Ortadoğu, Türkiye ve Kürt sorunu I

Bütün dengeler Kobanê’den sonra altüst oldu. Kobanê olayı IŞİD’in Kürtlerin üzerine sürülmesiydi. Bunu açıkça Türk devleti ve el altından ABD yaptı. Son günlerdeki gerici dalaşmaların ardından eski Musul Başkonsolosu ve şimdiki CHP milletvekili, bütün bu pis işleri ifşa etti. Münasip bir dille o günlerde IŞİD’le birlikte hareket edildiğini açığa vurdu. Bütün pislik açığa çıktı. Türkiye’nin hesabı Kürt hareketinin kazanımlarını boğmak, ABD’ninkiyse Kürtleri kendine mecbur etmekti. İkincisi oldu, ABD’nin hesabı tuttu.

  • Değerlendirmeler
  • |
  • Güncel
  • |
  • 09 Mart 2018
  • 21:33

Afrin’e saldırının ardından verilmiş iki ayrı konferansın hayli hacimli kayıtlarından seçtiğimiz bölümleri bu sayımızda birkaç ayrı metin halinde yayınlıyoruz. Aynı konuda iki ayrı konferans doğal olarak tekrarlar içeriyor. Bunları mümkün mertebe en aza indirmeye çalıştık…

Ortadoğu’nun bütünü acılar içinde

Gündemde Afrin saldırısı üzerinden bir kez daha Kürtler var. Ama yazık ki Ortadoğu’da acı çeken tek halk Kürtler ya da Filistinliler değil. Ortadoğu toplamında acılar içinde bir bölge ve bu uzun yıllardır da böyle. 11 Eylül sonrasında, daha somut olarak da 2003’ten itibaren, önce Irak’ın yıkımı yaşandı. Emperyalist müdahale yüz binlerce insanın yaşamına, milyonlarca insanın her biçimiyle mağduriyetine yol açtı. Ülke baştan başa yakılıp yıkıldı. Aradan geçen on beş yıla rağmen bu kanama hafiflemekle birlikte hâlâ da sürüyor.

2011’deki Mısır-Tunus halk isyanlarının ardından emperyalist müdahalenin hedefi bu kez Libya oldu. Ülke paramparça edildi, sonu gelmez bir iç kargaşa ve çatışmanın içine itildi. Elbette bu arada petrol zenginliklerine de el konuldu. Halen Libya kendi içinde en az üçe bölünmüş harabe halinde bir ülke. Farklı emperyalist odakların arkaladığı birtakım gerici güçler senelerdir burada birbirlerini boğazlayıp duruyorlar.

Yemen uzun yıllardır acılar içinde kıvranan bir başka ülkeydi. Batı emperyalizminin desteğinde 2015 yılında başlatılan dış müdahaleyle birlikte ise artık kapsamlı, acımasız, kuralsız bir insani yıkımın pençesinde acı çekiyor. Kitlesel ölümler, salgın hastalıklar, en temel insani hizmetlerden yoksunluk, yaşam alanlarının yakılıp yıkılması halen Yemen’in de, Ortadoğu’nun bu alabildiğine yoksul ülkesinin de gündelik çehresini oluşturuyor.

2011 Mart’ından beri benzer bir durum Suriye’de var. Şu an bölgesel düzeydeki çatışmanın odak noktası olan bu ülkede yüz binlerce insan yaşamını yitirdi. Milyonlarcası mağdur edildi, yerinden yurdundan oldu. Kentler, kasabalar, köyler yerle bir oldu. Şu sıra Afrin’de yaşananlar yıllardır Suriye’nin toplamında yaşanıyor. Afrin Suriye’deki bu yıkımın dışında kalmayı başarmış biricik yerdi. Artık o da bu genel yıkımın bir parçası haline gelmiş durumda.

Ortadoğu toplamında çok büyük acılar içinde kıvranıyor. Ortadoğu’nun her yerinde kan akıyor, yalnızca Kürtler değil hemen tüm halklar acı çekiyor. Bunu unutursak, devrimci olmamızın bir anlamı kalmaz.

Emperyalist müdahale büyük yıkımlar getirdi

Ortadoğu büyük çoğunluğu emperyalizmin hizmetindeki bir diktatörlükler bölgesi ve halklar bunun acısını on yıllardır yaşıyorlar. Mısır’ın Mübarek’i, Tunus’un Bin Ali’si, Yemen’in Ali Abdullah Salih’i, Irak’ın Saddam’ı, Suriye’nin Hafız Esad’ı, bunların tümü de eli kanlı diktatörlerdi ve halklarına acılar çektiriyorlardı. İran’daki teokratik dinci diktatörlük, Suudi Arabistan’daki, Fas’taki, Ürdün’deki Ortaçağ kalıntısı krallıklar, Körfez’deki şeyhlikler ve Türkiye’deki modern sermaye diktatörlüğü de aynı şekilde... Evet Ortadoğu’da demokrasi, değil diktatörlükler var. Ortadoğu’da toplumsal-siyasal acılar yapısal ve sürekli bir durum.

Peki, 2003’ten itibaren yapılan emperyalist müdahalenin Ortadoğu’ya yeni olarak getirdiği nedir? İnsanların her şeye rağmen iyi-kötü belli bir dengede sürmekte olan olağan gündelik yaşamının tarifsiz yıkımlar ve acılarla tümden altüst edilmesidir. Milyonlarca insanın yerinden yurdundan edilmesidir, toplamında milyonlarca insanın yaşamını yitirmesi ya da sakatlanmasıdır. Ülkelerin boydan boya yakılıp yıkılmasıdır. Etnik, dinsel, mezhepsel, kültürel bölünmüşlük içinde sonu gelmez boğazlaşmalardır. Bunlarla halklar arası ilişkilerin tahrip edilmesi, etkisi kuşaklar boyu sürecek biçimde zehirlenmesidir. Ortadoğu’ya 2003’ten beri yapılan emperyalist müdahalenin bilançosu bu ve bu bütün şiddetiyle halen de sürüyor.

Emperyalistler Büyük Ortadoğu ya da Genişletilmiş Ortadoğu Projeleriyle Ortadoğu’ya demokrasi ve refah getirecekleri iddiasındaydı. Refah yerine akıl almaz boyutlarda maddi ve insani yıkım getirdiler. Demokrasi yerine her türlü acımasızlığın ve kuralsızlığın egemen olduğu kör bir boğazlaşma getirdiler. Bölge düzeyinde sınırlı bazı hak ve özgürlükler her şeye rağmen Türkiye’de vardı, bu arada bunlar da yok edildi. Tam da bu aynı politikanın ve pratik sürecin Türkiye’ye bir yansıması olarak. 2003’te Ortadoğu’ya yönelik yeni emperyalist müdahale başlatıldı. Hemen öncesinde Türkiye’de, tam da bu müdahale çerçevesinde bir “proje partisi” olarak AKP iş başına getirildi. Aradan geçen 15 yılın ardından bugün Türkiye geçmişte sahip bulunduğu o sınırlı hak ve özgürlüklerden de artık yoksun durumda bir ülke. Türkiye de keyfi ve kuralsız bir dinci-faşist diktatörlüğün egemen olduğu sıradan bir Ortadoğu ülkesi haline geldi. Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’ya yeni müdahalesinden beri ve adım adım…

Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’ya müdahalesinin bölge halkları için yarattığı sonuçlar üzerinde önemle durulmalıdır. Bu müdahalenin halen Kürtler de dahil halklara kazandırdığı hiçbir şey yok; tersine, her alanda yıkım, katliam, tahribat, düşmanlıklar, boğazlaşmalar vb. var. Irak’tan Libya’ya, Suriye’den Yemen’e, Kürdistan’dan Filistin’e kadar... Ortadoğu’da yalnızca tek bir ülke, siyonist İsrail bunun dışında. Olup bitenlerden her bakımdan kazançlı çıkan tek ülke de o. Bu bile başlı başına çok şey anlatabilir.

Bu gerçekleri kuşkusuz Türkiye’nin devrimcileri iyi-kötü biliyorlar. Dahası bu sonuçları genel hatlarıyla önden de tahmin ediyorlardı. Emperyalizmin, her zaman ve her yerde olduğu gibi, Ortadoğu’da da özgürlük değil fakat yalnızca egemenlik peşinde olduğunun altını çiziyorlardı. Oysa çeşitli kesimleriyle Kürt hareketi bu gerçeğe daha baştan gözlerini kapattı. Dahası emperyalizmin bölgeye bu yeni müdahalesinden, statükoların bozulması ve Kürtlere imkanlar doğması adına yararlar umdu. Bu mantıkla, 2003 yılında, Irak’a müdahalenin hemen öncesinde yapılan açıklamalarla emperyalist müdahaleye destek verildi. Abdullah Öcalan 2005’te yayınlanan Bir Halkı Savunmak başlıklı kitabında Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’ya müdahalesini teorize etti. Bunu II. Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin Avrupa’da yaptıklarıyla karşılaştırdı. Savaş sonrası müdahalenin Avrupa’ya demokrasi getirdiğini, bunun şimdi de Ortadoğu için pekala mümkün olduğunu yazdı. ABD’nin “yukarıdan” müdahalesinin “aşağıdan” da halkların inisiyatifiyle tamamlanması, her iki çabanın birleşmesi durumunda, bölgeye özgürlük ve demokrasi geleceğini ciddi ciddi iddia etti. Bunlar dayanaksız, boş ama son derece tehlikeli hayallerdi. Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’ya müdahalesinin gerçek bilançosu on beş yılın ardından bugün gözler önündedir.

Kuşkusuz Kürt partileri bugün bazı kazanımlarla teselli bulabilecek durumda görünüyorlar. Ama yazık ki bu henüz yalnızca görüntüdedir. Sonucun ne olacağı ise hâlâ da tümüyle belirsizdir. Bağımsızlık referandumu sonrasında Güney Kürdistan’da olup bitenler, Afrin saldırısından beri de Rojava üzerine kirli hesaplar ve pazarlıklar, bu açıdan yeterince aydınlatıcı ve uyarıcıdır.

Bütün bu süreç 2003 emperyalist müdahalesi ile başladı. Ortadoğu’nun bütün dengeleri bu tarihten itibaren altüst oldu. Emperyalist müdahale halklara büyük acılar ve yıkımlar getirdi. Yıkımdan, acıdan, ölümden, tepeden tırnağa silahlanmadan ve sürmekte olan sonu belirsiz savaşlardan başka hiçbir şey yok ortada.

Ve daha da kötüsü, hâlâ da işin bir bakıma başında sayılırız. Vekalet savaşları gelinen yerde ikinci plana düştü. Artık emperyalist rakipler ile bölgenin gerici devletleri kendi öz güçleriyle yeniden sahnedeler. Dün Suriye rejimine karşı IŞİD ya da öteki cihatçı gruplar kullanılıyordu. Bugün artık ana aktörler doğrudan devrede. ABD emperyalizminin Suriye devletiyle doğrudan çatışmasının ilk örnekleri yaşandı bile. Türkiye Fırat Kalkanı’ndan sonra şimdi de Afrin işgaline girişmiş durumda. İran ile Rusya zaten yıllardır savaşın içindeler. Artık devletler karşı karşıya ve denebilir ki her şey yeni bir düzeyde yeniden başlıyor. Vekalet savaşıyla götürülen işler bir yere geldi, vekiller sahadan sürüldü ya da ikinci plana itildi. IŞİD önemli ölçüde temizlendi, cihatçı gruplar büyük ölçüde İdlib’e sıkıştırıldı. Şimdi sahada dolaysız olarak devletler karşı karşıya. Ortadoğu’da şimdi her zamankinden çok daha zor, daha gerilimli, daha tehlikeli bir durum var.

Ortadoğu’nun diktatörlükleri ile uğraşmak, hele de onları devirmek zor işti kuşkusuz. Ama bu zorluk karşısında Amerikan emperyalizmini kurtarıcı olarak görmek gafletten de öteye bir ham hayal idi. Bugün geniş çaplı bir yıkımdan ve kitlesel acılardan başka ne var ortada? Amerikan emperyalizminin zerre kadar umurunda mı bu yıkım? Hâlâ hangi sahayı İsrail lehine nasıl tutacağına, hangi ülkeyi İsrail lehine nasıl böleceğine, hangi stratejik mevziyi ya da kaynakları kendi hesabına nasıl denetim altına alacağına bakıyor. Irak’ın en az üçe bölünmesi, Suriye’nin üç ya da mümkünse daha fazla parçaya bölünmesi, bunlar siyonistlerin 1980’lerin başında geliştirdikleri stratejik planlardı. Yıllardır olup bitenler aynı zamanda bu planlara hayatiyet kazandırmak içindir. Emperyalist müdahalenin ardından Irak fiilen tam da siyonist planlarda öngörüldüğü gibi üçe bölünmüştü. Irak halkının direnişi ve bölgeden IŞİD’in temizlenmesi bunu şimdilik ikiye indirdi. Suriye halihazırda üçe bölünmüş durumda, yaklaşık olarak siyonist planlarda öngörüldüğü gibi.

Emperyalist ve siyonist politikalara alet olmanın kime ne kazandırdığı henüz belli değil. Güney Kürdistan Kürtleri son yirmi yıldır Amerikan emperyalizmine tam bir sadakatle hareket ettiler. Peki ne faydası oldu bunun onlara? Halen daha ‘70’li yılların başında kendi öz mücadeleleri ile elde ettikleri sınırların içinde duruyorlar. Ellerindeki her şeyi çullandı aldı İran destekli Irak rejimi, ABD kılını kıpırdatmadı. Bunu yapmayın bile demedi, tarafsız ve sessiz kaldı. Zira çıkarları, mevcut rejim ile ilişkileri bunu gerektiriyordu. Doğrusu farklı davranmak bir yanıyla da gücünü aşıyordu.

Kürt politikasının vahim yanlışları

Kürt partileri izledikleri politikalarda temel önemde yanlışlar yaptılar, yapmaya da devam ediyorlar. Buna rağmen belli mevzileri tutuyorlarsa eğer, bunun gerisinde haklı ve meşru bir ulusal dava izliyor olmaları var. Milliyetçilik köklü ve derin bir duygudur. Binlerce Kürt gencini fedakarca savaştırmakta bir güçlük yok, haklı temellere sahip bir ulusal özgürleşme davası söz konusuysa eğer. Bunu dinsel ya da mezhepsel duygular üzerinden yapanlar da var. Yani dindi, mezhepti, ulusal davaydı, bunlar uğruna bugün kavgaya binlerce insan sürmekte bir güçlük yok. Bugün için güç olan aynı şeyi devrim için yapmakta. Zira devrim dalgasının tarihsel olarak gerilediği, sosyalizmin önemli ölçüde itibar kaybettiği bir dönem bu. Oysa ‘70’li yıllarda Türkiye’de binlerce genç devrimci devrim uğruna her bedeli göze alarak mücadele ediyordu. Binlercesi bu uğurda öldü. Devrimin dönemiydi o yıllar. Şimdiyse birkaç on yıldır süren bir gericilik dönemi içindeyiz. Gericilik dönemleri aynı zamanda insanların dinsel, etnik, ulusal, mezhepsel kimlik ya da duyarlılıklar üzerinden harekete geçirilebildiği dönemlerdir. Nitekim o zamandan beri dünyanın dört bir yanında olan da bu. Din, mezhep etnik kimlik uğruna yapılıyor bütün bunlar. İşte bakınız, Yemen’de kararlı, militan, çok da başarılı bir Şii hareketi olarak Husiler var ve Suudi Arabistan liderliğindeki savaş makinasına karşı başarıyla direniyorlar. Afrin’de de Kürt halkı, özellikle de gençleri direnir, bunda bir güçlük yok. Kendi vatanlarıdır, savunurlar.

Ama bu Kürt partilerinin yıkıcı sonuçlar yaratan yanlış çizgisini bir nebze olsun mazur göstermez. Ortadoğu’da Amerikan emperyalizmine bel bağlamak, mazlum bir halk adına en olmayacak davranıştır. Ortadoğu’da Amerika demek İsrail demektir. Amerikan-İsrail cephesinde yer aldığınız zaman, ön yargıların payı ne olursa olsun, bütün Ortadoğu halklarının antipatisini, hatta giderek düşmanlığını kazanırsınız. Size hep güvensizlikle bakarlar. Sizi İsrail ve Amerika’nın aleti sayarlar. Siz ezilen bir halksınız; gücünüz var, ulusal bilinciniz, duyarlılığınız var, savaşan gençleriniz var. Kendi öz topraklarınızı kendi öz gücünüzle savunmaya ve mümkün mertebe bölge halklarıyla kendi davanızın haklılığına onları inandırarak iyi bağlar, güçlendirilmiş bağlar kurmaya bakmalısınız. Amerika’nın ve İsrail’in size kazandıracağı hiçbir şey yok, ama kaybettireceği çok şey var ve olacak. Baba Barzani’den beri Güney Kürdistan ABD ve İsrail ile iç içedir. Ama bağımsızlık referandumunu izleyen gelişmeleri ikisi de soğuk bir sessizlikle izlemekle yetindiler.

Kürtler emperyalizm gerçeğini bu kadar kolay unutmamalılardı. Türkiye devrimci hareketinin en güçlü yanı anti-emperyalist gelenekleriydi. Deniz Gezmiş demek anti-emperyalizm demekti. Kürt hareketi de zamanında bu gelenek içinde şekillendi. Yeri gelince, “ben Deniz’in, Mahir’in bugünkü sürdürücüsüyüm” diyor Abdullah Öcalan. Oysa onları belirleyen en temel özellik anti-emperyalist bilinç ve tutumlarıydı. Anti-emperyalist mücadele mirası bu denli kolay geri plana itilmemeliydi. Yanlış politikalar, ödenen bedelleri çoğaltıyor.

Türkiye’deki sözde “barış süreci” politikası da tepeden tırnağa yanlıştı. AKP gericiliğinin kendi iktidarını kurmak hesabının kirli bir aletiydi bu politika ve bunu anlamak o kadar da zor değildi. Kürtlerin özgürlük ve eşitlik istemlerinin dinsel gericiliğin zerre kadar umurunda olmadığı bugün bütün açıklığı ile görülebiliyor. Bunu önden görebilmenin ne gibi bir güçlüğü vardı peki? Türkiye’nin devrimcileri daha en baştan bunu görebildiklerine göre pekala Kürt hareketi de görebilirdi. Dinsel gericilik bugün kendi Kürdü bir yana, bölgedeki Kürde bile özgürce yaşam hakkı tanımak istemiyor ve bu onun kendi öz karakteriyle son derece uyumlu bir davranış. Ama AKP bugünkü gücüne izlediği o iki yüzlü “çözüm süreci” politikasının imkanlarıyla ulaştı aynı zamanda. Bu yolla Kürt hareketini nötralize etti, hatta bazı durumlarda yedeğine bile aldı. Böylece önündeki öteki engelleri nispeten kolayca bertaraf edebildi.

Kürt hareketinin Kürt sorununa siyasal yollarla bir çözüm arama çabasında meşru olmayan bir şey yok. Devrimci bakış açısıyla bunu reformist bir çözüm arayışı olarak niteleseniz bile, bu tercih ulusal açıdan tümüyle meşru bir haktır. Sorun AKP’nin bu arayışı kendi iktidar mücadelesine alet etmeyi başarabilmesindedir. Oysa Kürt hareketinin bunu görebilmesinde esaslı bir güçlük yoktu. Dinci gericilik ezilen bir ulusun eşitlik ve özgürlük istemlerine, demokratik bir çözüm arayışına karşılık verme konum ve kimliğinden yapısal olarak yoksundur. Onun hedefi, Türkiye’ye demokrasi getirmek bir yana, ülkeyi olduğundan daha gerici ve karanlık bir rejime sürüklemekti. Gelinen yerde bu artık herkesin görüp anlayabileceği açıklıkta bir olgudur. En kritik dönemde Kürt hareketinin yaptığı yanlışlar olmasaydı, bu sonuç bu denli kolay gerçekleşemezdi. Kürt hareketinin izlediği politika bunu kolaylaştıran temel etkenler arasındadır.

Kürt hareketi izlediği bu politikaların herhangi bir ciddi muhasebesini de yapmış değil henüz. Öcalan birden fazla kez Tayyip Erdoğan’ı kurtardığını iddia edebilmiştir. Bu beyanda alışılmış abartının yanı sıra gelişmelerin bugünkü tablosu karşısında ciddi bir sorumluluğun itirafı da var gerçekte. Selahattin Demirtaş’ın şu günlerde gerçekleşen duruşmalarında açıkladığı gerçekler bu sorumluluğa yeni boyutlar eklemektedir.

Suriye savaşı ve Rusya

Amerikan emperyalizmi Fas’tan Afganistan’a uzanan geniş bir coğrafyada çıkar ve ihtiyaçlarına uygun yeni bir düzen kurmak istiyordu. Bu emperyalist proje sonuçta başarılı olamadı. Halklar buna direnç gösterdiler. Irak ve Suriye buna direndi. Bu da devreye başka bazı güçlerin, Rusya ve İran’ın girmesini kolaylaştırdı. Suriye direnmeseydi Rusya için bu olanak doğamazdı. Suriye’ye müdahalenin ilk yıllarında, artık Rusya’nın Akdeniz’de ayağı kesildi deniyordu. Dünyadaki tek dış askeri üssü olan Tartus’tan da çekilip gitmek zorunda kalacak diye bakılıyordu. Eğer Rusya bugün Ortadoğu’nun göbeğine bu kadar rahatça girmişse, gene de Ortadoğu halklarının direnci sayesinde olmuştur bu. Kuşkusuz Rusya tümüyle kendi öz emperyalist hesapları için Ortadoğu’dadır, hiç de halklara yardım için değil. Suriye Esat rejimi bir yerden sonra onun desteğine sığındı. Böylece Ortadoğu’da emperyalistler arası güç dengesinde çok büyük değişimler meydana geldi.

Rusya’nın Suriye üzerinden Ortadoğu’ya dönüşü Amerikan emperyalizmine büyük bir darbe oldu. Suriye savaşı Amerikan emperyalizminin emperyalist dünya sistemi içerisindeki hegemonyasının bitmiş bulunduğunu teyit etti. Rusya döndü, Suriye’de etkin bir konum kazandı. İran ile ilişkilerini güçlendirdi. Irak rejimi ile bir biçimde ilişkileri var.

Suriye’ye emperyalist müdahale 2011 yılında başladı. Rusya’nın olaya doğrudan dahil olması ise 2015 sonbaharıdır. Dört buçuk yıl boyunca Suriye kendi imkanlarıyla, en fazla İran desteğiyle direndi ve dayandı. Bunları Rusya’nın zaman zaman Suriye yönetimini hiçe sayan emperyalist kibrine dikkat çekmek için hatırlatıyorum. İlişkilerin perde arkasını bilmiyoruz, ama açıktan yansıyanlar bile Rusya’nın bir sömürgeci efendi gibi davrandığını gösteriyor. Astana Süreci, Türkiye ile ilişkiler, Anayasa tartışmaları ve nihayet son Afrin olayındaki tutumu bunun örnekleri. Suriye devletinin arzusu hilafına Türkiye’ye hava sahasını açtığının ciddi belirtileri var.

Suriye Kürtleri “Rusya bize ihanet etti” diyorlar. Oysa bölgede Rusya ile değil ABD ile saf tutmuş durumdalar. Afrin özelinde Rusya ile ilişkiler, bu emperyalist ülke için anlamlı ve yeterli değil. Rusya bunu, Kürtlerle rejimin arasını bulmanın bir imkanı saydı, bir dönem bu çerçevede sıcak da karşıladı. Elbette soruna kendi emperyalist çıkar ve hesapları üzerinden bakıyordu. Rusya’nın amacı Kürtlerin meşru haklarını güvencelemek değil, fakat özerklik sınırları içerisinde tutarak Suriye’nin bütünlüğünü korumaktı. Rusya Sovyetler Birliği deneyiminin de yardımıyla ulusal sorunun ezilerek halledilemeyeceğini iyi bilen bir ülke. Bunun sağladığı gerçekçilikle hareket ediyor. Kürtlerin belirli sınırlarda haklarını tanımanın ve böylece Amerikan planlarını bozmanın Suriye’nin bütünlüğünü koruyacağını düşünüyor.

Kürtlerse Amerikan politikasına dayanmayı seçtiler. Bu durumda Rusya’yı suçlamak ancak ahlaki bir anlam taşır, emperyalizmde de ahlak zaten yok. Rusya kendi çıplak emperyalist çıkarlarına bakıyor. Bu çıkarlarsa Suriye Kürtleri ile rejimi uzlaştırmayı gerektiriyor. Gerçekte bu, bugün Kürtler için de en uygun çıkış yolu. Fakat girdikleri ilişkilerle kendilerini karmaşık bir açmazın da içine gömmüş durumdalar. ABD ile girdikleri ilişkileri bir anda terk etmeleri de öyle kolay değil. Bu, Fırat’ın doğusunda Türkiye’nin önünün açılması demektir. Üstelik tam da ABD’nin teşviki ve cesaretlendirmesiyle...

Suriye savaşı ve Kürtler

IŞİD’i Amerikan emperyalizmi yarattı, besledi ve Suriye’nin üzerine sürdü. Suriye’nin parçalanmasında, bu hale gelmesinde IŞİD’in çok özel bir rolü oldu. Kürtler o dönemde kendi bölgelerini meşru bir biçimde tutuyorlardı. Suriye rejimi buna karşı çıkmadığı gibi oluşmuş yeni yönetimin memur maaşlarını bile ödemeye devam ediyordu. Kamışlı Havaalanı bugün hâlâ Suriye rejiminin elindedir ve Kürtler de bunu sorun etmemektedirler. Kamışlı’da ve Haseke’de hâlâ rejimin denetiminde bölgeler var. Suriye devletinin bir noktadan sonra Kürtlerin kendi topraklarına egemen olmasına rıza göstermekten başka yapabileceği bir şey yoktu. Cihatçı çetelerin eline geçeceğine kendi yaşam alanları Kürtlerin denetiminde kalsın diye bakıyordu soruna. Kaldı ki bunun Türkiye’ye yaratacağı sıkıntıdan da yarar umuyordu. Kendisi yönünden yerinde, akıllıca bir politikaydı bu.

Kürtler de bu politikadan gereğince yararlandılar. Suriye Kürt hareketi, Kobanê kuşatmasına kadar doğru bir tavır sergiledi. ABD emperyalizminin ve AKP iktidarının kirli girişimlerine karşı direndi. Dinci-faşist iktidarın Rojava Kürtlerine bütün kini, yıllarca çaba gösterdiği halde onu cihatçı cepheye katamamasından kaynaklanıyor. Bütün çabası Rojava Kürtlerini dinci-cihatçı muhalefetin bir parçası haline getirmeye yönelikti. Zamanında Salih Müslim bunun için davet edildi, CHP liderinin şu günlerde diline doladığı “kırmızı halı”lar bunun için serildi. Suriye Kürtleri buna doğru bir tutumla uzun zaman direndiler, bu kirli politikanın aleti olmayı reddettiler. Kendi bölgelerinde egemen durumlarını korumaya ve güçlendirmeye baktılar.

Bütün bu dengeler Kobanê’den sonra altüst oldu. Kobanê olayı IŞİD’in Kürtlerin üzerine sürülmesiydi. Bunu açıkça Türk devleti ve el altından ABD yaptı. Son günlerdeki gerici dalaşmaların ardından eski Musul Başkonsolosu ve şimdiki CHP milletvekili, bütün bu pis işleri ifşa etti. Münasip bir dille o günlerde IŞİD’le birlikte hareket edildiğini açığa vurdu. Bütün pislik açığa çıktı. Türkiye’nin hesabı Kürt hareketinin kazanımlarını boğmak, ABD’ninkiyse Kürtleri kendine mecbur etmekti. İkincisi oldu, ABD’nin hesabı tuttu.

IŞİD’e karşı Rojava topraklarında savaşıldığı sürece, bu bir yere kadar anlaşılabilir bir ilişkiydi. Ama işin bununla kalmadığını, önce Tabka ve Rakka’ya, sonra Deyrizor’a ve nihayet şimdilerde Ürdün sınırına kadar uzandığını biliyoruz. Bu denli bir yayılmaya getirilen açıklamalar var, ama bunlar inandırıcılıktan yoksundur. Kürtler kendi topraklarında kalmalı ve kendi topraklarını savunmalıydılar. Haklı ve meşru konumu ancak bununla koruyabilirlerdi. Suriye Kürtlerinin ABD hesapları çerçevesinde savaşı Rojava’nın dışına taşırmaları, haklı ve meşru konumlarını tartışmalı hale getirmiştir. Bunu isteyen, kışkırtan ve planlamasını yapan, kendi emperyalist hesapları gereği bizzat ABD oldu. Deyrizor ve ötesi tümüyle Arapların yaşadığı topraklar ve buralarda petrol ve doğalgaz yatakları var. ABD’nin amacı bu stratejik bölgeyi kendi denetimine almaktı. Suriye Kürtleri de buna alet edilmiş oldular.

Amerikan emperyalizmi Suriye’de büyük bir darbe almıştı, oysa Kürtler sayesinde şimdi yeniden etkin bir konum kazandı. Üstelik öncesinden daha güçlü bir biçimde. Fırat’ın bütün bir doğusunda, tarımsal bölgelerin önemli bir bölümünü ve enerji kaynaklarının neredeyse yüzde doksanını kapsayan bir bölgede, şu an fiilen ABD var. Bu Kürtler sayesinde oldu. Fakat bu Kürtlere henüz bir şey kazandırmadığı gibi, tersine onları büyük risklerle de yüz yüze bıraktı. Bölge gericiliğinin onlara karşı bütün bir düşmanlığını azdırdı. ABD’yi burada bir güvence olarak görmek, bunca deneyime rağmen kendini aldatmaktır. Amerika savunabilseydi, güney Kürtlerini savunurdu. Otuz yıllık ilişkiye, sadakate ve hizmete rağmen savunmadı. Güney Kürtlerini savunamadığı yerde Rojava’yı nasıl ve neye göre savunacak?

Ulusal dava meşrudur, ama kendi sınırları içerisinde. Kürt gençlerinin Ürdün sınırında ne işi var? Kimin için, ne için oradalar? Ele geçirdikleri her yerde yeni Amerikan üsleri kuruluyor. Amerika’nın Ortadoğu’daki üslerini genişletme çabasına alet olmak Kürtlere mi düştü?

Ulusal bencillik politikası ve tarihsel bilançosu

Bölge düzeyinde Kürt akımlarının izlediği politika ulusal bencilliğe dayalıdır. ABD emperyalizmi ile girilmiş ilişkiler bunun ifadesidir. Bu politikanın Kürt halkına da büyük zararı dokunacaktır. Daha şimdiden de dokunmaktadır. Kısa bir süre öncesine kadar Güney Kürdistan’da Kerkük’ü de içine alan bağımsız bir devlet kurulacak gibi görünüyordu. Oysa eldeki sınırlar alabildiğine daraldı. Kaybedilen bölgeler gerçekte kimindi tartışmasının şu an önemi yok. Sonuçta Kürtlerin kendi bakış açısından bu bölgeler Kürdistan’ın bir parçasıydı, ama ellerinden alındı. Geriye kalan şimdiki özerk bölge, 1970 başında Irak Baas rejimi ile yapılmış özerklik antlaşmasının kapsadığı sınırlarla aşağı yukarı aynı. Oysa aradan Güney Kürdistan halkı için büyük acılara sahne olan elli yıl geçti, yüzbinlerce Kürdün katledildiği Enfaller yaşandı.

1991’den beri Amerikan emperyalizmiyle girilmiş çok yakın ilişkiler var. Birinci ve ikinci Körfez savaşları desteklendi. Desteklenmenin ötesinde askeri emperyalist müdahalenin kuzey cephesi olarak hareket edildi. Peki kazandırdığı ne? 1970 yılında otonomi antlaşmasıyla zaten tanınan sınırların aşağı yukarı kendisi! Amerikan emperyalizminin kendisine sadakatle hizmet eden Talabaniler’e, Barzaniler’e sağladığı yeni bir şey yok. ‘70’li yıllarda kendi mücadelesiyle alabildikleriyle, elli yıl sonra, bunca acıdan sonra, bir de Amerikan emperyalizminin bölgesel işbirlikçileri olarak lekelendikten sonra aldıkları aşağı yukarı aynı.

‘70’teki o anlaşma tam da şimdiki gibi Kerkük’ten dolayı, Kerkük petrollerinin paylaşımından dolayı boşa çıkmıştı. Hâlâ da Kerkük meselesi çözülmüş değil. ‘70’lerdeki sınırlara, elli yıl öncesine geri dönüldü. Hani devrim zor işti, devrim uzun işti, bu iş uzlaşmalarla, reformlarla, emperyalizme teslimiyetle olunca, çok daha hızlı ve çabuk oluyordu! Oysa aradan elli yıl geçmiş, aynı yerde duruyor Irak Kürtleri. Aynı sürede ciddi bir ulusal devrim çizgisi izlenseydi, şimdi pekala başka bir yerde de olunabilirdi. Bölge halkları nezdinde de büyük bir itibarı olurdu Kürtlerin. Amerikan işbirlikçiliği ile anılmaz, kendi özgürlüğü ve öz vatanı için direnen bir halk olmanın onurunu taşırdı.

(Türkiye Komünist İşçi Partisi Merkez Yayın Organı EKİM'in Mart 2018 tarihli 311. sayısından alınmıştır...)