu üyesi sayan ve sorunu bu cumhuriyetin demokratikleşmesi olarak ortaya koyan yaklaşım bunu özellikle kolaylaştırdı. Bu yaklaşıma göre Kürtler kurucusu oldukları mevcut cumhuriyeti (kurulu düzeni) benimsemeli, fakat onu kendi içinde demokratikleştirmeyi hedeflemeliydiler. Bunun demokratik cumhuriyet programı ve stratejik çizgisi olarak tanımlandığını ve sunulduğunu biliyoruz.
Kısa ara bilanço
İmralı ile birlikte yaşanan köklü dönüşümün ve bunun ürünü yeni çizginin sonuçları aradan geçen altı yılın ardından bugün bütün açıklığı ile gözler önündedir. Türk burjuvazisi ve devletiyle ilişkiler cephesinde yaşananlar üzerine yeni bir şey söylememiz gereksizdir. Önceki iki bölümde bunun ayrıntılı bir dökümünü ve değerlendirmesini yapmış durumdayız ve sonuca ilişkin yargımızı da bu bölümün girişinde yinelemiş bulunuyoruz. Kürt sorununun değil çözümüne yanaşmak, varlığını bile hala kabul etmeyen bir düzen gerçeği ile barış ve uzlaşma üzerine onca çabanın ardından yeniden gündeme gelen çatışmalı tablo, durumu en veciz bir biçimde zaten kendiliğinden özetlemektedir.
Dış cephede, emperyalist dünyayla ilişkiler alanında da durum farklı değildir. Dünyanın emperyalist efendilerine güven vermeye ve Türkiye’deki Kürt sorununun çözümüne katkılarını sağlamaya yönelik onca çabanın bugün ortada herhangi bir olumlu sonucu yoktur. Emperyalistlere güven vermek için olağanüstü çaba harcayanlar, onlar tarafından ısrarla “terörist” olarak damgalanmaktan buna rağmen kurtulamamışlardır. Kürt sorununun çözümüne yapıcı katkı sunmak bir yana, Abdullah Öcalan tarafından ideal demokrasinin modeli olarak sunulan AB ülkelerinde bugün halen Türkiye’de bile yapılamayan yapılabiliyor, Kürt basınının kapısına kilit vurulabiliyor. Ortadoğu’da demokrasinin yerleşmesinin ve refahın gelişmesinin sürükleyici dış dinamiği olarak sunulan ABD’nin ise sözünü bile etmiyoruz. Başta ABD olmak üzere bir bütün olarak emperyalist dünya, İmralı ile birlikte Kürt hareketinin cepheden reddettiği Marksizmi adeta doğrulamak üzere elinden ne geliyorsa onu yapıyor, yıllardan beridir ve halen.
Sınıflar gerçeğini atlayan liberal strateji
İmralı teslimiyetiyle birlikte yaşanan temelli değişim, Kürt hareketinin devrimci döneminde formüle ettiği stratejinin tersyüz edilmesi anlamına geliyor. Devrimci stratejide emperyalistler ve sömürgeci burjuvazi düşman, dolayısıyla alt edilmesi gereken hedef güçlerdi. Yeni “demokratik cumhuriyet” çizgisinde ise emperyalistler çözüm etkenidir ve sömürgeci burjuvazi sınırlı bir Kürt reformu çerçevesinde birleşip bütünleşilmesi gereken biricik muhatap güçtür. Eski stratejinin devrimci sınıf dinamikleri yeni stratejik çizgide ya artık tümüyle devre dışıdır (Türk işçileri ve emekçileri), ya da anayasal reformların gerçekleştirilmesi ve devletin uzlaşmaya zorlanması sınırları içinde kullanılması gereken bir kitle desteğinden ibarettir (genel olarak Kürt halkı). Ulusal sorun ile Kürt emekçilerinin sınıfsal çıkar ve özlemleri kategorik olarak birbirinden koparılmış, ikincisi tümden bir yana bırakılmıştır. Devrime ve sosyalizme cepheden açılan ideolojik savaşın Kürt emekçileri için pratik anlamı ve sonucu bu olmuştur. Liberal bir ulusal burjuva program içinde emekçilere bundan daha öte bir rol zaten düşünülemezdi.
Demokratik cumhuriyet programı ve çizgisi herhangi bir sınıf tahliline ve dolayısıyla sınıf mevzilenmesi planına dayanmıyor. Çünkü Abdullah Öcalan’nın “yeni sistem”inde sınıflar tümden reddedilmese de sınıf ilişkilerine ve dolayısıyla mücadelelerine esasa ilişkin bir rol yüklenmiyor. Bu “yeni sistem”de tarihin akışı sınıf mücadeleleri ile değil fakat zihniyet mücadeleleri ile izah ediliyor. Türkiye’de demokrasi sorununun ve onun bir parçası olarak Kürt sorununun çözümüne de buradan bakılıyor. Bu bakış içinde demokrasinin gerici engeli ya da tersinden onu gerçekleştirme devrimci dinamiği olarak sınıflar yoktur. Hesaplar ve çözüm planları sınıf ilişkileri ve mücadeleleri eksenine değil fakat egemen zihniyetin alt edilmesi ve yerine yeni bir zihniyetin geçirilmesi umudu ve çabası üzerine oturtuluyor.
Kuşkusuz bu ne ideolojik naiflikten ve ne de sınıfsal körlükten dolayıdır. Tersine, burada açık bir sınıfsal mantığa oturan son derece bilinçli bir ideolojik tutum sözkonusudur. Demokrasi sorunu ve mücadelesini sınıf ilişkileri ve mücadeleleri olgusundan koparan tutumun gerisinde, Kürt hareketini devrimden ve devrimci sınıf mücadelesinden koparan, Kürt sorununun çözümünü Türk burjuvazisiyle yakalanacak bir uzlaşma zemininde ele alan, bu temel üzerinde onunla barışıp bütünleşmeyi stratejik temel kaygı haline getiren o aynı bütünsel yaklaşım vardır.
Hiç değilse resmi söylem planında henüz devrim kampında göründüğü bir dönemde Abdullah Öcalan, Kürt sorununu Türk devletiyle de Türk halkıyla da çözmeye hazırım diyordu. Bu düzenle barışmaya da düzeni aşmaya da (devrime de) varım anlamına geliyordu. Şimdi artık bu söylenmiyor, söylenemiyor; çünkü devrim, devrim hedefine dayalı sınıf mücadelesi, “yeni sistem”in mantığı içinde kategorik olarak reddedilmiş bulunuyor. Türk burjuvazisi ve devleti Kürt sorununda çözümün de çözümsüzlüğün de artık alternatifsiz muhatabı durumundadır Abdullah Öcalan için. Kitaplarında tüm çabasını Türk burjuvazisiyle/devletiyle varılacak bir çözüm üzerinde yoğunlaştırıyor, tüm argümanlarını ve kanıtlarını bu doğrultuda kullanıyor. Bunun karşısına ise çözümsüzlük, kaos, karmaşa, yıkım, halkların boğazlaşması, emperyalistlere alet olma türünden felaket senaryolarını koyuyor. Bunların kendisini gerisin geri burjuvaziyi sınırlı bir çözüme olsun razı etmenin argümanları olarak kullanıyor. Fakat tam da bu yaklaşım, Kürt sorununda devrimci çözüm alternatiflerini kategorik olarak dışlayan bu tek yanlı liberal burjuva tutum, burjuva düzenin çözümsüzlükte ayak diremesi durumunda, ki mevcut durum halen budur, bu çözümsüzlüğün olduğu kadar bunun ürünü her türden olumsuz gelişmenin de dolaysız sorumluluğunu peşinen üstlenmek anlamına geliyor.
Demokrasi sorunu ve “Kürt reformu”
Abdullah Öcalan, zihniyet değişimi mücadelesinin bir gereği olarak, savunma kitaplarında burjuvazi adına Türkiye’yi yönetenleri ikna etmek için olağanüstü bir çaba harcıyor. Bunun için bir yandan korkulara, öte yandan emperyal heveslere hitap ediyor. İlki kapsamında Güney Kürdistan’daki gelişmeler, bununla bağlantılı olarak ABD ve İsrail’in Kürt politikası, bunun Türk burjuvazisi için yaratacağı göğüslenmesi zor sıkıntılar işleniyor (ve bu dikkate değer bir başarıyla da yapılıyor). İkincisi kapsamında ise Kürt sorununu çözmüş ve böylece Kürtlerin desteğini arkasına almış bir Türkiye’nin tüm öteki sorunlarını kolayca çözeceği, AB’ye engelsizce girmekle kalmayıp Ortadoğu ve İç Asya’da da lider ülke olarak sivrileceği fikri işleniyor.
Bu iki yönlü çabanın yöneldiği ortak amaç, Türk burjuvazisini sınırlı bir Kürt reformuna ikna etmektir. Abdullah Öcalan sosyalizme karşıtlık içinde ve ona bir alternatif olarak demokrasinin bolca sözünü etse de, Türkiye özgülüne indiğinde genel bir demokrasi reformundan çok salt bir Kürt reformu üzerinde durmaktadır. Ona göre Türkiye’nin AB reformları kapsamında bir “demokratikleşme hamlesi” zaten vardır; fakat o bunu bir Kürt reformuyla birleştiremediği için bu hamle boşa çıkmakta, umulan yararları sağlayamamakta ve istenilen sonuçları yaratamamaktadır.
Gerçekle ilgisi olmayan bu iddianın gerisinde, gerçekte Kürt sorunu ile Türkiye’nin genel demokrasi sorununu birbirinden koparmak vardır. Bu, İmralı çizgisinin Kürt halkının özgürlük mücadelesini sakatladığı, onu gerçek toplumsal müttefiklerinden kopardığı en temel noktalardan biridir. Demokratik cumhuriyet stratejisi, ısrarla yinelenen genel iddianın aksine, Kürt sorununu Türkiye’nin genel demokrasi sorunundan koparmaktadır. Demokrasi sorununu sınıf ilişkileri ve mücadelesi içinde ortaya koymaktan kaçınmanın, bu çerçevede sınıfsal dinamikleri belirgin bir tutumla dışlamanın, Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerinin ve onların bir parçası olarak Kürt emekçilerinin sınıfsal nitelikteki temel demokratik istemlerini suskunlukla geçiştirmenin gerisinde bu var. Kürt halkının ulusal demokratik istemleri ile Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerin temel demokratik istemleri ve özlemleri arasında açık bir bağ kurmamanın, bunları aynı bütünsel demokrasi mücadelesinin ayrılmaz öğeleri olarak ele almaktan kaçınmanın gerisinde de bu var.
(Devam edecek...)
(Kızıl Bayrak, 2005/35, 24 Eylül 2005)