İran sınırına duvar ve Kürt sorunu - D. Yusuf

Kürt sorunu bir sınır güvenliği sorunu olmayıp, toplumsal-siyasal bir sorundur. Türkiye denen siyasi coğrafyanın temel toplumsal sorunlar bütünün parçası önemli bir sorundur. Sorun bu bütünlük içinde ele alınmalı ve toplumsal sorunların çözümünün yegane aracı olan toplumsal devrimle çözüleceğine inanılmalıdır.

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Güncel
  • |
  • 21 Mayıs 2017
  • 17:16

Türk sermaye devleti, Rojava sınırına ördüğü duvarın ardından şimdi de İran sınırına duvar örmeye hazırlanıyor. İlk elden Ağrı ile Iğdır arasında 144 kilometre uzunluğunda bir duvar örülmesi planlanıyor. Yapılan açıklamaya göre, kısa süre zarfında yapımına başlanacağı söylenen yeni duvar “yeni güvenlik önlemleri” çerçevesinde devreye sokuluyor.

Hatırlanacağı üzere, Türk sermaye devleti, Rojava özerk oluşumundan duyduğu korku ile, daha önce Suriye sınırında 700 kilometrelik bir duvar ve tel çekme çalışması yapmıştı. Bu duvar Hatay’dan başlayıp, Derik’e kadar uzanıyor. “Türk Seddi” olarak isimlendirilen bu duvar, 8 bin 850 kilometrelik Çin Seddi ve 3 bin 500 kilometrelik ABD-Meksika sınırındaki duvarlardan sonra “dünyanın üçüncü uzun duvarı” özelliğini taşıyor.

Her ne kadar “terör”le gerekçelendirilse de Suriye sınırındaki duvarın da İran sınırına örülecek olanın da esas işlevi bellidir. Kürtlerin Rojava ve Rojhilat-Doğu Kürdistan’daki Kürt kardeşleri ile, aynı anlama gelmek üzere Kuzey Kürdistan’ın diğer parçalarla bağlantısını koparmak hedeflenmektedir. Ayrıca belirtmek gerekir ki güvenlik yalanı ile alelacele devreye sokulmak istenen bu “yeni güvenlik önlemleri”nin, zamanlaması da dahil, şaşılacak hiçbir yanı bulunmamaktadır.

 

İnkar, asimilasyon, kirli savaş ve soykırım politikası devam ediyor

Türkiye’nin en temel sorunlarından biri olan Kürt sorunu ne zaman tüm yakıcılığıyla kendisini ortaya koymuşsa, anında burjuva cumhuriyetin klasik yalana dayalı inkar, asimilasyon, savaş politikaları ve bunun dolaysız ifadesi olan kanlı icraatları ile karşılanmıştır.

Oysa Kürt sorunu kendisini tüm yakıcılığıyla dışa vuran ve çözümünü dayatan ulusal bir sorundur. Kürt halkı cephesinden hiçbir keyfi ve haksız dayatma söz konusu değildir. Hiçbir ayrıcalık talep edilmemiştir. İstenen, Kürt ulusunun bir ulus olmaktan kaynaklı son derce doğal ve meşru temel ulusal haklarının, en başta da kendi kaderini tayin etme hakkının tanıması, bir başka ulusun, demek oluyor ki Türk ulusunun kimliği ile değil, kendi kimliği ile ve Türk ulusu ile aynı eşit haklara sahip olmasıdır.

Bırakalım temel ulusal haklarının tanınmasını, sömürgeci sermaye devleti Kürtlerin varlığını dahi tanımamıştır. Anında cumhuriyetin yalana dayalı inkar politikasını devreye sokmuştur. Ona göre Misak-ı Milli sınırları içinde Kürt diye bir ulus yoktur. Türkiye’de sadece Türk ulusu yaşamaktadır. Devlet kurma ve egemen olma hakkı sadece ve sadece Türk ulusuna aittir. Türk ulusu ise Kürt denilenlerin de içinde yer aldığı tüm anasır-ı islamiyeden müteşekkil bir topluluktur. Keza, uzun yıllar boyunca Kürtçe diye bir dil de yok sayılmaktaydı.

Türk sermaye devleti, cumhuriyetin başlangıcından bugüne dek ısrarla savunulan bu tümüyle yalana dayalı tezlere sözde bilimsel bir nitelik kazandırmak için her türlü kirli yol ve yönteme başvurmuştur. Tarihin en kaba ve en aşağılık biçimde tahrifatından ibaret olan, 1930’lu yılların baştan sona ırkçı Türk Tarih Tezi ve aynı zaman dilimi içinde ileri sürülen Güneş Dil Teorisi bunun en somut ve ibret verici ifadesi olmuştur.

Bu tümüyle yalana dayalı inkar politikasının ürünü ve ifadesi tezlerin temel hedefi, Kürtlerin ulusal demokratik hakları için çeşitli dönemlerde başvurdukları isyan ve ayaklanmaları bastırmakta, tarihin en acımasız soykırımlarına bile rahmet okutan kanlı icraatlarına dayanak yaratmaktır. Bu ayaklanmalara karşı devreye soktukları tenkil ve tedip politikalarını haklı ve meşru göstermektir. Hiç kuşkusuz, sermaye devletinin ve gelmiş geçmiş tüm cumhuriyet hükümetlerinin önlemleri bunlarla sınırlı kalmamıştır.

Kürt ulusal gerçeği kabul edilmeyince, doğal olarak sorunun adı da doğru konmamıştır. Onlara göre sorun bir güvenlik sorunudur, dolayısıyla da devletin bütünlüğüne yönelik bir sorundur. Bir iç sorundan ziyade, Türk varlığı ve devletine düşman dış güçlerin kışkırtması, kökü dışarıda bir sorun olarak tanımlanmıştır. Dolayısıyla buna karşı soykırım da dahil her türlü önlemi almak devletin en doğal ve en meşru hakkı sayılmaktadır.

Elbette ki, başvurulan önlemlerde de, gerekçelerde de bir çeşitlilik vardır. İş katliamlar ve soykırımlarla kalmamıştır. Bu katliamlara haklılık ve meşruiyet zırhı kazandırmak maksadıyla, Takrir-i Sükun, Tunceli Kanunu, Mecburi İskan Kanunu gibi, ancak sömürgelerde rastlanılabilecek son derce olağanüstü nitelikte özel yasalar çıkartılmıştır. Katliamların gündemde olduğu dönemlerde söz konusu bölgeler olağanüstü yasalarla ve bu yasaları son derce keyfi ve kuralsız biçimde kullanan, bu konuda sınır ve ölçü tanımayan Aptullah Alpdoğan türü “Özel Valiler”le yönetilmiştir. Eşkıya denilenlerin alelacele yargılanıp idam edilmeleri için Devlet Güvenlik Mahkemeleri’ne rahmet okutan İstiklal mahkemeleri adlı özel mahkemeler kurulmuştur. Mecbur-i İskan Kanunu’na dayanılarak on binlerce insan Türkiye’nin en ücra köşelerine sürgün edilmiş, yıllarca kendi eski yurtlarına dönüşleri yasaklanmıştır. Yaşadıkları toprakların büyük bölümü ise, yasak bölgeler sayılmıştır. Jandarma zulmü, karakol dayağı vakayı adliyeden sayılmıştır.

Diğer yandan da sistemli ve acımasız bir asimilasyona başvurulmuştur. Kentlerin, köylerin, insanların adları Türkçe olarak değiştirilmiştir. Kürdistan’ın dağına taşına “Önce vatan” yazdırılmış, “Vatandaş Türkçe Konuş” gibi direktifler verilmiştir. Uygarlaştırma ve eğitim seferberliği aşağılık yalanı ile her yerde ilkokullar, yatılı bölge okulları ve öğretmen okulları açılmıştır. Öğretmen okullarının ilk mezunları Kemalizm’in ve burjuva cumhuriyetin misyoneri olarak yetiştirilip, isyan bölgelerine gönderilmiştir. Okullarda her gün “Türküm, doğruyum” diye başlayıp, “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” diye biten ırkçı antlar okutulmuştur. Her hafta sonu ve hafta başı Türk bayrağı göndere çektirilmiş, devletin milliyetçi-şoven İstiklal Marşı söyletilmiştir. Resmi bayramlarda Ey Türk Gençliği hitabesi okutulmuştur. Resmi tarihte ne varsa, çocuk beyinlere şırınga edilmiş, kendilerini inkar etmeleri için ne gerekiyorsa her şey yapılmıştır.

Kürdistan cumhuriyet politikaları gereği kasıtlı olarak uzun yıllar boyunca ekonomik ve sosyal geriliğe mahkum edilmiştir. Yakın döneme kadar fabrika, işyeri vs.den eser yoktur. Kürt halkı çıplak zor ve dayanılmaz baskıların yanı sıra, yokluk ve yoksullukla boğuşmaktadır. Bir kısmı Türkiye’nin büyük kentlerine mevsimlik işçilik yapmaya gider. Özellikle sınır boylarındaki kentlerin Kürtleri ise, kaçak ticareti yapmaya mecbur bırakılır. Hem sınırın bir karış ötesindeki akrabalarını görmek ve hem de bu arada birkaç ürün alıp satarak geçimini sağlamak maksadıyla kaçakçılık yapar. İşte tam da burada mayın tarlaları ve sınır karakolları devreye girer. Her köyden kaçakçılar mayın tarlalarından geçer, kimisi ağır biçimde yaralanır ya da yaşamını yitirir. Bu adeta onların kaderi olur. Ancak bununla da kalmaz General Mustafa Muğlalı’lar türer, Kürtler taranırlar, 33 kurşun sıkılarak katledilirler. Roboski örneği gibi katliamlara uğrarlar.

Kürtlere dönük önlemler içeri ile sınırlı kalmaz, sınır ötelerine de taşar. Kimi zaman mayın döşemedir bu, kimi zaman kaçakçılarla yapılan silahlı çatışmalardır. Kimi zaman sınırdan geçemeye çalışan devrimcilere dönük infazlardır. Kimi zaman Güney Kürdistan’daki Molla Mustafa Barzani hareketi ile ilişkili Kürdistani parti ve örgütlere dönük operasyonlar ve tutuklamalardır. Bölgenin diğer sömürgeci devletleri, yani Irak, Suriye ve İran ile Kürtlere karşı karanlık ve kirli tarihsel ittifaktır. Kimi zaman da Musul ve Kerkük üzerinde tarihsel hak iddiasıdır.

Türk sermaye devleti dün de bugün de Kürt ulusal gerçeğini ve Kürt sorunu gerçeğini kabul etmemeyi kendi ulusal ve devletsel çıkarları ve geleceği bakımından bir varlık yokluk sorunu olarak görmüştür. O bu gerçeği tanımaya ve gereğini yapmaya muktedir değildir. Onun bu konudaki yegane politikası, tüm bu önlemlerde ve bu önlemlerin dolaysız ürünü olan bugüne kadarki kanlı icraatlarda ifadesini bulan inkar, asimilasyon ve her defasında toplu imhalarla sonuçlanan saldırı ve savaş politikalarıdır. Nedir ki tüm bunlar boşunadır. Devletin baskı ve zorbalığı, Kürt sorunu konusundaki çözümsüzlük ve çaresizliğinin en iyi anlatımıdır. Nihayetinde bir işe yaramamıştır.

 

Kürt sorunu bir güvenlik sorunu olmayıp, toplumsal-siyasal bir sorundur

Sömürgeci Türk sermaye devletinin, sözü edilen politikalarda, bunların ifadesi önlem ve icraatlarda bir sonuç alamadığı bilinmektedir. Cumhuriyetin kuruluşunun hemen akabinde peş peşe büyük katliamlar yapmıştır. 1946’lara gelindiğinde, Kürtlerin üzerine beton döktüğünü söyleyip, sorunu çözdüğünü sanmıştır. Ne var ki kökü derinlerde bu toplumsal-siyasal sorun 60’lı yıllarda, üstelik bu kez, Kürt alt sınıflarının hareketi olarak yeniden sermaye devletinin karşısına çıkmıştır. 70’li yıllarda daha bir gelişip serpilmiş, kendisini kendi mecrasında ve ayrı olarak ifade eder hale gelmiştir. 80’li yıllar bir başka dönemdir. Kürt ulusal enerjisi PKK tarafından 84’lerde açığa çıkartılmış, mücadele bir ulusal patlamaya dönüşmüştür. Cumhuriyet tarihi boyunca başvurulan tüm önlemler, hem de daha büyük güçlerle, daha etkili ve acımasız yöntemlerle ve emperyalizmin açık desteği ile devreye sokulmasına rağmen, yine sonuç alınamamıştır. Sorun, çözülmek şurada kalsın, daha bir yakıcı hale gelmiştir. Çözümsüzlük daha da derinleşmiştir. Kürt ulus gerçeği devletin sözcülerince bir “realite” olarak kabul edilir hale gelmiştir.

Gelinen yerde ise Kürt sorunu artık bir bölge sorunudur. Kürdistan’ı dört parçaya bölen sınırlar Kürt ulusal mücadelesinin de katkısı ile delik deşik olmuştur. Kürt sorunu büyümüş, tüm yakıcılığı ile hem bölgenin sömürgeci devletlerine ve hem de gerisindeki emperyalistlere çözümünü dayatmaktadır. Kürt hareketi etkin bir konum kazanmış, bölgenin yeni müdahil gücü olmaya doğru seyretmektedir. Kürtler sürekli yeni kazanımlar elde etmektedir. Güney’deki federe devlete şimdi bir de Rojava özerk yönetimi eklenmiştir ve adeta tanınmayı beklemektedir. Sermaye devleti tüm dikkatini sınır ötesine, eşdeyişle Rojava’ya yoğunlaştırmasına, sahadaki IŞİD ve benzeri cihatçı çetelerle kirli ittifak halinde sürdürdüğü saldırı ve kirli savaşa rağmen hala bir sonuç alamamış bulunuyor. Kürt sorununu merkeze koyan saldırı ve savaş politikaları her defasında iflas ediyor. Fakat yine de bu politikada ısrar ediliyor. Yerinde bir ifade ile, günümüzde Türk sermaye devletinin elinde Kürt düşmanlığından, sivri ucu Kürtlere dönük saldırganlık ve savaş politikalarından başka bir önlem kalmamıştır. Buna adeta mecbur ve mahkumdur.

Suriye sınırında yükselttiği duvardan sonra, bu kez de İran sınırında inşa edeceğini açıkladığı duvara gelince, bu da öncekiler gibi beyhude bir çabadır. Son bir çırpınışın unsurlarından biridir sadece, Kürt sorunu bu ve bugüne dek başvurulan önlemlerle, saldırı ve savaş politikaları ile çözülmemiştir, bu aynı önlemlerle çözülemeyecektir.

Kürt sorunu mayın tarlalarının, Roboski türü katliamların, sınır boylarında Çin Seddi misali uzun ve yüksek duvarların, ha bire inşa edilen karakol ve kalekolların, özyönetim bahanesi ile Kürt kentlerinin yakılıp yıkılmasının, yüzbinlerin mecburi göçe zorlanmasının, toplu imhaların, tıklım tıklım dolan hapishanelerin, kitlesel gözaltı ve tutuklama terörünün, canlı yayınla gösterilen yargısız infazların, kayyum yolu ile belediyelerin gasp edilmesinin, Kürt milletvekillerinin tutuklanmasının, histerik linç girişimlerinin, sınır ötesi Cerablus seferi gibi seferlerin çözebileceği bir sorun değildir. Bunlar olsa olsa sorunu daha da ağırlaştıracaktır, daha karmaşık hale getirip, daha yakıcı biçimde sermaye devletinin önüne koyacaktır.

Bir kez daha, Kürt sorunu bir sınır güvenliği sorunu olmayıp, toplumsal-siyasal bir sorundur. Türkiye denen siyasi coğrafyanın temel toplumsal sorunlar bütünün parçası önemli bir sorundur. Sorun bu bütünlük içinde ele alınmalı ve toplumsal sorunların çözümünün yegane aracı olan toplumsal devrimle çözüleceğine inanılmalıdır. Bu, Türkiye ve bölge koşullarında birleşik sosyalist bir devrim demektir. Böylesi bir devrimin tek muhatabı ise tüm uluslardan Türkiye işçi sınıfıdır. Kürt sorunu tüm kapsamı ve tüm yakıcılığı ile çözülmek üzere Türkiye işçi sınıfı ve sınıf devrimcisi komünistlerin önünde durmaktadır.