ABD polisi, siyah George Floyd’u, 25 Mayıs 2020’de ensesine 8 dakika 46 saniye diziyle bastırarak katletti. Kameralar önünde gerçekleşen katliam, önce ABD’de ve giderek birçok ülkede, özellikle Avrupa kıtasında kitlesel protestolara yol açtı. Kitleler, demokratik kitle örgütleri, sendikalar bir yana, devlet ve hükümet temsilcileri (hatta ülkemizdeki ırkçı-faşist rejimin şefi Recep Tayip Erdoğan bile) “üzüntülerini” dile getirdiler. Irkçılığın ne kadar “kötü ve insanlık dışı” olduğunu twitlediler. Gecikerek de olsa Donald Trump da bu koroya katıldı. Trump, George Floyd’un ailesi ile konuştuğunu ve mükemmel bir aile olduğunu söyledi.
Floyd’dan yaklaşık bir ay önce, 28 Nisan 2020’de, 17 yaşındaki Suriyeli genç Ali El Hemdan Adana’da polisin dur ihtarına uymadığı iddiasıyla, kalbinden vurularak öldürüldü. Adana Valiliği şüpheli polisin açığa alındığını ve olayın kaza olduğunu duyurmuştu. Çete devletinin başı Recep Tayip Erdoğan ise öldürülen Ali El Hemdan’ın babasını arayarak taziye dileklerini iletmiş ve “Suriyeli kardeşlerimiz” nakaratını tekrarlamıştı.
İnsan bir anda Adana’da Recep diyarında mı, yoksa Minneapolis’te Trump diyarında mı olduğunu şaşırır hale geliyor. Katliamın ardından söylenen sözlere, dökülen timsah gözyaşlarına ve riyakâr açıklamalara bakınca ne diyeceğini bilemiyor. Sanki George Floyd’un ensesinde, Ali El Hemdan’ın yüreğinde hissettikleri ölümü Trump’la Erdoğan yaşamış hissine kapılıyor. Oysa ABD’de George Floyd sonrası iki siyahın daha polis tarafından katledilmiş olması, siyahlara yönelik devlet terörünün devam etmesi, Türk sermaye devletinin her türlü ilerici muhalefete karşı sürdürdüğü devlet terörü ve Kürdistan’da kirli yöntemlerle bodrumlarda katlettiği Kürt gençlerinin taze anısı, Erdoğan ve Trump’a net bir ayna tutuyor.
George Floyd’un katledilmesinin ardından dünya genelinde kitleler halinde sokağa çıkan işçiler, emekçiler ve gençlik, sadece George Floyd katliamını protesto etmekle kalmıyorlar. “Herkes kendi kapısının önüne bakmalı” diyerek, kendi devletlerini ve hükümetlerini de sorguluyorlar. Tarihe, uzak geçmişe bile bakmak gerekmiyor. Halihazırda Avrupa’nın ortasında insanlar etnik kökenlerinden dolayı saldırıya uğruyor, işyerleri basılıyor ve kurşunlanarak öldürülüyorlar. 2019 yılında, sadece Almanya’da göçmenlere yönelik 9.500 civarında ırkçı saldırı gerçekleştirildi. Ki, bunlar resmi kayıtlara geçenler. Gerçek sayının daha yüksek olduğu söyleniyor, biliniyor.
İsviçre’nin riyakar “göçmen politikası”
Toplumun “Herkes kendi kapısının önüne bakmalı” diyerek, devleti ve hükümeti sorguladığı yerlerden biri de İsviçre. İsviçre’nin çeşitli kentlerinde, 300 kişiden fazla insanın pandemi nedeniyle bir araya gelmesinin hala yasak olduğu bir dönemde, George Floyd’un katledilmesi vesile edilerek Basel, Cenevre ve Zürich gibi büyük kentlerde on binlerce işçi, emekçi ve genç sokağa çıktı. Kitleler ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını protesto etmekle kalmıyor, İsviçre’nin bugününe ve ırkçı geçmişine de ayna tutuyorlar.
Bundan tam 50 yıl önce, Haziran 1970’te dönemin faşist Nationale Aktion (Ulusal Hareket) lideri ve milletvekili James Schwarzenbach, o dönem sayıları nüfusa oranla yüzde 16 olan göçmenlerin sayısını yüzde 10’la sınırlamak için yüz bin imza toplayarak, konunun halk oylamasına sunulmasına yol açtı. Schwarzenbach İnisiyatifi olarak tarihe geçen bu girişimle, göçmenlere karşı tam bir cadı avı başlatıldı. En büyük göçmen kitlesini oluşturan İtalyanlar direk hedef alındı. Göçmen çocukları okullara, kreşlere alınmamaya ve dışlanmaya başlandı. Göçmenler sözlü ve fiziki saldırılara maruz kaldılar. Birçok restoran ve eğlence mekanı kapılarına “Köpekler ve İtalyanlar giremez” levhaları astılar. Dönemin hükümet kabinesinde yer alan sosyal demokrat bakanlar ve sosyal demokratların himayesinde olan İsviçre Sendikalar Birliği (Schweizerische Gewerkschaf Bund) gibi “işçi sendikaları” bile Schwarzenbach İnisiyatifi korosuna katıldılar. Bütün bu desteğe rağmen, halk oylamasına sunulan öneri yüzde 54 oyla reddedildi. Reddedildi edilmesine ama, çok sayıda göçmen de “mahalle baskısına” tahammül edemeyerek İsviçre’yi terk etti.
Tüm düzen partilerin ve sendikaların desteğine rağmen nasıl olmuştu da Schwarzenbach İnisiyatifi reddedilmişti? 50 yıl aradan sonra geriye dönüp baktığımızda bu sorunun cevabının İsviçre’de kapitalist gelişmede gizli olduğunu görüyoruz. O dönem Avrupa’da olduğu gibi İsviçre’de de kapitalist tekellerin büyük işgücüne ihtiyaçları vardı. Bu nedenledir ki kapitalist tekeller ve sermaye kuruluşları Schwarzenbach İnisiyatifi’ne karşı çıkmakta bir an olsun bile tereddüt etmediler. Patron kulüpleri ve kapitalist tekeller lafı dolandırmadan “yabancılar giderse çöpümüzü kim toplayacak, tuvaletlerimizi kim temizleyecek, inşaatlarda kim çalışacak, yolları kim yapacak” diyerek, hem Schwarzenbach İnisiyatifi’nin reddedilmesini istemiş hem de ve daha önemlisi de göçmenlere yapacakları işlerin sınırlarını çizmişlerdi.
İnsanlık dışı çelişki
Burjuva kapitalist devletlerin, dolayısıyla İsviçre’nin göçmen politikası söz konusu olduğunda tam bir ikiyüzlülük olduğunu görüyoruz. Göçmenlerin İsviçre’de yaşamayı seçmek gibi bir hakkı yoktur. Tersine, İsviçre, göçü kendi ihtiyaçlarına göre yönetme hakkını kendinde görüyor. Bunun en bariz örneği 8 milyon nüfusu olan bu ülkede 300 bin kağıtsız göçmen kitlesinin olmasıdır. Her türlü sosyal haktan yoksun bir şekilde, en tehlikeli ve en ağır işlerde çalıştırılan bu göçmen kitlesi, toplumun gölgesinde yaşamaya zorlanıyor, görmezlikten geliniyor.
İnsanlık dışı olan şey, bir yandan ülke ekonomisini beslemek için yüz binlerce insanı ülkenin zenginlik harcı olarak kullanmak, diğer yandan yabancı düşmanlığını tırmandırmak için dolgu malzemesi yapmakta tereddüt etmemektir.
“Önce İsviçre!” ama sürekli İsviçre!
Hatırlanacağı üzere Donald Trump’ın seçim kampanyasının temel sloganı “Önce Amerika”ydı ve Trump’ın ne cins bir “göçmen dostu” olduğu biliniyor. İsviçre’nin göç politikasının temel ilkesi de “Önce İsviçre” ama sürekli İsviçre olmuştur.
Tüm burjuva kapitalist devletler gibi İsviçre de “Yabancı ineği ahırda tutmadan sağmak” yönteminden yeterince yararlandı ve yararlanmaya devam ediyor.
Bu aşağılayıcı ve ikiyüzlü tutumları sermaye temsilcilerini, kimi zaman “Ekonomimizi ayakta tutuyorlar onlara ihtiyacımız var” diyerek “göçmen dostu” olmaya zorlarken, kimi zaman da “İşsizliğin ve krizin nedeni göçmenlerdir, önce İsviçre! Yabancılara ihtiyacımız yok” şeklindeki ifadelerle “büyük yurtsever” kesilmeye itiyor.
Schwarzenbach İnisiyatifi üzerinden bakıldığında, 50 yıl aradan sonra, tüm burjuva kapitalist devletlerin olduğu gibi, İsviçre’nin de göçmenler söz konusu olduğunda bir arpa boyu yol almadığı görülüyor. Dün nerede duruyorlardı ise bugün de aynı yerde duruyorlar: Yalan, dolan, sömürü ve talan…