Fransa’da son 15 yıl içinde tam 11 güvenlik yasası çıkartıldı. On ikincisini çıkarmak ise burjuvazinin “cesur çocuğu” Emmanuel Macron’a nasip oldu. “Teröre karşı mücadele” yalanı ve anti-terör yasası adı altında parlamentoda onaylanan bu yeni güvenlik yasası, sosyal alandan demokratik alana, Fransız işçi sınıfı ve emekçilerinin tarihsel kazanımlarına yönelik çok daha acımasız bir saldırıdır.
Bilindiği gibi Fransa uzun süredir OHAL ile yönetiliyordu. Birkaç hafta zarfında OHAL şeklen kaldırılacak. Şeklen kaldırılacak diyoruz, zira onun içerdiği en temel yasalar olduğu gibi korunarak, bu yeni anti-terör yasasına yedirilmiştir.
Fransa: Kanun devletinden polis devletine
Fransa tarihin en görkemli burjuva devrimine sahne olmuş bir ülkedir. Ve dahası Fransa, aynı zamanda sınıf mücadelesinin sonuna dek vardırıldığı, bir başka söyleyişle, sınıf mücadelesinin tarihin ilk işçi iktidarı ile taçlandırıldığı bir ülkedir de. Kısacası Avrupa’nın diğer ülkelerinden çok farklı bir geleneği vardır. Hem burjuva hem de proleter devrimler sırasında, pek çok devrim yasası çıkarılmış, bu yasaların ifadesi olan tarihsel nitelikte pek çok kazanıma tanık olunmuştur. Dikkate değer olan, bunların kanun hükmünde yasalar olarak ve Fransa anayasasına kalıcı maddeler halinde yedirilmiş olmasıdır. Demek oluyor ki Fransa, günümüze kadar Avrupa’da bir kanun devleti olmanın en somut örneğini oluşturmuştur. Parlamentoda onaylanan 12. güvenlik yasası ile bu döneme son veriliyor. Fransa adım adım kanun devletinden koyu bir polis devletine doğru sürükleniyor.
Özetle, son 10-15 yıldır Fransa’da polisin hiçbir yetkiye sahip olmadığı, Ortaçağ koşullarında görev yaptığı propagandası yapılmaktadır. “Polis suçluları ya da teröristleri yakalıyor, ancak savcılar ve yargıçlar serbest bırakıyor” iddiası, bu propagandanın en önemli ve beylik argümanları olarak ileri sürülüyor. Bu propagandanın amacı elbette ki Fransız kamuoyunu polis konusunda yumuşatmak, polisi yetkilendirme girişimlerini doğal ve meşru hale getirmek, böylece polis devleti uygulamalarına hız kazandırmak ve nihayet polis devletine geçişin önünü açmaktı. Oysa zaten Avrupa’nın diğer ülkelerinde olduğu gibi son yıllardaki uygulamalarla bu yönde epeyce bir mesafe alınmıştır.
Yeni güvenlik yasası ile polise olağanüstü yetkiler veriliyor. Bu yetkileri sınırsızca kullanması için her türlü imkan da yaratılıyor. Örneğin, geçmişte savcılık izni olmadan arama yapmak, sadece şüpheli olduğu gerekçesi ile gözaltına almak olanaklı değildi. Şimdi bu yetkiler valilere ve belediye başkanlarına devrediliyor. Vali ve belediye başkanları gerektiğinde dinlemelere izin çıkaracak, kimlik kontrolü yaptırabilecek ve keyfi gözaltılar için emir verecekler. Doğal olarak tüm bu uygulamaları polis yapacak. Öte yandan bu yasa ile seyahat ve inanç özgürlüğüne, yasalar önünde eşitliğe de elveda deniliyor. El Khomri yasası sırasında gerçekleşen genel greveler ve blokaj eylemleri bahane edilerek toplantı, gösteri ve yürüyüş hakkına dönük saldırı işaretleri verilmişti. Günümüzde bu yönde de ciddi hazırlıklar var. Taşımacılık alanında bu yönlü yasaklar bunun ön habercisi uygulamalardır. Tüm bunları “Fransa’da büyüyen terör tehlikesi” ya da “savaş halindeyiz” gerekçeleri ile ordunun da iç güvenliğe bulaştırılması tamamlıyor.
Diğer yandan belediyelerin bundan önce belediye zabıtası sıfatı ile çalışan personeli, son birkaç yıldır, İslami terör bahanesi ile ve olaylara anında müdahale etmesi gerekçesi ile adım adım bir polis gücü haline getirildi. Özellikle çeşitli ülkelerden gelen göçmen emekçilerin yoğun biçimde ikamet ettiği semtlerde görevlendirilen bu güçler, daha ilk andan itibaren polis ruhunu kuşandılar ve polise tanınan tüm yetkileri onlardan da iştahlı biçimde kullandılar, bu semtlerde terör estirmeye başladılar. Yeni güvenlik yasası ile bu güç de silahlandırılıyor.
Bu da yeterli görülmemiş olacak ki şimdi bir de genellikle seferberlik anlarında göreve çağrılan gönüllülerden, daha doğrusu tümü de it ve kopuktan oluşan, sürekli olarak askeri kıyafetlerle dolaşacak olan, Hitler faşizmi döneminin kötü ünlü SA’ları misali bir güç oluşturulmuş bulunuyor.
Yeni güvenlik yasasının diğer bir boyutu da yabancı kökenlilerle ilgili politikanın değiştirilmesidir. Kendi sömürgeleri de dahil dışarıdan gelenlere (Cezayirli, İspanyol, Ermeni vb.) kucak açması ve ilticacı olarak kabul etmesi Fransa’nın önemli bir geleneği idi. Günümüzde giderek bundan da eser bırakılmayacak. Evsizlerin ve kağıtsızların sayısının kabarıklığı, sınır dışı uygulamalarının rutin hale gelip, kitlesel boyutlar kazanması bunun ifadesidir. Emmanuel Macron’un TV ve basının önünde sığınmacıları kastederek, “Onları kendi kaderlerine terk edemeyiz” şeklinde açıklamalar yapması tümüyle bir samimiyetsizlikten ibarettir. Zira gerçek yaşamda bu sözlerin tam tersi uygulamalara başvurulmaktadır.
Fransa’da ırkçılık, dışarıdan gelenlere kucak açmak şeklindeki bu geleneğe adeta son verir düzeyde bir gelişme içindedir. Fransa ırkçı-faşist partilerin seçim başarılarının en ileri örneğini oluşturmaktadır. Irkçı-faşist Ulusal Cephe, görkemli bir burjuva devrimine ve Paris Komünü deneyine sahne olan Fransa’da yükselen bir güç haline gelmiştir. Faşizm Fransa’da da büyüyen bir tehlike olmaya doğru seyretmektedir.
Katalonya bağımsızlık referandumu ve Avrupa Birliği’nin tutumu
Günümüzde burjuva demokrasisi denen şeyin ne menem bir şey olduğunun ve ne yönde seyrettiğinin bir başka göstergesi de Katalonya’nın bağımsızlık referandumuna dair tutum olmuştur. En kısa anlatımla, Katalonya bağımsızlık referandumu AB’nin, demek oluyor ki Alman ve Fransız burjuvazisi başta olmak üzere AB emperyalizminin gerçek niteliğini açığa çıkartmada tam bir turnusol işlevi görmüştür.
Özetle, Almanya’nın ve tümünün adına AB sözcülerinin yaptıkları açıklamalar tam da kendi emperyalist-sömürgeci karakterlerine uygun, ibret verici ikiyüzlü açıklamalardı. Dolaylı, esas olarak da dolaysız biçimde üyeleri İspanya’dan, yani merkezi Madrid hükümetinden yana saf tuttular. Madrid hükümetinin seferber ettiği 40 bin polis ve ek olarak pozisyon alan jandarmanın referandum öncesinden başlayarak, referandum günü Katalonya’nın irili ufaklı tüm kentlerinde gün boyu estirdiği faşist saldırganlığı destekledi.
İspanya polisinin tam bir haydutluk örneği olan ev ve büro basmak, oy kullanılan okulları işgal etmek, oy sandıklarını çalmak ve kaçırmak, oy kullananlara ve referandumun sonucunu kutlamaya çalışan Katalanlara acımasızca saldırmak, 800’ün üzerinde göstericinin yaralanmasına sebebiyet vermek vb. saldırılarına ya sessiz kaldı ya da emperyalistlere özgü bir ikiyüzlülükle “İspanya’nın iç sorunudur” diyerek, dolaylı biçimde destekledi.
Tüm bunlar bir kez daha Avrupa burjuvazisinin “azınlık haklarının kutsallığı” ve “azınlıklara saygı” üzerine söylediği her sözün samimiyetsizlikten ve emperyalizme özgü bir ikiyüzlülükten ibaret olduğunu kanıtlamıştır. Bu aynı şey olduğu gibi, ABD’nin bir aparatı işlevindeki Birleşmiş Milletler örgütü için de geçerlidir. Ha keza, sözde ulusların ve azınlıkların haklarına dair sözler içeren, Wilson Prensiplerinin de bugüne dek, boş bir söz kalıbı olmaktan başka bir işlevi olmamıştır ve bundan sonra da gerçek yaşamda bir karşılığı olmayacaktır.
Avrupa burjuvazisinin kendi ikiyüzlü demokrasisine dahi tahammülü kalmamıştır
Kapitalizm bir sömürü, soygun ve kölelik düzenidir. Onun tekelci aşamadaki eğilimi siyasal gericiliktir. Krizin derinleştiği dönemlerde burjuva demokrasisi denen tül kalkar ve yavaş yavaş altında insanlık düşmanı bir rejim olan faşizmin kanlı dişleri belirir.
Demokrasiye, insan haklarına, uluslar ve azınlıklara dair haklar üzerine yapılan açıklamaların onların nezdinde hiçbir değeri yoktur, gerçek yaşamda bir karşılığı da bulunmamaktadır. Emperyalizm hiçbir zaman özgürlüklerin aracı olmamıştır. Hiçbir yere ve hiçbir ulusa özgürlük götürmemiştir. O her daim kayıtsız koşulsuz kölece bir egemenlik peşinde koşar. Onun ezilen ulus ve azınlıklara reva gördüğü şey, tastamam köleliktir, kendisine kölece bir bağımlılıktır.
Ticaret özgürlüğü yalanı ile el değmemiş, keşfedilmemiş toprakları işgal etmek, oranın yerlilerini kırımdan geçirip, yeraltı ve yerüstü tüm zenginliklerine el koymak ve hoyratça yağmalamak, günümüzdeki gibi uluslararası ticaret yasaları anlaşmaları ile ekonomisi zayıf, kriz içinde debelenen, geri ve yoksul ülkeler başta olmak üzere kendi üyesi ülkeleri dahi sömürgeleştirmek, AB’nin özgürlükten anladığı budur. Onun demokrasisi çıplak çıkarlarıdır. Onların demokrasi taşımak dediği, petrol ve doğal gaz rezervlerinin bulunduğu toprakları işgal etmekten ibaret aşağılık bir yalandır.
Kriz o denli derin ve koşullar o denli yakıcıdır ki sadece Fransız burjuvazisi değil, tüm bir Avrupa burjuvazisi, kendi ikiyüzlü demokrasisine dahi tahammülsüz hale gelmiştir. Fransa’da, Almanya’da, kısacası tüm Avrupa’da gidişat bu yöndedir.