Faşizme karşı “demokrasi ve özgürlük” deyince solda ve liberal reformist cenahta akan suların durduğu bir dönemin içindeyiz. Sermaye iktidarının çıplak egemenliği karşısında demokrasiye duyulan bu hayranlık, temelleri çok eskilere dayanan köklü bir gelenektir. Programatik bir temeli olan bu geleneğin temsilcisi durumundaki akımların tümünün ortak özelliği ise iktidar bilinci ve perspektifinden yoksunluktur. Dünün devrimci demokratik akımları, demokrasi sorununu iktidar sorunu olarak gördükleri durumda bile, burjuvazinin sınıf iktidarı koşullarında demokrasi sorununu liberal-reformist tarzda ele almanın ötesine geçemiyorlardı. Gelinen yerde “devrimci” kimlik yerini “demokrat” bir kimliğe bıraktığı için demokrasi artık idealleştirilmiş ve stratejik bir hedef haline gelmiş bulunuyor.
Ufku burjuva demokrasisini aşamayan “özgürlük” tutkunu sol akımların “Faşist diktatörlüğe”, “ileri faşizme”, “ön faşizm sürecine” “tırmanan faşizme”, “AKP faşizmine” ve dinsel gericiliğin karanlığına karşı “Demokratik Türkiye” ve “Demokratik cumhuriyeti” her derdin dermanı olarak gördüğü için bu “mutlu sona” ulaşma arayış ve çabaları da hız kazanmış bulunuyor. Bu doğrultuda atılan başka bazı adımların yanı sıra “demokrasi cephesi” ve “Demokrasi İçin Birlik” platformları bu çabaların aldığı somut biçimler oluyor. Bu girişimler “demokrasi güçleri birleşiyor”, “güçlü demokratik bir muhalefet odağı yaratılıyor” biçiminde belli umut ve heyecanlar da yaratmış bulunuyor.
Bunlardan biri olan “Demokrasi İçin Birlik” platformu, yaptıkları açıklamalar ve yayınladıkları deklarasyonla öteki tüm cephe ve birliklerin ve hemen tüm sol reformist akımların ortak fikir ve hedeflerini en özlü şekilde dile getirmiş bulunuyor. “AKP faşizmine” karşı demokrasiyi kazanmak için hemen tüm liberal, reformist odakların bir araya geldiği “Demokrasi İçin Birlik” platformunun bileşenlerini CHP, HDP, HDK, KESK, DİSK, TTB, EMEP, EHP, Halkevleri, Kaldıraç, SODAP, YSGP, Devrimci Parti ve kadın, LGBT, kent, ekoloji, insan hakları eksenli örgüt ve kurumlar oluşturuyor. İstisnalar hariç, adları burada geçmeyen öteki sol akımların da öncelikli hedefinin “Demokratik Türkiye” olduğu biliniyor.
CHP’nin yanı sıra içlerinde marksist oldukları konusunda kendi aralarında yarışanların da olduğu bu zengin ve renkli bileşim “Yeni bir umut ve güç merkezi ihtiyacını karşılamak” iddiasıyla kurdukları bu birliği “Türkiye’nin siyasal yaşamında yeni bir başlangıç” olarak tanımlıyorlar ve “Bu karanlık tabloyu değiştirmek, demokratik bir ülkede yaşayabilmek için Türkiye’de hukukun üstünlüğüne dayanan, çağdaş, çoğulcu ve katılımcı bir demokrasinin inşa edilmesine ihtiyaç vardır” tespitinde bulunuyorlar. Bu tespitten çıkardıkları politik hedeflerini ise “demokrasiden yana olan bütün güçleri bir araya getirerek laik, demokratik bir Türkiye yaratabilmek” olarak ilan ediyorlar. Evet, devrimci olma iddiasında olan solun ana gövdesiyle ulaştıkları stratejik hedef gerçekten de artık “Laik, demokratik Türkiye'dir.”
Denilecektir ki, bugünün Türkiye'sinde siyasal özgürlükleri ve demokrasiyi yok etmek, emeği daha ağır koşullarda sömürmek için çırpınan “AKP faşizminin” karanlığını püskürtmek, “demokrasi ve özgürlüğü” kazanmak yaşamsal değil midir? Dinsel gericiliğin karanlığı karşısında “laiklik” talep etmek, kanunsuzluğun, “tek adam diktatörlüğünün” karşısında “adaleti” savunmak, Kürt halkına karşı sürdürülen kirli imha savaşı karşısında “barış” talep etmek, ötekileştirilen, yok sayılan mezhep ve inançların temel haklarına sahip çıkarak, ayrımcılığın ve ırkçılığın ortadan kaldırılmasını, işçi sınıfı ve çalışanların zorlu mücadelelerle ve ağır bedellerle kazandığı “hakların” korunması ve geliştirilmesini, ağır sömürü ve çalışma koşullarının “hafifletilmesini” istemek kadar doğal ve meşru ne olabilir ki?
Tüm bu demokratik talepler uğruna mücadeleyi “Demokratik bir Türkiye”, “Demokratik bir cumhuriyetle” taçlandırmak neden yanlış olsun ki?
Elbette tüm bu demokratik reform taleplerini formüle etmekte yanlış olan hiçbir şey yoktur. Bunlar uğruna bugünden kararlı bir mücadele sürdürmek bir dizi şeyin yanı sıra geleceğin devrimci sınıf mücadeleleri için de zorunludur. Yanlış olan bunlar değil, yanlış olan kapitalist Türkiye’de demokrasi sorununun çözümünü, toplumsal devrim hedefi içinde ele almamak, onu kendi içinde amaçlaştırmaktır. Devrimci bir parti için aslolan ise, tüm temel demokratik haklar uğruna mücadeleyi burjuvazinin sınıf iktidarını devirme hedefine bağlamak, tüm demokratik kurum ve özlemleri bu uğurda seferber etmektir. Demokratik hak ve özgürlükleri başlıca amaç olarak değil, proletarya devriminin bir yan ürünü olarak ele almaktır.
Tarih iki demokrasiye tanıklık etmiştir.
Bugünün dünyasında ve Türkiye’sinde herkes demokrasi ve özgürlük istiyor, herkes bunun mücadelesini veriyor. Emperyalist yamyamlar bile ülkelere ve halklara karşı düzenledikleri barbar operasyonlarını “özgürlük, demokrasi ve adalet” isimleriyle yürütüyor. Çürümüş ve kokuşmuş diktatörlüklere, gerici ve faşist rejimlere karşı emekçilerin politik temsilcileri olma iddiası taşıyan sol akımlar da “özgürlük, demokrasi ve adalet” talep ediyor ve bunun mücadelesini veriyor. “Özgürlük ve demokrasi” kavramlarının emperyalist kapitalizm tarafından kirletildiği, kirli çıkar ve amaçlarının örtüsü olarak kullanıldığı biliniyor. Fakat bu aynı kavramlar sol tarafından sınıfsal içeriğinden koparılarak, emekçileri sahte umutlarla oyalamanın ve onları yanlış hedeflere yönlendirmenin ve tam da bundan dolayı burjuvazinin sınıf egemenliğini pekiştirmenin bir aracı haline getiriliyor.
Dolayısıyla hangi sınıfın demokrasisi için mücadele edildiğini net olarak ortaya koymak, devrimci siyasal mücadelenin geleceği bakımından özel bir önem taşıyor. “Ayrı ayrı sınıflar varolduğu sürece ‘ari demokrasiden‘ değil, ama yalnızca sınıfsal demokrasiden söz edileceği açıktır.“ (Lenin) Dolayısıyla genel olarak demokrasi ve genel olarak demokrasi mücadelesi liberal boş bir laf yığınıdır. “Bir liberalin genel olarak demokrasiden söz etmesi doğaldır. Bir marksist ise; ‘hangi sınıf için?‘ diye sormaktan hiçbir zaman geri kalmayacaktır.“ (Lenin)
Bu bakış açısı, burjuva diktatörlüğü koşullarında demokrasi mücadelesi söz konusu olduğunda bir devrimci ile bir liberal demokratı ve reformisti birbirinden ayıran temel tartışma ekseni ve temel ayrım çizgisidir. Kapitalist Türkiye’de demokratik ve politik özgürlükler uğruna mücadeleyi başlıca amaç olarak değil, sosyalist devrimin yan ürünü olarak ele almak, demokrasi sorununda devrimci kimliğe ve konuma sahip olmanın biricik ölçütüdür. Demokratik görevler sosyalist devrim programına bağlı olarak ele alınmaz ve çağdaş burjuva demokrasisinin karşısına ikirciksiz bir şekilde proletarya demokrasisiyle çıkılmazsa devrimci kimliği yitirmek ve burjuva düzene kapaklanmak kaçınılmaz olur. Ya burjuva demokrasisi ya da proletarya demokrasisi, ara yol yoktur. Çünkü, “Tarih, feodalitenin yerini alan burjuva demokrasi ile, burjuva demokrasinin yerini alan proletarya demokrasisini bilir“ (Lenin)
Burjuva demokrasisi, burjuva sınıf egemenliğinin -tabi işçi ve emekçilerin zorlu mücadeleleri sonucu ortaya çıkan- kendine özgü bir biçimdir. Türkiye toplumunun hiçbir zaman demokratik toplum yapısına kavuşmadığı gerçeğinden hareketle, böyle bir demokrasiyi amaçlamak, liberal demokratların politik platformu olabilir. Devrimci açıdan yapılması gereken, bütün demokratik talepleri eksiksiz olarak formüle etmek ve bunlar uğruna verilen mücadeleyi iktidarın proletarya tarafından ele geçirilmesi mücadelesinin zorunlu bir parçası olarak ele almaktır.
Faşizme karşı mücadele ve burjuva demokrasisi
Kimi sol akımlara göre on yıllardan beri Türkiye’de “faşist bir diktatörlük” rejimi var, kimine göre “tırmanan“, kimine göre “ileri” kimine göre de “açık” faşizm var vs. Herkesi kesen ortak eksen ve inanç ise, faşizmin giderek kurumlaştığı ve sürekli tahkim edildiği yönündedir. Dolayısıyla faşizm –burjuva demokrasisi ikilemi içinde sorunu ele almak ve faşizme karşı “düzenin demokratikleştirilmesini” amaç edinmek liberal reformizmin ortak platformudur.
Faşizm, sermaye diktatörlüğünün aldığı somut bir biçimdir. Faşizme karşı mücadeleden ne anlaşıldığı ve bunun nasıl ele alındığı ise temel önemde bir sorundur. Faşizme karşı mücadele, sermayenin egemenliğinde biçimsel değişiklikler yaratmaya indirgenemez. Tam tersine, faşizme karşı mücadelenin hedefi, sermayenin sınıf egemenliğine ve iktidarına son vermek olmalıdır.
Faşizm kapitalizmin öz be öz çocuğu olduğu için, faşizme karşı mücadele, kapitalizme karşı mücadelenin de ayrılmaz bir parçasıdır. Kapitalizmin aklanması sonucunu yaratan, burjuva iktidarın kendisini daha sağlam temeller üzerinde inşa etmesine hizmet eden bir anti-faşist mücadele anlayışı ve platformu liberal demokratizmin platformudur. Bu platformun tarihsel kökleri Komintern'in 1930’larda faşizme karşı izlediği çizgiye dayanır. Bu çizginin yarattığı sonuçlar ve yol açtığı ideolojik bozulmalar biliniyor. 1930’larda izlenen bu çizgi üzerinden dönemin komünist partileri savaş sonrasında burjuva hükümetlerde görev alarak kapitalist toplumun inşasına katıldı ve tam da bu yolla proletaryanın davasına ihanet edildi.
Bir ülkede faşizmin varlığı, o ülkedeki demokrasi ve özgürlükler sorununun kapsamını ve derinliğini anlatır sadece. Bu durumda tekelci burjuvazinin faşist siyasal sınıf iktidarı karşısına burjuva demokrasisi talebiyle çıkmak, devrim programını terk etmek, liberal reformist platforma düşmektir. Türkiye’nin tüm liberal ve reformist odaklarının yanı sıra -bir kaç istisna hariç- “devrimci” olmak iddiasında olanlar bile faşizme karşı işçi ve emekçilerin karşısına “Demokratik Türkiye” ve “Demokratik cumhuriyetle” çıkıyorlar ve bunu stratejik bir hedef olarak benimsemiş bulunuyorlar. Zira hemen hepsi de yılları bulan tasfiyeci sürükleniş içerisinde devrimci kimliği tüketerek ve bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak devrim ve sosyalizm programını terk ederek demokratlaştılar. Bugünkü faşist kudurganlık karşısında “demokratik cumhuriyet” ne kadar kulağa hoş gelse ve cezbedici bir çekiciliği olsa da, sonuçta o sermaye sınıfının cumhuriyetidir ve bu cumhuriyette sermayenin sınırsız gücü daha da güvendedir.
“Demokratik cumhuriyet, kapitalizmin olanaklı olan en iyi politik biçimidir, çünkü sermaye, demokratik cumhuriyeti ele geçirdikten sonra, iktidarını öyle sağlam, öyle güvenli bir biçimde kurar ki, burjuva demokratik cumhuriyetindeki hiçbir kişi, kurum ya da parti değişikliği onu sarsamaz.“ (Lenin, Devlet ve İhtilal)
“Demokratik Türkiye” ya da “Demokratik cumhuriyet” talep ve hedefi bugünkü kapitalist Türkiye’de devrimci bir bakış açısıyla ele alındığında boş bir laf yığınıdır. Örneğin “Demokratik Türkiye“ ya da “demokratik cumhuriyet” projesinin tutkulu militan savunucuları, özlemini duydukları cumhuriyette üretim araçlarının mülkiyetine ve iktidarın sınıf karakterine ilişkin konular üzerine konuşmamakta büyük bir kararlılık gösteriyorlar. Çünkü liberal demokratlarımız için bunlar netameli konulardır, zaten kendi demokratik cumhuriyetlerinde de üretim araçlarının özel mülkiyetine itirazları yoktur, bu durumda haliyle dünya emperyalist sisteminin bir parçası olarak kalmaya da itirazları bulunmamaktadır. Yani kapitalist üretim ilişkilerine dokunulmayacak, burjuvazinin siyasal sınıf iktidarı yerli yerinde duracak, dünya emperyalist sisteminin içinde kalınacak ama tüm bunlara rağmen “özgür ve demokratik bir Türkiye” olacak. Böyle mucizeler yoktur. Kapitalizmin egemenliği ve sermayenin sınıf diktatörlüğü koşullarında devrimci bir partinin hedefi “sosyalist Türkiye, sosyalist cumhuriyet” olabilir ancak.
Kapitalizme ve burjuva demokrasisine ilişkin kaba hayaller
“Laik, demokratik Türkiye” ya da Kürt sorununda burjuva –liberal çözüm çizgisinin somutlaşmış ifadesi olan “Demokratik cumhuriyet” projesinin sahipleri, demokrasiyi kazanmak ve kurumlaştırmak sorununu, burjuva düzeni kendi temelleri üzerinde “demokratikleştirme” olarak ele alıyor ve bunu temel amaç olarak benimsiyorlar. Kapitalizmin tabanı üzerinde arzuladıkları türden bir “demokratik Türkiye'nin” olanaklı olduğuna inanabilmek, ancak kapitalizme duyulan kaba hayaller ölçüsünde mümkündür.
Tekelci sermaye düzeninin Türkiye toplumunun önündeki hiçbir temel, tarihsel sorunu çözme kapasitesi ve yeteneği olmadığı gibi, siyasal gericiliği yoğunlaştırıp kurumlaştırmanın, şiddete ve teröre daha fazla başvurmanın dışında bir seçeneği de yoktur. Siyasal gericiliğin ve dinsel karanlığın basıncı altında aslında günü bile kurtarmayan “projeler” ve “birlikler” peşinden koşmaktansa bütün bir emek ve enerji öncelikle Türkiye işçi sınıfını birleştirmek, örgütlemek ve devrimcileştirmek için harcanmalı, bütün dikkatler buraya verilmelidir.
Kısa dönemli ve kolay çözümlerin olmadığı bilinciyle işçi sınıfı eksenli siyasal bir odağın inşa edilmesi için seferber olmak izlenmesi gereken biricik yoldur. Kapitalist bir toplumda, düzen karşıtı, devrimci bir pratik ancak emek-sermaye çelişkisi üzerinden ve işçi sınıfının önderliği altında verilebilir. Bütün demokratik siyasal reform talepleri sınıfa karşı sınıf, düzene karşı devrim, kapitalizme karşı sosyalizm hedefi içinde anlamlandırılabilir. Zira dünya üzerinde egemenliğini kurduğundan beri kapitalizmin tek alternatifi sosyalizmdir.