Dinci-faşist iktidarın kirli hesapları
Afrin’e yönelik savaşta AKP-MHP iktidarı ile genel olarak burjuva gericiliğinin tutumu arasındaki bütünlüğü ve farklılığı bir arada görmek gerekir. Saldırı elbette dinci-faşist iktidar yönünden öncelikle kurmaya çalıştığı yeni rejimi süreklileştirme ihtiyacına dayalıdır. Yakın gelecekte birden fazla seçim var. Bu seçimlerde, özellikle de cumhurbaşkanlığı seçiminde, gerekli başarıyı elde ederlerse, kendilerini topluma bir dönem daha dayatma olanağı elde edecekler. Oysa halen siyasal güç dengesi bıçak sırtında duruyor. Bu dengeyi ancak kudurgan bir şoven milliyetçilikle bozabilirlerdi. Bu geriye kalmış tek silahları ve şanslarıydı. Dini zaten başından beri hep kullanageldiler. Öteki bir dizi silahı ilk aşamalarda kullandılar, zamanla tüketip bir yana attılar. Demokratikleşmeydi, AB’ye girişti, askeri vesayetin son bulmasıydı, Kürt sorununun barışçıl çözümüydü vb... Geriye kala kala her ülkenin burjuva gericiliğinin her zaman kirli ama etkili bir silah olarak kullanageldiği saldırgan şoven milliyetçilik kaldı. Bu 7 Haziran seçimlerinden beri devrede olan bir politikaydı. Ama yeni boyutlara vardırmaları, bunun için yeni yollar bulmaları gerekiyordu. Kürt halkının Suriye’de elde ettiği kazanımları tahrip etmek bulunan yol oldu.
Dinci gericilik iktidarını koruyabilmek için herşeyi yapmaya hazır. Bu ilke ve ahlak yoksunu tutumu başlangıçta iktidar olmak için seçmişlerdi, şimdiyse korumak için sürdürüyorlar. AKP’nin ABD İstanbul Başkonsolosluğunun yönetimindeki gizli toplantılarda bir “proje partisi” olarak nasıl yaratıldığı çoktan ayyuka çıktı. Emperyalizm ve siyonizmin desteği ile ve elbette onların hesapları doğrultusunda siyasal sahneye çıkmayı kabullenmişlerdi; yeter ki kendileri için de bir güç ve iktidar alanı oluşsundu. Ardından AB’cilik yaptılar, ABD ve NATO hizmetinde düzen ordusunu hizaya getirme operasyonunu gerçekleştirdiler. Sözümona Kürt sorununu çözmek üzere barış sürecini gündeme getirdiler. Bütün bunlar onlar için iktidara yerleşme çabalarını güçlendirmeye hizmet eden birer araçtan ibaretti. Tüm bu politika ve girişimlerden hep de bu doğrultuda yararlandılar.
Bu zaman zarfında büyük kamu rantları ve sermaye transferleri ile büyük bir çıkar şebekesi de yarattılar. Sonuçta öylesine bir noktaya geldiler ki, ya hep iktidar olarak kalacaklar ya da onu yitirdiklerinde çok şeyi yitirecekler. Sözkonusu olan parlamenter düzenin o bildiğimiz normal işleyişi içerisinde olağan nöbet değişimi sorunu değil artık. Türkiye’nin bu dönemi şimdilik kapanmış görünüyor. AKP’nin temsil ettiği çıkar şebekesi için sorun binbir ikiyüzlülük ve uşaklıkla, hile ve zorbalıkla elde ettikleri iktidarı ne edip edip elde tutmaktır. Olanaklıysa artık hep hileli olacak olan seçimler üzerinden alınacak onayla, değilse gerici bir iç savaşı göze almak da dahil cebri yollarla...
Çok hassas dengelere dayalı büyük bir çıkar şebekesi olarak işbaşındalar ve bu konumlarını eldeki tüm imkanları kullanarak son ana kadar korumaya çalışacaklar. Bunun için 7 Haziran sonrasında Kürdistan’ın şehirlerini, kasabalarını yerle bir ettiler, büyük katliamlar yaptılar. Bu sayede 1 Kasım seçimlerini kazandılar. Aynı politika sayesinde ve işin içine hileler de katarak, ucu ucuna referandumu kurtardılar. Şimdi kritik bir seçimler dönemi var önlerinde. Öncesinde güç dengelerini etkileyen önemli bir adım atmaları gerekiyordu. Bunun için bir kez daha ve bu kez Rojava üzerinden mazlum Kürt halkına savaş ilan etme yolunu seçtiler.
Düzenin tüm kesimlerini birleştiren savaş
Afrin’e yönelik saldırının iç politika hesaplarıyla gündeme getirildiği, cumhurbaşkanlığı seçiminin bu hamleyle garantilenmek istendiği kuşkusuz doğrudur. Ama bu değerlendirme yine de gerçeğin yalnızca bir yönünü dile getirmektedir. Türk burjuva gericiliği bütün kesimleriyle şu an bu savaşın arkasında. Ana muhalefet başta olmak üzere tüm öteki muhalefet partileri savaşı destekliyor. Tüm kesimleriyle büyük sermaye çevreleri, üniversiteler, Diyanet, medya, sarı sendikalar, gericiliğin çok çeşitli türden kesimleri, artık dinci-faşist iktidardan ayrı düşünemeyeceğimiz Perinçek kliği, kemalist ya da ulusalcı denilen kudurgan şoven çevreler, bunların tümü Afrin’e yönelik saldırı konusunda iktidarın yanındalar. Düzenin hemen tüm güçleri bu saldırı ekseninde birleşmiş durumdalar.
Demek ki burada AKP-MHP ittifakının kirli hesaplarından öteye bir sorun var. Bu da herkesin çok iyi bildiği gibi, Türkiye’nin kendi içindeki Kürt sorunudur. İçerde bir Kürt sorunu olduğu içindir ki dışarda Kürtlerin her kazanımı onlar için içe dönük gerçek ya da potansiyel bir tehlike ve tehdit sayılıyor. Kürt halkının kazanımlarından duyulan büyük bir korku, bu korkunun ürünü bir saldırganlık var. Bu durum gerçekte düzenin Kürt sorunu konusundaki açmazını ve aczini gösteriyor. Sorunu çözemiyorlar, biraz olsun tatmin edip yatıştıramıyorlar. Kürt hareketini küçük kırıntılara razı edemiyorlar, büyük tavizler ise verebilecek durumda değiller. Böyle olunca kısır ve sonuçsuz bir politika olarak ezmek yoluna gidiyorlar. Bu da sorunu çözmüyor, yalnızca zaman kazandırıyor. Sorunsa sürüncemede kalıyor ve çok geçmeden daha da büyümüş olarak yeniden karşılarına çıkıyor.
Bu derin tarihsel kökleri olan yapısal bir açmaz ve halen Türkiye’nin bütün bir bölge politikasını esir almış durumda. İçerde Kürt sorunu olmasaydı, Suriye ya da Irak’ta Kürt sorununu bizzat Türk devleti kışkırtırdı, bundan kuşku duyulmamalı. Yıllardır din, kültür, mezhep vb. etkenleri kullanarak Suriye’yi bölmek isteyenler, bunu aynı biçimde Kürt sorunu üzerinden de yaparlardı. Gelgelelim Türkiye’nin kendi içinde de bir Kürt sorunu var. Üstelik de devasa boyutlarda.
İsrail’i bir yana koyar ve Mısır’ı saymazsanız, bugün Ortadoğu’nun iki güçlü devleti Türkiye ve İran’dır. İkisinde de ciddi bir Kürt sorunu var ve bu sorun kritik anlarda onların politika ve tercihlerinde önemli, hatta belirleyici bir rol oynayabiliyor. AKP yönetimindeki Türkiye bütün bir Suriye savaşı boyunca Ortadoğu’da bir “Sünni eksen” inşa etmeye yöneldi. Suudi Arabistan, Katar ve Körfez şeyhlikleriyle girilen sıkı ilişkiler, cihatçı çetelere verilen tüm destek, Irak’ın içişlerine kaba müdahale, Güney Kürdistan bölgesel yönetimiyle kurulmuş ilişkiler vb., tümü de bu amaca yönelikti. Ama Güney Kürtleri bağımsızlık referandumunu gündeme getirince, İran’ı hedef alan bu eksen bir anda bütün bir anlamını yitirdi. Kürtlerin bağımsız devlet girişimini bloke etmek üzere yerini bu kez Türkiye-İran eksenine bıraktı.
İran ve Türkiye, salt milliyetçi ya da dinci karakterin belirlediği rejimler değil. Temelde burjuva sınıf egemenliğine dayalı kapitalist devletler bunlar. Kim başa gelirse gelsin, egemen sınıf olarak burjuvazinin genel çıkarlarını gözetebildiği ve yönetebildiği ölçüde ve sürece iktidarda kalabilir. Burjuvazinin temel ve bütünsel çıkarlarına hizmet etmek zorundadır her rejim, kendine özgü karakteri ve hedefleri ne olursa olsun. Ama burjuvazinin çıkarları ve tercihleri kendi içinde farklılaşabildiği gibi zaman içinde de değişebiliyor. Dün burjuvazi Kürt sorununu yatıştırıp denetim altına alabileceği inancıyla devlet bünyesinde buna direnen güçleri etkisizleştirmeye yönelmiş, ardından bunu “çözüm süreci” izlemişti. Bugünse bölgesel düzeyde büyüyen Kürt hareketini etkisizleştirmek üzere, aynı burjuvazinin bütün kesimleri yeni bir çizgide birleşiyorlar. AKP’nin başarısı ise her iki dönemden de kendi amaçları doğrultusunda en iyi biçimde yararlanabilmesi olmuştur.
Dış savaşı iç politikaya alet edenler, dış savaşlardan hareketle içerde konumlarını güçlendirmeyi umanlar, çoğu kere kumar da oynamış olabiliyorlar. Tarihte bunun çok örneği var. Çarlığın Japonya’ya açtığı savaş Rus devriminin yolunu kesmek içindi ama tersinden onu ateşleyen bir rol oynadı. Türkiye’de bugün yakın bir devrim ihtimali elbette yok. Ama toplumun bir kesimi için Tayyip Erdoğan rejimini yıkmak gibi son derece güncel bir sorun var. Afrin saldırısı tam da bunu engellemek, hiç değilse geciktirmek amacına dayalıdır. Fakat bunun ters tepmesi de ana ihtimallerden biridir. Afrin saldırısının muhtemel bir başarısızlığı AKP iktidarının düşüşünü kolaylaştırır ve hızlandırır. O gözü dönmüş ulusalcıların, sözümona Kemalistlerin, Kürt düşmanı laiklerin göremediği bu. Ya da görüp de temenni etmediği bu. Yeter ki Kürtleri ezsin, varsın iktidarını korusun diye de düşünüyor bazıları.
Ulusal sorunlar, savaşlar ve devrimler
Kürt halkı küçük tavizlerle yatıştırılabilecek durumda değil. Bedeller ödeyerek ulaştığı gelişme düzeyinin ardından Kürt hareketi çok şey istiyor. Sonuçta sorun böyle sürünerek kalıyor. Sürünen sorun bu arada toplumu da çürütüyor yazık ki. Türk gericiliği Kürtlerin temel haklarını tanımaya yapısal bir tutumla yanaşmıyor, doğası gereği yanaşamaz da.
Ezilen uluslar temel haklarına barışçıl yollarla kavuşamıyorlar. Ulusal sorunların özgürlüğe ve eşitliğe dayalı gerçek demokratik çözümü her zaman ancak devrimlerle olanaklı olabilmiştir. Ezilen uluslar ulusal kölelikten ya devrimlerle kurtuluyorlar, ya da büyük emperyalist savaşların ardından oluşan yeni güç dengeleri onlara burjuva ulusal bir devlet olmak olanağı sağlıyor. İlk duruma örnek, Rusya’da Ekim Devrimi ya da daha sonraki bir evrede Yugoslavya Devrimi’dir. İkinci duruma örnek, birinci emperyalist dünya savaşı sonrasında imparatorlukların çökmesiyle, Orta Avrupa’da, Balkanlar’da ve Ortadoğu’da bir dizi yeni ulusal devletin ortaya çıkışıdır.
Kürt halkı bugüne kadarki kazanımlarını Kürt hareketinin devrimci döneminde, devrimci konum ve yönelimler sayesinde elde etti. Hala da bunun birikimleri üzerinden götürülüyor işler. Siyasal çözüm arayışları da devrimci sürecin bu birikimlerinin basıncı altında gündeme geldi. Ama Kürtler küçük tavizler istemiyor, Kürdistan coğrafyasını kendileri yönetmek istiyor. Bu tümüyle meşru bir istem, ama Türk burjuva gericiliği buna kategorik olarak yanaşmıyor. Büyük umut ve beklentilere konu edilen o sözümona “çözüm süreci” bunu herkese yeterli açıklıkla yeniden göstermiş oldu.
Amerikan emperyalizmine bağlanan umutlar
Kürt burjuva milliyetçiliği için bu açmazın alternatifi, sınıfsal doğası gereği devrim olamıyor. Bu durumda umutlar emperyalist nüfuz mücadelelerinin bölgenin statükosunda yaratabileceği altüst oluşlara bağlanabiliyor. Son yirmibeş-otuz yıldır Barzani ve Talabaniler’in çizgisi bu olageldi. ABD emperyalizminin bölgeye 2003, ardından özellikle de 2011 müdahaleleri, Suriye Kürt hareketi içinde de bu eğilim ve beklentiyi besleyip güçlendirdi.
Fakat burjuva bakış açısıyla bile burada temel önemde bir değerlendirme hatası var. Türkiye’nin Ortadoğu’daki konumu Irak ve Suriye ile kıyaslanabilir değil. Irak ve Suriye uzun on yıllardır batı emperyalizmiyle sorunlu, İsrail ile düşman ülkelerdi. Türkiye ise bu aynı dönemde batı emperyalizminin bölgedeki jandarma ülkelerinden biri ve siyonist İsrail’in de en yakın müttefiki oldu. Siyonistlerin ‘80’li yılların başına ait artık deşifre olmuş gizli planlarında hem Suriye hem Irak’ın en az üçe bölünmesi öngörülüyor. Oysa Türkiye kuruluşundan beri İsrail’in Ortadoğu’daki en yakın müttefiki. Ekonomik ve ticari ilişkiler kadar politik, askeri ve istihbarat ilişkiler alanında da bu böyleydi ve görünürdeki söylemlere rağmen gerçekte hala da böyle. Mavi Marmara’ydı, Filistin’di, Gazze’ydi, bunların hiçbiri AKP döneminde bile Türkiye’nin İsrail ile ekonomik ve ticari ilişkilerini etkilemedi. Tam tersine, bu sorunların yaşandığı döneme paralel olarak daha da güçlendi.
Türkiye Amerikan emperyalizminin bölgedeki en önemli dayanaklarından biridir. İncirlik’ten Kürecik’e bölgeye yönelik en önemli saldırı üsleri Türkiye toprakları üzerindedir. Amerikan emperyalizminin amacı Türkiye’yi bölmek değil, bölünmüş Suriye ve Irak’taki Kürtleri Türkiye ile aynı safa sokmak, Türkiye’yi buna razı etmektir. Güney Kürdistan üzerinden başarılan ve Türkiye’de “çözüm süreci”yle hedeflenen, ABD payına tam da buydu. Ama bunun pek de kolay olmadığını bu sürecin başarısızlığı göstermiş bulunuyor.
Güney Kürdistan bağımsızlık referandumu döneminde AKP Diyarbakır Milletvekili Galip Ensarioğlu, ki bir dönem Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası başkanlığı da yapmış bir kapitalisttir, en açık sözlerle bunun teorisini ve savunusunu yaptı. Türkiye Güney Kürdistan’ın bağımsızlığına karşı çıkmakla ve Kerkük politikasıyla yanlış yapıyor; gerçekte bu gelişme Türkiye’nin de lehinedir, Kerkük petrolleri Araplarda kalacağına bırakalım Kürtlerin elinde kalsın, bu yarın Türkiye’nin eline geçmesi demektir, diyordu. Bu adam Kürt burjuvazisi adına konuşuyor ve tam olarak Barzani’nin eğilimini dile getiriyordu. Yabana atılır bir düşünüş tarzı değildi bu. Ama Türk burjuvazisi buna cesaret edemiyor. Zira bölge çapında 40 milyonluk nüfusu temsil eden birleşik bir Kürdistan’ın yarınından emin olamıyor. Haksız da sayılmaz. Burjuva gericiliği bugün kendi arasında belli güç dengeleri içerisinde anlaşır, ama yarın güç dengeleri değişince bu işlerin ne olacağı belli olmaz. Halklar birbirlerine güvenebilirler ama farklı ülkelerin burjuvazileri birbirlerine kolay kolay güvenmezler. Bunun için Türk burjuva gericiliği ürküyor ve risk almak istemiyor.
Bugün belli başlı Kürt partileri bölgesel düzeyde umutlarını ABD emperyalizmine bağlamış bulunuyorlar. Amerika büyük bir devlet, yanısıra İsrail de var diye düşünüyorlar. Ama dünyada güç dengeleri değişti, bunu unutuyorlar. Sistemde ciddi bir hegemonya krizi var ve bu ABD’nin eski konumunu yitirmesinin bir göstergesi. ABD artık varlığı ve tutumuyla, rakip güçleri durdurabilecek bir konumda değil. Halep savaşı bunu bir kez daha teyit etti. ABD üçüncü dünya savaşı tehditleri savurduğu halde Rusya’yı durduramadı. Güney Kürdistan bağımsızlık referandumunu izleyen olayları ise seyretmekle yetindi. Bu örnekler ABD emperyalizminin artık dünkü konumunda olmadığını, artık her istediğini yapamayacağını ya da yaptıramayacağını gösteriyor.
Kürtler sonuçta kendilerine faturası ağır olabilecek bir politika izliyorlar. Daha önce İngiliz gazeteci Partrick Cockburn’den pasajlar aktarmıştım. Suriye Kürtlerinin fazla bir seçeneği yok; IŞİD ile mücadelede kullanıldılar, şimdi de ortada bırakılacaklardır diyordu. Almanya’nın önemli ve etkili gazetesi Frankfurter Allgemeine Zeitung da farklı düşünmüyor. Ortadoğu’da büyük devletler aralarındaki husumet ve stratejik anlaşmazlıkların faturasını her zaman Kürtlere çıkardılar, şimdi de öyle olacak diyor. Bunu, yazının başlığı üzerinden, “Yüzyıllık Oyun” olarak niteliyor. Emperyalistler yüzyıldır Kürtleri yeri geldikçe hep kullanırlar, amaçlarına ulaştıklarında da harcarlar. Bu neredeyse kural haline gelmiş durumda.
Amerikan emperyalizmi halen olanaklı olduğunca Türkleri ve Kürtleri bir arada idare etmek istiyor. Ama Türk gericiliği bunu kabul etmiyor ve kendini dayatıyor. Ya biz ya onlar diyor. Tayyip Erdoğan Ortadoğu’da kimlerle ittifak yapılacağını, yapılması gerektiğini demek istiyor, göstereceğiz onlara diyor. ABD emperyalizminin zorlandığı bir noktada Türkiye’yi seçeceğinden kuşku duyulmamalı. Kürtlerin satışı da işte böyle durumlarda gündeme geliyor.
Türkiye’nin Afrin’e saldırısının hemen öncesinde tutup Afrin bizim bölgemiz değil, bizi ilgilendirmiyor dediler (ABD böylece Türkiye’nin saldırısını cesaretlendirdi diyor Partrick Cockburn). Türkiye’ye, Rusya’yı razı edebiliyorsan ya da çiğneyebiliyorsan, buyurun müdahale et demeye getirdiler. Yükü olduğu gibi Rusya’nın üstüne bıraktılar. Zorlu kirli pazarlıkların ardından Türkiye Rusya ile anlaştı, hava sahası açıldı ve müdahale başladı.
Suriye Kürtleri ikisini de idare ederiz diye bakıyorlardı ama çatışma sert, kavga çok büyük. Öyle ikisini bir arada idare etmek Kürtlerin gücünü çok aşar. Rojava yönetimi Ruslara atıp tutuyor ama hala da ABD’ye tek laf söylememeye özen gösteriyor. Oysa Karayılan saldırının hemen arkasından, bunun Amerika tarafından anlaşılmaz biçimde çanak tutulmuş bir provokasyon olduğunu tüm açıklığı ile dile getirdi. Amerika Türkiye’yi kışkırtarak Rusya’yı sıkıntıya sokacağını umuyordu muhtemelen. Rusya da alacağını aldı, Türk devletine buyurun geçin dedi. Kürtlerin hamisi ben değilim deyip kapıları açtı. Rusya tepeden tırnağa emperyalist bir devlet, buna kuşku yok. Emperyalist mantık içinde de kendi çıkarlarına bakıyor. Suriye rejimi ile Kürtlerin arasını bularak özerklik vaadi çerçevesinde Kürtleri Amerika’dan koparmaya çalıştı, sonuç alamayınca da bu yeni yolu tuttu. Türk devletinden alacağı tavizlere baktı.
Taktik tavizler ama bunlar. Türk burjuvazisi ABD ve NATO’yu terk edip Rusya’nın safına katılacak değil. Tayyip Erdoğanlar da bu ülkede kalıcı değil. Türkiye gericiliğinin tüm temel güçleri iliklerine kadar Amerikancı. Bugün AKP çatısı altında birleşmiş dinci gericilik de dahil buna. AKP bugün farklı nedenlerle Amerika ile sorunlu. Ama fırsatını bulduğu her durumda bu ilişkileri onarmaya da bakıyor. Yakın dönemde sayısız işaretini gördük bunun. Amerikalılar İdlib’deki bir olayı bahane edip Suriye havaalanlarını bombaladığı zaman, Tayyip anında, biz kendi cephemizden Amerika’nın müdahalesine destek vermeye hazırız dedi. Bu cepheden Rusya’nın karşısına geçmeye hazırız demekle aynı anlama geliyordu.
Rusya ile kalıcı bir birlik kuramaz Türkiye. Bunun tarihsel ve toplumsal bir temeli yok. Türkiye, elinde kendince meşru nedenler olduğu halde, batı emperyalizminin Türkiye’deki varlığına dokunmuyor ve bu elbette rastlantı değil. İncirlik, Kürecik, Diyarbakır, Batman, Konya, İzmir ve daha başka illerdeki çok özel askeri üsler ve tesisler olduğu gibi duruyor. Dahası halen gündelik olarak kullanılıyor. NATO’nun ve ABD’nin Türkiye’deki varlığına karışmak bir yana, bunun tartışması bile yapılmıyor. Tayyip Erdoğan, bana mecbursunuz, benim alternatifim yok, diktatörlüğümü tanıyın, anlaşalım diyor. Tayyip Erdoğan’ın sözcüsü, yapılan gizli görüşmelerin ardından, ABD ile aramızda, stratejik ittifakımızın hassasiyetle sürdürülmesi konusunda tam bir mutabakat var diye açıkladı. Gerisi bu arada olup bitenler konusunda birbirini idare etmek ve olayların seyrine bağlı olarak ne yapacağına karar vermektir.
AKP iktidarı burada ikili bir oyun oynuyor. Afrin’e yönelik saldırının sağlayacağı imkanlarla ABD ve NATO ile ilişkilerini düzeltmeye de bakıyor. Müdahale bir pazarlık zeminini yarattı, bundan pekala ilişkilerin düzelmesi çıkabilir. Tayyip Erdoğan, kiminle ittifak yapılacakmış, göstereceğiz onlara diyor, gerçek müttefikleriniz biziz, demek istiyor. Bir dizi açıklamada durmadan batılı emperyalistlere zeytin dalı uzatılıyor.
Bu dengeyi, tüm bu kirli hesapları ve pazarlıkları, bozabildiği kadarıyla yine de Rojava’nın direnişi bozar. Fakat bunun da belli sınırları var. Suriye Kürtleri Amerika ve İsrail’in cesaretlendirmesiyle, kendi güç ve olanaklarını aşan çok riskli işlere girdiler, kendi meşru coğrafyalarının dışına taşarak omuzlarına taşıyamayacakları yükler aldılar. Şu an en büyük açmazları da bu.
Ortadoğu’da Amerika gidici halklar kalıcı. Bu bölgede Amerika’ya ve İsrail’e alet olmaktan daha beter bir şey olamaz. Kürt politikacıları AKP rejiminin Kürtlere yaptığını siyonist İsrail’in Filistinlilere yaptığı ile kıyaslamaktan özenle kaçınıyorlar. Muhtemeldir ki siyonist devleti incitmemek için. Afrin işgalinin Gazze’den ne farkı var demiyor kimse. Halbuki Türkiye kamuoyu önünde Tayyip Erdoğan’ı, AKP gericiliğini etkili bir şekilde teşhir edebilmek için çok yerinde bir kıyaslama alanı bu. Siyonist şefler Filistin’de, Gazze’de, Batı-Şeria’da ne yapıyorlardıysa, işte şimdi AKP şefleri Afrin’de ya da Türkiye Kürdistanı’nda aynısını yapıyorlar...
(Türkiye Komünist İşçi Partisi Merkez Yayın Organı EKİM'in Mart 2018 tarihli 311. sayısından alınmıştır...)