Sermaye düzeni yeni bir referandum sürecine girmiş bulunuyor. Referandumda kabul ettirilmek istenen yeni anayasa ile nasıl bir sistemin hedeflendiği komünist basında işleniyor. Burada hedeflenenin ne olduğundan çok referandum sürecinde alınacak politik tutumun özü ile nasıl bir çalışma yürütülmesi gerektiğini ele alacağız.
Geçmiş seçim-referandum süreçlerindeki perspektif yazılarımızda da sıklıkla vurgulandığı gibi, böylesi süreçler işçi sınıfı ve emekçi kitlelerde kendi kendini yönettiği yanılsamasının yaratılması açısından burjuvazi için son derece etkili bir araçtır. Sınıf iktidarı gerçekliğinin üstünün örtüldüğü, sınıf karşıtlıklarının gizlendiği ve toplumda herkesin yönetimde kullandığı oy sayesinde söz sahibi olduğu hayallerinin yayıldığı süreçlerdir.
Bununla beraber, kitlelerin olağan süreçlere nazaran politize olduğu bu dönemler, sınıflar mücadelesinin ihtiyaçlarına yanıt verilebilecek şekilde marksist-leninist ideoloji ışığında değerlendirilmelidir. Tüm seçim çalışmalarımızda vurgulandığı üzere, burada aslolan kapitalist sömürü düzenini teşhir etmek, kalıcı kurtuluşun devrim ve sosyalizmde olduğunu geniş kitlelere maletmek çabasıdır. Düzeni aşan bir perspektifle yürütülmeyen seçim-referandum faaliyeti özü itibariyle kitlelerde düzene bel bağlayan sahte umutlar ve hayaller yaratarak burjuvaziye hizmet edecektir. Tam da bu sebeple mesele, seçimlere-referanduma katılıp katılmamak değil, bu süreçlerin devrimci iktidar perspektifi ile değerlendirilip değerlendirilmediğidir. Burada devrim-reformizm ayrımı hayati bir önem taşımaktadır. Aradaki kalın çizgiye döne döne vurgu yapmak ve örülen faaliyetin muhtevası ve bağlandığı yer (burjuva parlamentarizmi mi, düzeni aşan devrimci iktidar perspektifi mi) tayin edici halkadır.
Bugün gündemde olan referandum ile kabul ettirilmek istenen anayasa değişikliği, mevcut haliyle dahi fazlasıyla eksik-güdük olan, çoğunlukla kağıt üstünde kalan, işçi sınıfı ve emekçilerin lehine ne varsa ortadan kaldırmanın ilk adımlarıdır. Referandum sonrasındaki yönetim biçimi zaten alabildiğine daralmış soluk borularını da tıkayarak, hiçbir siyasal özgürlüğün olmadığı koşullarda sömürü düzenine biat etmeyi tümüyle çıplak zor ile dayatacaktır. 15 Temmuz sonrasındaki OHAL süreçlerinde yaşatılanlar, referandumdan “Evet” çıktığında yaşanacak olanlara ışık tutmaktadır.
“En yetkin, en gelişmiş burjuva devlet tipi, parlamenter demokratik cumhuriyettir.” (Lenin, Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü, s. 67, Sol Yayınları, 4. baskı)
“Türkiye gibi orta düzeyde gelişmiş kapitalist devletlerde parlamento olsa da ‘demokratik cumhuriyet’ten söz edilemez. Zira bu parlamentolar ihtiyaç duyulduğu anda bir general ya da despot bir başkan tarafından devre dışı bırakılabilir. Tıpkı 12 Mart, 12 Eylül faşist darbeleri, AKP’nin hezimete uğradığı 7 Haziran seçimlerinden sonra olduğu gibi. Bu tür ülkelerdeki demokratik kazanımlar sınıflar mücadelesinin seyrine bağlı olarak kimi dönemler kısmen genişlese de her zaman azgın bir devlet terörü ile törpülenir. Egemenler arası çatışma şiddetlendiğinde ise burjuva muhalefet bile sindirilir. Son yıllarda Türkiye’de olduğu gibi.” (Burjuva Diktatörlüğünün Yönetim Biçimleri; Kapitalist Devlete Farklı Kılıflar, Sosyalizm İçin Kızıl Bayrak, 23 Aralık 2016, s.13)
Bu iki alıntının ışığında referandum tartışmaları kapsamında altı çizilmesi gereken nokta şudur; her türlü güdüklüğüne rağmen insanlığın belirli tarihsel süreçlerin ardından geldiği nokta açısından tarihin tekerleğini Ortaçağ karanlığına döndürmeye çalışan gerici saldırılara elbette karşı durulacaktır. Ancak marksist-leninistlerin muhalefeti bu sınırlarda kalamaz. Talep ve istemler formüle edilirken, bugünden geçmişe değil, geleceğe bakarak hareket edilir.
Demokrasi mücadelesine yaklaşım
Kapitalist düzende demokrasi mücadelesinin nasıl ele alınacağı geçmişten bugüne temel önemde bir sorun alanı olmuştur. Devrimci demokrat akımların ideolojik anlamda en zayıf olduğu alan, deyim yerindeyse yumuşak karnı demokrasi mücadelesinin ele alınışında düzenin ufkunu aşamayan bakıştır. ‘80’li yıllardan günümüze devrimci akımların tasfiyeci rüzgârlara kapılıp gitmesinde demokrasi sorununa ilişkin çarpık yaklaşımların ve köklü önyargıların hatırı sayılır bir payı vardır.
Demokrasi sorununun ele alınışında; “Meselenin can alıcı noktası hiç de demokrasi mücadelesinin önemi değil, nasıl ele alınacağıdır. Nasıl ele alınacağı sorunu da nasıl bir toplumda, hangi temel sınıf ilişkileri içerisinde yaşandığı sorunuyla sıkı sıkıya bağlantılıdır” (H. Fırat )
Lenin’in aşağıdaki sözleri ise, demokrasi mücadelesini nasıl ele almak gerektiğini en özlü bir biçimde ortaya koymaktadır:
“İnsan, demokrasi için mücadele ile sosyalist devrim için mücadelenin, birincisini ikincisine bağımlı kılarak, nasıl birleştirileceğini bilmelidir. Bütün güçlük burada yatıyor; meselenin bütün özü buradadır... Ben derim ki; esas şeyi (sosyalist devrimi) gözden kaçırma; bütün demokratik talepleri koy ama bunları sosyalist devrime bağımlı kıl, onunla uyum içinde düzenle (...), ve esas şey için mücadelenin, kısmi bir şey için mücadeleyle başlamış olsa bile alevlenebileceğini akılda tut. Kanımca, meselenin sadece bu şekilde anlaşılması doğrudur.” * sözleri “demokrasi sorununun marksist çözümü, proletaryanın, burjuvazinin devrilmesini ve kendi zaferini hazırlamak üzere, bütün demokratik kurumları ve bütün özlemleri kendi sınıf savaşımında seferber etmesidir”
Demokrasi sorununun ele alınışının seçim-referandum süreçlerinde alınan politik tutumlara yansımaları
Demokrasi sorununun nasıl ele alınıp formüle edildiği ile seçim-referandum süreçlerinde alınan tutumlar birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Birincisine nasıl bakıldığı ve ele alındığı ikincisindeki politik tutumu da doğrudan belirlemektedir. Düne kadar seçimleri boykot etmenin tek devrimci tavır olduğunu savunan devrimci demokrat akımların seçimlere katıldıklarında liberal-reformistlerle aynı kulvarda buluşmaları rastlantı değildir. Özellikle müzmin boykotçuluk bir kenara bırakıldığında bu durum daha da belirginleşmektedir. Demokrasi mücadelesinin ele alınışında burjuva düzen ufkunu aşan bir bakıştan yoksunluk, seçim süreçlerinde de düzeni aşan devrimci perspektiften yoksunluk olarak kendini ortaya koymaktadır. Tersinden demokrasi mücadelesi devrim-sosyalizm hedefine bağlanarak düzeni aşan bir bakışla ele alınıyorsa, seçim süreçlerinde de aynı devrimci bakış hayat bulmakta, seçimlerden devrimin çıkarları doğrultusunda yararlanılmaktadır.
Komünistler bu süreçlere devrim-sosyalizm çağrılarını yükseltmek, kapitalist sömürü düzenini kitlelere teşhir etmek ve nihayetinde devrimci sınıf iktidarı mücadelesinin manivelası haline getirmek için katılırlar. ‘90’lı yıllardan günümüze bu leninist çizgi pratikte varedilmiştir.
2017 referandumu için tutumlar hemen hemen netleşmiştir. Düzen solundan sağ partilere, liberal reformist akımlara geniş bir yelpaze bu süreçte ‘Hayır’ tavrını benimsiyor. Komünistler de referandumda ‘Hayır’ diyorlar. Elbette her siyasal partinin aldığı tutum temsil ettiği sınıfın çıkar ve kaygılarını yansıtıyor. Burjuva düzen partileri mevcut düzenin bekası ve temsil ettikleri kesimlerin kaygıları gereği ‘Hayır’ demekte, işçi sınıfı ve emekçi kitlelerde milliyetçi şoven duyguları körükleyerek gerici bir referandum çalışması yürütmektedirler. Liberal-reformist akımlar ise, ufukları burjuva demokrasisinin ötesine geçemediğinden düzen sınırlarında bir itirazla yetinmektedirler. Devrimi-sosyalizmi temsil eden komünistler ise sömürü düzeninin teşhirini yaparken, gerçek kurtuluşun kapitalist sömürü düzeninden kurtulmakla mümkün olacağını ortaya koymakta, acil demokratik talepleri bu hedefe bağlayarak formüle etmekte, düzen içi yanılsamalara karşı mücadeleyi esas almaktadırlar.
Bir kez daha vurgulayalım ki, devrimi-sosyalizmi temsil eden komünistlerin ‘Hayır’ diyerek düzen partileri ve liberal-reformist akımlarla aynı kulvara düşmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Nasıl ki seçimlerde “Bağımsız sosyalist adaylara oy verin!” çağrısını “Düzen partilerine oy verme hesap sor!” çağrısıyla birleştirip, tek kurtuluşun kapitalizmi tarihin çöplüğüne gömmekten geçtiğini vurguluyorsak; gündelik siyasal faaliyetimizde mevcut yasalarda yer alan hakların daha da geliştirilmesi uğruna mücadele çağrısı yaparken, bu hakların sınıf mücadelesinin tarihsel kazanımları olduğunun ve sınıflar mücadelesinin seyrine göre genişletilebildiğinin ya da tırpanlandığının ve kalıcı çözümün kapitalist sömürü düzeninden kurtulmakla mümkün olduğunun propagandasını yapıyorsak; şimdi de referandumla kabul ettirilmek istenen, siyasal özgürlüklerin tamamen ortadan kaldırılacağı sisteme elbette ‘Hayır’ diyeceğiz. Tabii ki dar sınırlarda ‘Hayır’a sıkışıp kalmadan, devrimci alternatife döne döne işaret edeceğiz.
Liberal-reformist akımlar ile uzun zamandan beri HDP çatısı altında hareket eden ve hâlâ da komünist olduklarını iddia eden örgütlerin ‘Hayır’ı gerekçelendirmeleri son derece sığ ve düzen içi bakışın tezahürüdür. Dünün devrimci demokrat akımlarının geldiği yer, seçimlerde parlamenter hayaller yaymak, referandum sürecinde Cumhuriyet gazetesi sınırlılığında ‘Hayır’ demenin ötesinde bir şey söylememek olmaktadır.
Buraya kadar ifade ettiklerimiz ışığında diyebiliriz ki, seçim-referandum süreçleri üç saç ayağı üzerine inşa edildiğinde devrim-sosyalizme hizmet etmiş olacaktır. a) Kapitalist sömürü düzeninin ve onun temsilcisi burjuva partilerin teşhiri, b) Toplumsal sorunların düzen sınırlarında çözülemeyeceği, kısmi reformların da esasında sınıf mücadelesi sayesinde mümkün olabildiği, mücadelenin zayıflamasıyla ortadan kaldırılabileceği, bu yanıyla iğreti ve geçici olduğu, c) Tüm toplumsal sorunların kalıcı ve gerçek tek çözüm yolunun devrim olduğu...
Seçim-referandum süreçleri siyasal akımların gerçek konum ve kimliklerinin belirginleştiği dönemlerdir. Bu referandum sürecinde ‘Hayır’ı ve sınırlı demokratik talepleri dillendirmekle yetinen, yayınlarında düzene karşı devrim alternatifini ortaya koyamayan geleneksel akımlar ile komünistlerin arasındaki ideolojik-stratejik uçurum gündelik faaliyette ustalıkla ortaya konabilmelidir.
Özgür Karagöl
Tekirdağ 2 Nolu F Tipi Hapishanesi
* Lenin, İnessa Armand’a Mektup’tan, Marksizmin Bir Karikatürü ve Emperyalist Ekonomizm, Koral Yayınları, s.109-110