Emperyalizmin Ortadoğu’ya müdahalesi ve Kürtler
Bugün Ortadoğu’da yaşananlar 1991’de Sovyetler Birliği’nin yıkılışıyla başladı. Sovyetler Birliği sahneden çekilince, tek süper devlet olarak kalan ABD, dünyaya istediği biçimde çeki düzen vererek yeni konumunu kalıcılaştırmak için özel stratejiler geliştirdi ve planlamalar yaptı. Bunlar içinde Ortadoğu doğal olarak özel bir yer tutuyordu. Öteki rakip emperyalist devletler toparlanmadan Ortadoğu’da tam hakimiyet kurmak, Rusya’nın Sovyetler Birliği’nden kalma etkisini hepten kırmak, petrol ve enerji kaynakları üzerindeki denetimini genişletip pekiştirerek böylece öteki batılı emperyalistleri kendine tabi tutmak, bu arada siyonist İsrail’i mümkün mertebe rahatlatmak, ABD’nin bölgeye yönelik olarak izlediği stratejinin hedefleri arasındaydı.
Bütün bu hedefler doğrultusunda harekete geçmek için Sovyetler Birliği’nin resmen dağılması bile beklenmeden, 1991 yılı başında ilk Körfez Savaşı gündeme getirildi. Irak’ın beli kırıldı. Filistin sorunu denetim altına alındı. FKÖ, İsrail’i tanımak ve devrimci demokratik programını terk etmek zorunda kaldı. Filistin halkı sürekli çoğalan yerleşim bölgeleriyle delik deşik edilmiş Batı Şeria’ya ve Gazze Şeridi’ne mahkum edildi. Emperyalizm ve siyonizm bu ilk savaş hamlesiyle önemli başarılar elde ettiler.
Ama bu onlar için hiç de yeterli değildi. Yeni düzeyde bir yeni müdahaleyi 11 Eylül saldırılarını bahane ederek 2003’te gündeme getirdiler. Yarım kalan Irak işini bununla tamamlamak istiyorlardı, bir biçimde tamamladılar. Bugünkü birçok sorun bu saldırıların oluşturduğu yeni zeminde kendini gösterdi ya da yeni biçimler kazandı. Kürt sorunu yüz yılı aşkın, Filistin sorunu ise yetmiş yıllık bir geçmişe sahip. Ama bu sorunların son yirmi-yirmi beş yıllık seyri, Ortadoğu’ya yapılmış emperyalist müdahalelerle sıkı sıkıya bağlantılı oldu.
2003 yılına kadar Suriye’de sözü edilebilir bir Kürt hareketi yoktu. Ulusal bir bilinç, kültürel bir duyarlılık belki vardı ama etkin bir politik hareket yoktu. Güney Kürdistan’daki tarihi mücadelenin yanısıra Türkiye’de Kürt özgürlük mücadelesinin ‘90’lı yıllarda ulaştığı boyutlar, Suriye Kürtlerini zaman içinde politize etti. ‘90’lı yıllar boyunca PKK Suriye Kürtleriyle yakından ilgilendi; yine de 2003 yılına kadar, Suriye Kürtleri, daha çok Türkiye’deki Kürt mücadelesinin militan kaynağı ve lojistik destek alanı olarak kaldı.
2003’te Irak’a yapılan emperyalist müdahale bunu temelden değiştirdi. Bu müdahalenin Irak’la sınırlı kalmayacağı, sırada Suriye’nin de bulunduğu söyleniyordu o zamanlar. Bu beklenti Suriye’de Kürt hareketini özellikle canlandırdı. Nitekim PYD’nin kuruluşu 2003, yani tam da ABD’nin Irak’a emperyalist saldırısının hemen sonrasıdır. 2003 önemli bir dönüm noktasıydı. Bunun sonuçlarını biliyoruz. Irak’ta Kürtler sonradan anayasal bir onay da bulacak olan özerk bir yönetim kurdular. Bu tüm bölge Kürtlerini umutlandırdı ve ABD emperyalizmine ilişkin hayallerini besledi. Ama o aşamada Ortadoğu’ya müdahale Irak’la sınırlı kaldı. Irak direnişinin de basıncı altında, ABD emperyalizmi daha fazlasını göze alamadı.
Üçüncü bir dönüm noktası, 2011 yılında patlak veren ve “Arap baharı” olarak anılan gelişmeler oldu. Olaylar Tunus ve Mısır’daki isyanlarla başladı. Ortadoğu’da diktatörleri devirmek zordur, ama hiç de imkansız olmadığı 2011’de görüldü. Tunus’ta Bin Ali’yi, Mısır’da Mübarek’i ayağa kalkan kitleler devirdiler. Yozlaşmış diktatörlüklere karşı iktisadi, sosyal ve siyasal nedenlere dayalı gerçek birer patlamaydı olaylar. Öylesine büyük bir cereyandı ki kısa süre içinde bütün bir bölgeyi sarstı. Fas’tan Güney Kürdistan’a kadar tüm bölge kitle hareketlerine sahne oldu. Bahreyn ve Yemen’de bu halk isyanları biçimini aldı.
Aynı sarsıntı bu arada başka bazı hoşnutsuzlukları, hesapları ve çatışmaları da harekete geçirdi. Emperyalistler gelişmelerden kendi çıkar ve hesapları doğrultusunda yararlanmaya yöneldi. Öteki bazı ülkelerdeki hoşnutsuzlukları gerici temellerde kışkırttılar. İşe Libya’dan başlandı. Kaddafi yönetimine karşı dinci gerici akımlar harekete geçirildi. Hemen ardından aynı şey Suriye’de oldu. ABD ve batılı emperyalistlerin özel çabalarıyla ve bölgedeki taşeron devletler kullanılarak bu ülkede hala sürmekte olan gerici iç savaşın önü açıldı. Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve Körfez Emirlikleri’nin ortak çabası, finansmanı ve silahlandırmasıyla dinci-cihatçı güçler savaş alanına sürüldü.
Etnik ve mezhepsel kimlikler üzerinden Suriye ve Irak’ı en az üçer parçaya bölmek, iyi bilinen eski bir siyonist stratejik plandı. 2003 emperyalist müdahalesi Irak’ta buna uygulama alanı kazandırmıştı. 2011 olayları ise sıranın Suriye’ye geldiğinin bir fırsatı sayıldı. Ülke büyük bir insani ve maddi yıkıma uğratıldı. Yüzbinlerce insan öldü ya da sakat kaldı. Milyonlarca insan yerinden yurdundan oldu. Suriye boydan boya harabeye döndü. Her şeye rağmen sakin kalan ve yıkımdan kendini kurtarabilenler Kürt bölgeleriydi. Kürtler rejimle akıllıca bir uzlaşmayla, kendi bölgelerini denetim altına aldılar. Rejimin yapabileceği bir şey yoktu; cihatçı çetelere katılmayı reddeden Kürtlerin kendi yaşam alanlarını denetim altına almasını ehveni şer olarak gördü.
Bu genel tabloyu gözden kaçırırsak, sahnenin bütününü ve ana aktörleri unutursak, olup bitenleri yerli yerine oturtamayız. Burada başlangıçta büyük bir emperyalist plan vardı. Adına önce BOP, ardından GOP denildi. ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice açıkça ve fütursuzca, Ortadoğu’da 25 devletin sınırları yeniden çizilecek diyebilmişti. Bunu yapabileceklerini sanıyorlardı. Ama Irak direnişi zorlu çıktı, ABD kendi gücünün sınırlarını görmekte gecikmedi ve o aşamada Suriye’ye müdahaleye cesaret edemedi. Bu fırsatı onlara 2011 yılındaki Tunus ve Mısır halk isyanlarını izleyen olaylar yarattı.
Kürtler uzun bir süre kendi meşru alanlarını tuttular, kendi kitlelerini eğitmeye, örgütlemeye, muhtemel risklere karşı savunmaya hazırladılar. Bu aşamada yapabilecekleri en iyi şey de buydu. Emperyalistler ve Türk devleti Kürtleri Esat rejimine karşı cepheye dahil etmek için her şeyi yaptılar. Kürtler yıllarca buna inatla ve doğru bir tutumla direndiler. Bunu yapacak bir takım işbirlikçi Kürt örgütler yaratılmaya çalışıldı ama bunlar PYD karşısında tutunamadı.
Fakat durum Kobani sonrasında temelden değişti. IŞİD üç yönden ilerleyerek sonunda gelip Kobani’ye dayandı. Gerçekte IŞİD Rojava üzerine kirli hesaplarla sürülmüştü. Kışkırtmanın gerisinde Türk devleti ve ABD vardı. Hesapları nispeten farklıydı. Türkiye Kürtlerin ezilmesini, kazanımlarının tasfiyesini istiyordu. ABD ise tüm çabalara rağmen Suriye karşıtı cepheye katılmayan Kürtleri kendine mecbur bırakmak istiyordu.
Kürtler Kobani’de direndiler ve kazandılar. Bu direnişin yankıları çok büyük oldu. Dünya ölçüsünde ve halklar nezdinde Kürtlere sempatiyi büyüttü. Kürtler tüm dünyanın gözüne IŞİD’e karşı direnen güç olarak göründüler. Ama bu başarının kendisi olayların sonraki seyrinin gösterdiği gibi bir handikaba da dönüştü. Zira Kürtlerin ABD emperyalizmiyle yakın ilişkilerinin temelleri de böylece atıldı. Kobani çok kritik bir durumdayken, ABD yardımı Kobani sonrasında kendisiyle birlikte IŞİD’e karşı savaş şartına bağladı ve PYD’nin nihayet buna onay vermesinin ardından Kobani’ye yardıma başladı. (Fehim Taştekin’in toplamında Kürtlere sempatiyle bakan kitabında ayrıntıları var.) Başlangıçta denize düşen yılana sarılır misali, taktik bir uzlaşmaymış gibi göründü bu ilişki. Ama zamanla bunun köklü bir politika değişikliği olduğu açığa çıktı.
ABD yıllarca Suriye’de IŞİD üzerinden yol almış, sonunda bu kirli ilişki artık ayyuka çıkmıştı. IŞİD dünya ölçüsünde lanetli bir örgüt olarak biliniyordu. Dahası bir noktadan sonra soruna da dönüşmüştü. İşler artık onunla götürülemezdi. Bu koşullarda Suriye Kürtleri ile ilişki bir andan ABD için büyük bir imkana dönüştü. Ortadoğu’nun bu en dinamik, en temiz, IŞİD’e karşı en dirençli ve kadını da savaştıran prestijli hareketi, bir anda ABD emperyalizminin müttefiki haline geliverdi. Kürtlerle ilişki, o güne kadar cihatçı örgütlerle boğazına kadar kirli ilişkilere batmış ABD için bir tür temiz kağıdı işlevi de gördü. Yıllarca IŞİD ve türevlerini besleyenler, bir anda Kürtler ile birlikte Ortadoğu halklarını IŞİD belasından kurtaran devlet rolüne soyundular ve bunda önemli bir başarı da elde ettiler. Bu ilişki ve Kürtlerin muazzam fedakarlıkları, gelinen yerde ABD emperyalizmini Suriye’de yeniden etkin konum tutan bir güç haline getirdi.
ABD emperyalizminin sözcüleri, Afrin saldırısını hemen önceleyen günlerde ve durduk yerde, Fırat’ın bütün bir doğusunda sınırları korumak için 30 bin kişilik ordu kuracaklarını ilan ettiler. Bu, Suriye’yi artık resmen de bölmek niyeti anlamına geliyordu. Olayları bir anda azdıran bu beyan oldu. Bölgede Amerikan varlığı düne kadar IŞİD ile mücadele üzerinden meşrulaştırılıyordu. Oysa IŞİD’in beli kırıldıktan hemen sonra, 30 bin kişilik sınır koruma birlikleri kurmaktan, dolayısıyla da Suriye’ye kalıcı biçimde yerleşmekten söz ediliyordu. Amerikan emperyalizmi, Fırat’ın doğusunda kalan bütün bir alanda ve Türkiye ile Irak sınırları boyunca kendine yeni bir kalıcı egemenlik alanı yaratmak peşinde olduğunu açıkça ilan ediyordu.
ABD Suriye’yi dün Halep merkezli olarak bölemedi, bugün Fırat eksenli olarak bölmek istiyor. Kürtler sayesinde IŞİD’i güney sınırlarına kadar sürebildi. Savaşa yörenin Arap aşiretleri de dahil edildi ama Kürtler savaşın motor gücüydü. Kürtlerin o deneyimli, gözü pek militan sürükleyici gücü olmasaydı, IŞİD bu kadar kolay temizlenemezdi ilgili bölgelerden. Ama yarın Kürtler burada bir ihtiyaç olmaktan çıkar, ABD aynı işi, başarabilirse eğer, yörenin Araplarıyla, Arap aşiretleriyle götürmek ister. Bu kuşkusuz kolay değil. Zira çok geçmeden yörenin Arapları pekala Suriye devletinin bütünlüğüne de yönelebilirler.
Halen bir tarafta karşı karşıya duran iki emperyalist büyük güç olarak Rusya ve Amerika var. Öte tarafta Kürt sorunu konusunda olağanüstü hassas Türkiye ve İran var. Türkiye ve İran, Irak yönetimiyle de işbirliği halinde, bağımsızlık referandumuna tavır aldılar ve sonuçta bu girişimin ezilmesini sağladılar. Amerikan emperyalizmi Güney Kürtlerinin güya hamisiydi, ama olup bitenleri izlemekle yetindi. Türkiye ve İran birlikte ağırlık koyduklarında ABD’nin bunun karşısına dikilecek gücü olmadığı açığa çıktı.
ABD emperyalizminin bölge gericiliği karşısında Güney Kürdistan’ı bu denli kolay ortada bırakmasını değerlendiren TKİP 30. Yıl Konferansı, her bakımdan daha zayıf olan Rojava için tehlikenin daha büyük olduğuna işaret etmişti. Güney Kürtleri kırk yıldır ABD emperyalizmine hizmet ediyorlardı, buna rağmen yararını göremediler. Onlardan her bakımdan daha zayıf bir konumda olan Rojava Kürtleri bunun acısını haydi haydi çekerler. Şimdi bu noktaya gelinmiş görünüyor.
Bölgenin Kürdistan’ı aralarında bölüşmüş gerici devletleri bağımsız bir Kürdistan’a kesin olarak karşılar. Böyle bir tehlike karşısında aralarındaki sorunları hızla unutup Kürtlere karşı birleşebiliyorlar. Güney Kürdistan bağımsızlık referandumu bunu bir kez daha gösterdi. Kürt sorununun ulaştığı boyutlar ve Kürt hareketinin kazandığı güç karşısında, belli tavizler verilebileceğini, bunun kaçınılmaz olduğunu Irak gösterdi. Kürtler burada özerk bölge üzerinden anayasal bir statü kazandılar. Aynı gerçeği bir bakıma Suriye rejimi görebilmekte, yeri geldikçe Kürtlerle uzlaşma eğilimini açığa vurmaktadır. Ama bağımsızlık arayışı çok başka bir şey. Bu anında tüm bölge gericiliğini kenetliyor.
Kürtler Amerikan planlarına uyarak o kadar geniş bir coğrafyaya yayılmakla, kendi omuzlarındaki yükü sadece çoğalttılar. Böylece bir yandan bütün bölge gericiliğini azdırdılar. Suriye’nin petrolünü, doğal gazını ve tarımsal bölgelerini kontrol eden bir Kürt devleti korkusu, Kürdistan’ı bölüşmüş devletleri bu sorun üzerinden yeniden birleştirdi. Öte yandan bu aynı olgu, Kürtleri bölge halkları nezdinde ABD’nin hizmetinde hareket eden kuşkulu güç durumuna düşürdü.
Suriye’de bu saatten sonra kimse Kürtlerin kendi topraklarındaki egemenliğini engelleyemezdi. Ama onlar, ABD ile ilişkilere girerek, Amerikan planlarının bir parçası haline gelerek kaldıramayacakları bir yükün altına girdiler. Bundan çıkış kolay da değil. Amerika Kürtlerin güçlerini, donanımlarını, konumlanmalarını, askeri sırlarını, neredeyse her şeyini biliyor. Bunlar Amerika’nın elinde bir koz olarak duruyor. Çok zor bir açmazın içinde Kürtler. Kısa dönemli olarak en büyük şansları yine de rejimle uzlaşma olabilir. Suriye’nin bütünlüğü içerisinde kendi bölgelerine egemen olmaları çok büyük bir kazanım olur onlar için.
(Türkiye Komünist İşçi Partisi Merkez Yayın Organı EKİM'in Mart 2018 tarihli 311. sayısından alınmıştır...)