Özellikle de 2000’li yıllardan itibaren giderek yaygınlaşan, çoğu durumda halk isyanları ve ayaklanmaları boyutuna ulaşan kitle hareketleri günümüz dünyasının olağan gelişmeleridir. Artık her an ve her yerde beklenebilen bu “olağan gelişmeler”, son olarak 2019’un Ekim ayında ve dünyanın dört bir yanında art arda patlak vermişti. Şimdi bunun yeni bir örneğiyle karşı karşıyayız. Koronavirüs salgınının aylardır adeta “hayatı durdurduğu” koşullarda, Amerika’da hunharca işlenen bir cinayetin tetiklemesiyle büyük bir kendiliğinden sosyal patlama yaşandı.
ABD’nin Minneapolis kentinde George Floyd’un, ırkçı polis(ler) tarafından büyük bir canavarlık ve acımasızlıkla boğularak öldürülmesi, siyahiler başta olmak üzere Amerika halkını ayağa kaldırdı. Bir iki günlük sessizliğin ardından, ırkçı cinayetin işlendiği kentte başlayan gösteriler hızla ülke çapına yayılarak isyana dönüştü ve “Amerika’da iç savaş” değerlendirmelerine neden oldu. Çürümüş kapitalizmin kalbi ve salgın karşısındaki çöküşün-acizliğin merkezi olan ABD’de Trump’ı korkudan Beyaz Saray’ın sığınağına kapatan bu büyük isyan dalgası, siyahi direnişi olmaktan çıkmış durumda. Siyahilerden fazla “beyazların” yer aldığı, çatışmaların ön saflarında daha çok beyazların olduğu söylenen bu büyük kalkışma, tüm Amerika işçi ve emekçilerinin kapitalist barbarlığa karşı isyanıdır. “Adalet yoksa barış da yok!”, “Nefes alamıyorum!” sloganları, isyanın öne çıkan şiarlarıdır.
Siyahilere karşı adeta sıradanlaşıp olağanlaşan ve sistematik biçim kazanan ırkçı polis şiddeti ve cinayetleri karşısındaki büyük öfke patlamaları elbette ki ilk kez yaşanmıyor. Ama böylesine de tanık olunmadı. Dalga dalga Amerika’nın 70’i aşkın kentine yayılan, Beyaz Saray’ı kuşatarak Trump’a saklandığı sığınakta korku terleri döktüren, polis karakollarını basarak ele geçirip ateşe veren, arabalarını hurdaya çeviren, kimi kentlerde polisin kontrolü kaybetmesine neden olan, AVM’ler, McDonald’s, Burger King ve Starbucks’ların yanı sıra kapitalizmin simge ve sembolleri olan binaları yakan ve yüzbinleri kapsayan bu türden bir isyanın, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Amerika’da ilk defa yaşandığı ileri sürülüyor.
ABD Başkanı Trump, cinayetin ardından cinayetle ilgili konuşmaktansa Twitter üzerinden, “Radikal Solu’un çok zayıf Belediye başkanı Jacob Frey”e saldırmayı tercih etti. Frey’in şehri kontrol altına almaması durumunda “Ulusal Muhafızları gönderiyorum ve işi düzgün bir şekilde yapıyorum” ifadeleriyle kudurganlık sergiledi. İlerleyen süreçte ise “Yağma başladığında, atış başlar” diyerek dişini gösterdi. Beyaz Saray’ın önündeki göstericileri kastederek, “Beyaz Saray’ın çitlerini aşsalardı hayatımda gördüğüm en saldırgan köpeklerle ve en uğursuz silahlarla karşılaşacaklardı” türünden meşrebine uygun tehditler savurdu. Şimdilerde ise “Radikal Sol’un ve Antifaşistlerin” isyana önderlik ettiği iddiasıyla, Antifa’yı terör örgütü olarak yasaklanmaya hazırlanıyor ve orduyu devreye sokacağını söylüyor. Bir polis şefini bile “Söyleyecek yapıcı bir sözün yoksa çeneni tut” dedirtecek denli isyan ettiren Trump, günlük olarak kudurganlığını sergileyen ve şiddeti teşvik eden densiz açıklamalar yapmaya devam ediyor.
Cinayeti işleyen polisin açığa alınması ama üç gün boyunca tutuklanmaması, Amerika’da siyahlara yönelik ırkçılığın boyutlarına da bir kez daha ayna tuttu. İlgili polis(ler) “Boğulma nedeniyle ölmüş olduğu konusunda hiçbir olguya rastlanmadı” gibi bir arsızlıkla Adlı Tıp Kurumu tarafından da temize çıkarıldı. Sicili şiddet içeren suçlarla dolu olan polis, ülkeye yayılan ayaklanma karşısında ve elbette ki öfkenin yatıştırılması amacıyla ancak üçüncü gün tutuklandı. Beyaz Saray yönetimi, hizmetindeki katilin üçüncü dereceden cinayetle yargılanacağını açıklamak ve bir adım geriye çekilmek zorunda kaldı. “Kasıt ya da planlama olmadan, dikkatsizlik, kaza gibi nedenlerle ölüme sebebiyet verenlere yönelik suçlamaların en hafifini” içeren üçüncü derece cinayet suçlaması ise polis cinayetlerinin arkasındaki gerçek faili göstermektedir.
Eylemler boyunca uygulanan kesintisiz polis terörü, binlerce kişinin tutuklanması, uygulanan olağanüstü haller ve sokağa çıkma yasakları, Beyaz Saray’ın hamleleri vb. manevralar isyanın yayılmasını ve büyümesini engelleyemedi. Cinayetin işlendiği Minneapolis ve başka bazı kentlerde göstericileri yakalayan polis yakaladıklarını şehir otobüsleriyle karakollara taşımak istemiş, ama otobüs şoförleri “Bizim kendi sınıfımızdan birisini polis için karakola götürmeyeceğiz” diyerek, polis direktifini reddetmişlerdir. Miami gibi kimi yerlerde ise göstericiler önünde diz çöküp af dileyen polis görüntüleri yansıdı. Üniformalarını çıkarıp göstericilere katılan ve istifa eden polislerin varlığı da basına yansıyanlar arasındaydı. Trump’ın Ulusal Muhafızları da diz çökenler kervanına katıldı. Tüm karalama ve kriminalize etme çabalarına rağmen bu büyük isyanın yarattığı sempati ve etki, başka ülkelere de sıçradı. Birçok ülke cinayeti lanetleyen ve isyanla dayanışma içeren eylemlere sahne oldu.
Büyük birikimin ardından gelen bir patlama
Korona salgınından önce başlayan ve salgınla birlikte şiddetlenen ekonomik kriz, büyüyen eşitsizlikler, işsizlik, yokluk ve yoksulluk, sosyal yıkım saldırıları, sağlık alanındaki çöküntü ülkeyi boydan boya kaplamış durumda. Salgınla birlikte ve sadece bir iki ay içinde 40 milyon insan işini kaybetti, milyonlarcasının da kaybedeceği söyleniyor. Amerika’nın birçok kentinde “açlık” çeken insanlar “Gıda Bankaları”nın önünde parasız yemek alabilmek için kilometrelerce uzanan kuyruklar oluşturuyor. Yakın zamana kadar düşünülmesi mümkün olmayan bu görüntüler, 1929-1933 yıllarındaki “Büyük Buhran” sırasında yaşananlarla kıyaslanıyor. Sadece bir hafta içinde 120 bin kişinin gıda yardımı alması “tarihi bir olay” olarak tanımlanırken, 20 milyonu aşkın insanın gıda yardımı almaya muhtaç hale geleceği ileri sürülüyor.
Bunların yanı sıra güvencesizlik, sağlık sigortasından ve sağlık imkanlarından yoksunluk, konutsuzluk, sosyal ve ahlaki çöküntü vb. gibi olgular, Amerika toplumunun en temel gerçekleridir. Salgın koşullarında ağırlaşan bu sorunlara yine salgın koşullarında yanıtlar verildi. Bir dizi fabrikada iş durdurma ve fiili grevler yaşandı. Amazon’un New York-Queens merkez deposundaki işçiler bir gün iş durdurdu. Belediye otobüs şoförleri fiili greve gittiler. Liman işçileri sağlık ve güvenlik önlemi olmadığı için fiili greve çıktılar. Çağrı merkezi işçileri ücret düşüklüğüne ve çalışma koşullarına isyan ederek iş durdurdular. Aynı eylemler inşaat ve elektrik işçilerini de kapsadı. McDonald’s işçileri, şirketin sabun, eldiven ve maske temin etmemesi üzerine iş durdurdular. Çöp toplayıcıları yeterli koruyucu giysi sağlanmamasına tepki göstererek, virüse karşı yıpranma tazminatı istemiyle fiili greve gittiler. Pandemi sırasında eldiven, maske ya da önlük gibi kişisel korunma gereçleri sağlanamadığı için hemşirelerin sokaklara dökülmesi de iki-üç haftalık bir olay.
Bunlara, bizzat Beyaz Saray’ın izlediği ve özendirdiği politikaların da bir sonucu olarak ırkçılığa ve polis cinayetlerine karşı verilen büyük mücadeleler de eklenmelidir. 2017’de yaşanan büyük kitlesel direniş bunların son halkasıydı. Virginia eyaletinin Charlottesville kentinde, Amerikan İç Savaşı’na katılan ve savaş döneminde kölelik sistemini savunanların sembol isimlerinden olan General Robert E. Lee’nin heykelinin kaldırılmasını vesile eden ırkçı ve Neonazi gruplar harekete geçmiş ve sert çatışmalar yaşanmıştı. Devlet destekli ırkçı güruh püskürtülmüş ve heykel fiilen yıkılmıştı. Salgın döneminde de Polis vahşetine sıkça rastlandı.
Amerika işçi ve emekçileri ağır sömürü ve çalışma koşullarına, eşitsizliklere, işsizlik ve yoksulluğa, yok sayılmaya ve horlanmaya, ırkçı-faşist kudurganlığa ve aşağılanmaya, ırkçı cinayetlere, adaletsizliğe karşı büyük bir öfke ve hoşnutsuzluk biriktiriyordu. Salgının ağırlaştırdığı sosyal ve ekonomik sorunlar, katlanılmaz boyutlardaki ırkçılık, Amerikan toplumunda gerilimleri ve patlama dinamiklerini besliyor, salgının ortaya çıkardığı kapitalist dehşet yanıcı maddeler biriktiriyordu. Özetle, Amerika emekçileri kapitalist barbarlık altında “nefes alamaz” hale gelmiş durumdaydılar. Bütün bunların ardından gelen ırkçı cinayet, adeta patlamanın fitilini ateşledi. ABD’yi bir yangın alanına çevirdi ve isyan bir haftayı geride bırakacak bir soluk gösterdi. “Tarihi köle pazarı binası”nı da tutuşturan göstericiler, simgesel ve anlamlı bir mesaj da vermiş oldular.
“Yağmacı olan sizlersiniz”
İsyanın aktivistlerinden Tamika Mallory’a ait olan bu sözler, Amerika tarihinin ve bugününün iyi bir özeti olduğu gibi eylemcilerin bilincine de bir örnektir. Dolayısıyla televizyon ekranlarına taşınan görüntüler, isyanın içeriğini, çapını ve hedeflerini yansıtmaktan tümüyle uzaktır. Yansıtıldığı ve sunulduğu gibi, söz konusu olan hedefsiz ve başıboş grupların amaçsız şiddet eylemleri ve yağması değil, sistematik biçim kazanmış bulunan polis terörü ve cinayetlerine, acımasız kapitalist sömürü ve yağmaya, yıkım ve vahşete karşı sergilenen militan bir karşı koyuştur. Yüzbinleri kapsayan dev kitle patlamalarında amacı aşan aşırılıklar yaşanıyor olsa bile bu, isyanın meşruluğunu asla gölgeleyemez. Provokatörlerin iş başında olduğu ve bizzat polis ve gizli teşkilatlarca örgütlenen birçok provokasyonun göstericiler tarafından engellendiği, provokatörlerin saflardan atıldığı da bilinmektedir.
Amerikan burjuvazisinin, bu halk ayaklanmasını gözden düşürmek ve kriminalize etmek için başvurmadığı ve vuramayacağı yöntem kalmayacaktır. Azgın bir devlet şiddeti ve terörü, mide bulandırıcı bir kirli propagandayla iç içe yürütülecektir. Halihazırda olan da budur. Eylemcileri başıboş sokak kabadayıları ve yağmacılar olarak sunan “ensesi kalın milyarder bozuntusu faşist Trump”a dünyanın gündemine oturan anlamlı cevabı aktivist Tamika Mallory verdi. “İnsanları kışkırtıp camları kıran ve binaları ateşe veren kişilere para ödeyip aramıza salıyorsunuz” diyerek, burjuvazinin bilindik her zamanki kirli yöntemini teşhir eden, provokatörlere ve provokasyonlara dikkat çeken Mallory, “Gençler karşılık veriyorlar, öfkeliler! Bunu durdurmanın kolay bir yolu var. Polisleri tutuklayın, Polisleri cezalandırın. Bütün polisleri cezalandırın. Bazılarını değil… Sadece Minneapolis’te olanları değil. Halkımızın öldürüldüğü Amerika’nın tüm şehirlerindeki polisleri cezalandırın. Onları her yerde cezalandırın. İşinizi yapın.” sözleriyle yüzbinlerin talebine sözcülük etmektedir. Mallory konuşmasının sonunda ise Amerikan sermayesinin suratına bir kırbaç gibi şaklayan şu sözleri haykırdı:
“Siyahi insanlar özgür değil ve bundan yorulduk. Bize yağmalamadan bahsetmeyin. Yağmacı olan sizlersiniz. Amerika siyahi insanları yağmaladı. Buraya geldiklerinde Amerikan Yerlileri’ni yağmaladılar. Yağmacılığı sizden öğrendik. Şiddeti sizden öğrendik. Eğer bizden daha iyisini bekliyorsanız, önce siz bunu yapın!”
1492’den 1886 yılına kadar geçen süre içinde 70 milyon Kızılderili’yi kıyımdan geçiren ve dünya imparatorluğunu aynı zamanda yerli halkın kemikleri üzerinde inşa eden Amerika, tarihin gördüğü en yağmacı, en ırkçı ve en katliamcı devletidir. Kendi işçi ve emekçileri bir yana, bugün de sömürüp yağmalamadığı yeryüzü parçası yok gibidir. Savaşlarla, iç savaşlarla, işgallerle, tezgahladığı askeri faşist darbelerle şiddet ve terörün, katliamların görülmemiş örneklerini sergileyen en büyük haydut devlettir Amerika. Irkçılığın tarihsel ve toplumsal temelinin de güçlü olduğu bir ülkedir. Tarihsel arka planı bir yana bırakılırsa bugünkü ırkçılığın siyasal ve toplumsal zemininin neler olduğu yeterince açıktır ve özellikle de Trump yönetimi altında bu sürekli olarak güç kazanmaktadır.
ABD kamuoyunun büyük bir bölümü tarafından “küstah ve ensesi kalın bir faşist” olarak tanımlanan Trump, yabancı, göçmen, İslam, kadın ve LGBTİ düşmanlığı, siyahlara karşı nefret vb. ırkçı söylem ve propagandayla başkanlık koltuğuna oturmuştu. Bugüne kadar yaptığı da budur ve onun yönetimi altında bu politika özellikle güç kazandı. “Ensesi kalın faşist milyarderler”in mali desteklerinin yanı sıra Beyaz Saray’ın da koruma ve kollaması altında ırkçılık ve faşizm güç kazanıyor ve yargılanmayacağı inancıyla polis cinayetleri olağanlaşıyor.
Bugünkü isyan ve ayaklanmaların bilinen sınırları
Onyıllardan beridir dünyanın dört bir tarafında pek de beklenmedik zamanlarda ve beklemedik biçimler içinde patlak veren büyük halk hareketleri, isyan ve ayaklanmalar döne döne önderlik boşluğunun yakıcılığını ortaya koymaktadır. Önderlik ihtiyacı karşılanmadığı sürece bu büyük kalkışmaların sınırları, açmazları, zayıflıkları ve akıbeti ortadadır. Devrimci önderlikle kucaklanmadığı sürece “bütün bu toplumsal patlamalar hep belli dar sınırlar içinde kalacak, ya ezilecek, ya kendiliğinden sönümlenecek ya da egemen sınıf kliklerinden biri tarafından kullanılacaktır.” (Devrimin güncel çağrısı: İşçi sınıfı ekseni ve önderliği, www.tkip.org)
Teorik bakış açısının yanı sıra onyıllardan beridir kendini döne döne ortaya koyan bu temel önemdeki düşünce, devrimci partilerin bugünkü yükümlülüklerini de hatırlatmaktadır. Daha büyük sosyal patlamalar beklenmedik anlarda ve biçimlerde önümüzdeki dönemlerde de geleceğine göre, yükümlülük planında can alıcı olan bunlara bugünden hazırlanmaktır. Elbette ki aslolan, yükümlülükleri tekrarlayıp durmak değil, gereklerini yerine getirebilmektir.
Devrimci hareketin, mevcut durumunu aşamadığı ve buna uygun bir yöneliş içine girmediği sürece, patlak veren olaylar üzerinde herhangi bir etkide bulunma şansı olamaz. Dolayısıyla şimdiden yol yürümenin imkanlarını zorlamak, güçler biriktirip mevziler kazanmak, örgütsel olarak güçlenmek, gelmekte olana yön, hedef ve program kazandırmak, önüne düşüp önderlik etmek devrimci-komünist hareketin güncel sorumluluğudur. Zira devrimci partilerin bilinçli ve örgütlü müdahalesi olmadığı sürece bu türden hareketler karşısında yapabilecek fazlaca bir şey olamaz.
Dünya ölçüsünde sınıf ve kitle hareketlerinin isyan ve ayaklanmalar biçiminde yaşandığı ve yaşanacağı bir tarihsel evrenin en temel zayıflığı, halihazırda bu hareketlere önderlik edebilecek, kapasitesi güçlü devrimci sınıf partilerinin olmamasıdır. Alman devrimi ve Almanya’da devrimci partinin yokluğu vesilesiyle “gerçi yığınların güçlü bir devrimci hareketi bu yanlışı düzeltebilir, ama bu olgu, büyük bir talihsizlik ve büyük bir tehlike olarak kalıyor” diyen Lenin, bugün için de orta yerde duran “talihsizlik ve tehlikeye” olduğu gibi, bunun aşılacağı umuduna da ışık tutmaktadır.