ABD’de George Floyd’un polis tarafından hunharca katledilmesinden sonra başlayan kitlesel protesto eylemleri dünya geneline yayıldı. Yaygınlaşan eylemler, ırkçılığa, emekçileri bölmenin ideolojik aleti olarak kullanılan milliyetçiliğe ve insanların inançlarını sömürmeyi amaçlayan dinciliğe karşı mücadelenin sorunlarını yakıcı kılıyor. İşçi ve emekçi halk hareketleri yükseldikçe burjuvazi bu kirli silahlara daha çok başvuracaktır. Üzerinden çok zaman geçmeden, ABD’de yükselen ırkçılık karşıtı eylemlerin “dış güçler” tarafından provoke edildiği demagojisi yapıldı. Türkiye’de, bu “dış mihraklar” masalına oldukça alışkınız. ABD tarafından aynı argümanların dile getirilmesi yadırgatıcı olsa da bu bizlere farklı ülkelerin burjuva sınıflarının, emekçi halk hareketlerine karşı sürdürdükleri savaşta argümanlarını aynı aşağılık, kirli cephanelikten aldıklarını gösteriyor.
Eline aldığı İncil’le meydanlara çıkan Trump, protestocuları “haydutlar” olarak adlandırıp, “Az önce Vali Tim Walz ile konuştum ve ordunun sonuna kadar onunla beraber olduğunu söyledim. Herhangi bir güçlük olursa kontrolü sağlarız ama yağma başlarsa ateş açma da başlar.” diyerek, korkusunu ve kinini kustu. Kitle hareketi ise tehditler karşısında geri çekilmek bir yana dünya çapında yaygınlık kazandı. Hareketin basıncı altında kalan ABD Genelkurmay Başkanı Mark Milley yüzsüzlük yapıp, George Floyd’un “vahşice öldürülmesi” karşısında öfkeli olduğunu söylüyordu. Yüzsüzlüktür, zira protestoculara “haydutlar” diyerek saldıran Trump’ın arkasında duranlardan biri de Milley’di.
Gelişen olaylar üzerine yüzsüzlük onunla da kalmadı. ABD Temsilciler Meclisi’nde bir grup Demokrat Parti üyesi, Kongre’de diz çökerek, ırkçı polisler tarafından katledilen George Floyd’u andı. Erdoğan gibilerinin de içinde yer aldığı sermaye devletlerinin başkanları, başbakanları bile cinayeti riyakarca kınamak zorunda kalarak, diz çöktüler.
George Floyd cinayetinin işlendiği Minneapolis Kent Konseyi, ırkçılıkla suçlanan yerel polis teşkilatını lağvedip yerine “yeni bir kamu güvenliği modeli” inşa etme vaadinde bulundu. Barack Obama döneminde başkan yardımcısı ve Demokratların başkan adayı olan Joe Biden ise utanmazca, Floyd’un öldürülmesinin “ülkede hala var olan köklü bir sistemli adaletsizlik döngüsünün parçası” olduğunu söyledi. Halbuki Obama döneminin Adalet Bakanlığı da katil polislere federal suçlamalarda bulunmayı reddederek, polis cinayetlerini aklama yolunu tutmuştu.
Diğer dehşet verici polis şiddeti olaylarında olduğu gibi Floyd’un öldürülmesinde de ırkçılığın bir rol oynadığı kuşkusuz doğrudur. Bununla birlikte aslolan, ırkçılığın hangi zeminde hayat bulabildiğini, ırkçılığın hangi sınıfın elinde ve hangi amaçlar için öldürücü bir silah olarak kullanıldığını açığa çıkarmak, hedefleri doğru belirlemek ve mücadeleyi doğru zeminlere oturtmaktır. Irkçılığın sınıfsal dayanağını hedeflemeyen her lanetleme girişimi, sonuç olarak riyakarlığın ötesine geçemeyeceği gibi, insanı Erdoğan, Joe Biden veya ABD Genelkurmay Başkanı Milley gibilerle birlikte ücretli kölelik sisteminin aklanmasına götürür.
ABD’de kölelik ve ırkçılık sarmalı
Kapitalizmin İngiltere’deki gelişmesi köy toplumlarını parçalayıp, köylülerin toprağa olan bağımlılığını kopartarak, onları daha gelişmesinin başında bulunan sanayi kentlerine göçe zorladı. Sanayi merkezleri yoksullaşan kırsal nüfusun ancak bir bölümünü yutabilirken, geriye kalan onbinlerce topraksız yoksul köylü, İngiltere ve İrlanda’dan ayrılmak zorunda kaldılar. İngiltere sömürgelerine, kırık dökük gemilerle, can pazarı yolculuklarla Amerika’ya göç ettiler.
Çoğunluğu “borç yüzünden köleleşmiş” göçmenlerden oluşan ilk İngiliz kasabası 1607 yılında Virgina’da kuruldu. Borçlarını ödeyemedikleri için köleleşen bu kitleye “beyaz köle” adı veriliyordu. Ağır suçluları da Amerika’ya yollayan İngilizler, bu suçluları 7-10 yıl süreyle kölelik koşullarında çalıştırıyorlardı.
İngilizlerden önce Fransa, Hollanda ve İspanya’dan da Amerika’ya gelerek Atlantik kıyılarına yerleşmiş olsalar da bu göçmenler büyük kitleyi oluşturmuyordu. “Köylülerin hala toprağa bağlı köleler olduğu, akıl almaz angaryalar altında inlediği Fransa ve İspanya’dan henüz bu tür bir göç başlamamıştı. Onların sömürgelerinin nüfusları çok yavaş çoğalıyordu.” (Yakın Çağlar Tarihi, N. V. Yeliseyeva, Yordam Kitap, s. 34)
Kuzey Amerika’yı sömürgeleştiren Britanya Krallığı lordlara büyük toprak parçaları armağan ederek kendisine dayanacağı bir sosyal temel yaratıyordu. 1787-1850 yılları arasında Avrupa’dan göç eden insan sayısı 5 milyon iken, 1850-1924 yılları arasında yedi kat artarak, 35 milyona ulaşmıştı.
Avrupalıların Amerika’yı istila etmesinden önce bu topraklar üzerinde kabileler ve aşiretler halinde 2.400.000 Kızılderili yaşıyordu. Kızılderililerden aldıkları kürkleri satarak kısa zamanda zenginleşen Avrupalılar, üç yıl gibi kısa bir zamanda Kızılderililerin kökünü kazıdılar. Kızılderili kafatası getirenlere ödül vadederek kapsamlı bir soykırım gerçekleştirdiler. Geniş toprak parçalarını işgal edip, Kızılderilileri soyarak kısa zamanda zenginleşen yeni Amerikan burjuvazisin soykırımı sonucunda, 19. yüzyılda Kızılderili sayısı 240 bine düşmüştü.
George Floyd’un polis tarafından öldürülmesinin ardından başlayan ırkçılık ve polis şiddetine karşı protestolarda hedef alınan, İngiltere’nin Londra Docklands Müzesi önündeki köle taciri Robert Milligan ve Bristol kentinde utanç heykeli dikilen Edward Colston gibi köle tacirleri de Afrika’dan zincirlere vurarak getirdikleri Afrikalıları açık artırma usulüyle satıyorlardı. Köleler pirinç ve tütün plantasyonlarında zorla çalıştırılıyorlardı. Ayrıca, “köle sahipleri, Temsilciler Meclisi’nde, sahip oldukları köle sayısıyla orantılı olarak ek sandalye sahibi” de olabiliyorlardı. (a.g.e., s. 41)
Yüksek kazanç getiren köle ticareti yapan, yani “ucunda para ve kâr olan herhangi bir aşağılık işi yapmaya hazır” olan Avrupalı iş adamları (a.g.e., s. 35) için Afrika bir av alanına, Afrikalılar ise ava dönüşmüştü. Eylemler sırasında yıkılan köle pazarlarında “Satılık eşsiz zenciler; yemek pişirmesini, çamaşır yıkamasını ütü yapmasını bilen, dört çocuklu bir genç kadın; çocuklardan ikisi 12 ve 9 yaşlarında ve erkek, birisi dikiş dikmesini bilen 5 yaşında bir kız, sonuncusu ise 4 yaşında bir kız çocuk” gibi ilanlarla köleler pazarlanıyordu. Ağır çalışma koşullarından dolayı bir kölenin Amerika’daki ortalama yaşam süresi de 8-10 yıl arasında değişiyordu. (a.g.e., s. 166)
İngiltere, İngiliz burjuvazisini rekabetten korumak için Amerika’daki sömürgelerinde demir fabrikalarının kurulmasını ve dokumacılığı yasaklayarak, bu malların İngiltere’den ithal edilmesi zorunluluğunun yanı sıra yeni vergiler koydu. Bu sömürgeci yasalar zaten yoksulluk içerisinde bulunan yoksul köylü ve işçilerin öfkesinin artmasına yol açtı. Bağımsızlık savaşı için 1773 yılında “Zanaatçılar, çiftçiler ve imalathane işçileri silaha sarıldılar ve sömürgelerde komiteler örgütlediler; ama bu komitelerin yönetimi, kısa süre içinde Kuzey’de burjuvazinin, Güney’de ise büyük tarım işletmecilerinin eline geçti.” Zengin bir tarım işletmecisi olan George Washington ayaklanmanın başına getirildi. (a.g.e., s. 36)
Kuzey’in burjuvazisi Güney’in büyük tarım işletmecileriyle ittifak halinde George Washington etrafında birleşerek bağımsızlık savaşının önderliğini ele geçirseler de bağımsızlık savaşının asıl kitlesini sömürgeciliğin yükünü taşıyan zanaatçılar, çiftçiler ve imalathane işçileri oluşturuyordu. Savaşan halk yığınlarının baskısı sonunda toplanmak zorunda kalan Kongre, 4 Temmuz 1776’da Amerika’daki sömürgelerin İngiltere’den koptuğunu ilan eden Bağımsızlık Bildirisi’ni onayladı. Köleliğin bilinçli düşmanlarından Jefferson tarafından kaleme alınan bildiride, “Bütün insanlar eşit doğarlar” vurgusuyla birlikte, “İktidar olma ve hükümet kurma hakkının sadece halka ait olduğu” da yer alıyordu. Bütün iktidarın kaynağının halk olduğu düşüncesi tarihte ilk defa bu bildiride dile getirilmişti.
İngiltere’ye karşı verilen bağımsızlık savaşının yükünü emekçi halk omuzladı. Fakat örgütsüz olduğu için, bu ilkelerin hayata geçirilmesini Bağımsızlık Bildirisi’ni kabul eden Kongre’ye dikte edemedi. Kabul edilen bu ilkeler, “Kuzey’de burjuvazinin, Güney’de ise büyük tarım işletmecilerinin eline geçen” Kongre’ye köleliği kaldırtamadığı gibi, Kızılderililerin yerlerinden sürülerek katledilmelerini önlemeye de yetmedi. 1781 yılında İngilizlerin teslim olmasıyla sona eren bağımsızlık savaşı sonunda soyluların ve toprak sahiplerinin elinde olan iktidarın yerini Kuzey’de sanayi ve ticaret burjuvazisinin, Güney’de ise köleci tarım işletmecilerinin ittifakına dayanan Cumhuriyet aldı. Güney’de yürürlükte kalan köleliğin tasfiyesi için yeni bir devrimci savaş daha vermek gerekecekti.
Köleliğin kaldırılmasına giden yol
Bağımsızlıktan sonra Güney’de kölelik yayılırken Kuzey’de ise başta tekstil sanayi olmak üzere kapitalizm hızla gelişti. 1860’yıllarda sanayi ve ulaşım işerinde 1 milyon 800 bin ve kapitalist çiftliklerde ise 800 bin ücretli işçi istihdam ediliyordu. Güney’de hüküm süren kölelik sistemi Kuzey’de kapitalizmin gelişmesini yavaşlatıcı bir rol oynuyor, tekstil sanayisinin gereksinim duyduğu pamuk gibi hammaddeleri sağlamakta yetersiz kalıyordu. Ayrıca kölelik rejimi kapitalistlerin ihtiyaç duyduğu iç pazarın büyümesinin yanı sıra ucuz işgücünün sağlanmasını da zora sokuyordu. Kölelik, “ucunda para ve kâr olan herhangi bir aşağılık işi” yaparak ilkel birikimini gerçekleştiren burjuvazinin büyümesinin engeli haline gelmişti.
Köleliğe karşı genellikle siyahların tek başına verdiği mücadele, 1840’lı yıllardan itibaren giderek işçiler ve çiftçiler arasında geniş bir taban buldu. Kapitalizmin gelişmesine ayak bağı olan kölelik rejiminden kurtulmak isteyen burjuvazinin ilerici temsilcileri de köleliğin kaldırılması mücadelesinde yer aldılar. Yenilgiyle sonuçlanan çok sayıda irili-ufaklı ayaklanmalar yaşandı. Bu ayaklanmalardan birine önderlik eden ve yaralı olarak yakalandıktan sonra idam edilen Jonh Brown’ın, idam edilmeden bir gün önce, “Ben John Brown, bu alçak ülkenin iğrenç suçunu sadece kanın temizleyebileceğine kesinlikle inanıyorum” diyerek yazdığı mektubu, köleliği tasfiye etme zamanının geldiğini ilan ediyordu. Jonh Brown’ın idamı üzerine yazdığı makalede Marx, “Bence, günümüzde dünyanın en önemli olayları, Brown’ın ölümünün Amerika’da başlattığı köle isyanları ile Rusya’daki köle isyanlarıdır” değerlendirmesinde bulunuyordu.
Kapitalist gelişmenin engeli olan kölelik sisteminin kaldırılmasını vadeden Lincoln, 1860 yılında yapılan başkanlık seçimlerini kazandı. Başkan seçilen Lincoln’u tanımayan Güney’in köle sahipleri cumhuriyetten ayrılarak kölelik rejimini savunan hükümetlerini kurdular. Köle sahiplerinin “Konfederasyon” olarak adlandıran hükümetinin başkan yardımcısı, “Yeni hükümetimizin dayanak noktası, zencilerin beyazlara eşit olmadığı ve köleliğin zenciler için doğal bir durum olduğu inancıdır.” diyordu. (a.g.e., s. 170)
Köleliğe karşı verilen devrimci savaşta kendi öz örgütlerinden yoksun olarak katılan emekçiler, Lincoln önderliğinde kölelik rejiminin tasfiyesi için verilen devrimci savaşın asıl kitlesini oluşturdular. Seçimlerde başkan seçilen Lincoln ise, başkanlığını tanımayarak isyan eden Güney’in köle sahiplerinin isyanını bastırma savaşında, köleliğin radikal düşmanı olan emekçiler arasında geniş bir destek buldu.
Savaşın kritik anlarında, 1862 yılında köleliğin kaldırdığını ilan eden Özgürlük Bildirisi’yle emekçilerin ve ordudaki ilerici subayların devrimci atılımını güçlendiren Lincoln, Güney’in köle sahiplerini yenilgiye uğrattı. Devrimci savaş kazanıldıktan sonra kölelik kaldırılırken, siyahların toprak sahibi olması ve Kızılderililerin yerlerinden edilmemesi gibi vaatler ise yerine getirilmedi. Güney’de yıkılan kölelik rejimi yerini ırkçılığa bıraktı. Eşit vatandaş olarak sayılmayan siyahlara toprak sahibi olma hakları tanınmadı. Oysa kölelik rejiminin en amansız düşmanı olan siyahlar kölelik sisteminin ilgası için verilen devrimci savaşta büyük bir fedakarlıkla savaşmışlardı. Toprak sahibi olma hakkı verilmeyen 186 bin eski siyah köle orduya alınsa da bunların aldıkları ücretler beyazlardan daha azdı ve siyahlar ancak ast görevlerde yer alabiliyorlardı. Devrimci dalganın geri çekilmesine paralel olarak burjuvazi iktidarını sağlamlaştırdı. Güney’de tarım burjuvazisinin şiddet aracı olarak kurduğu ırkçı Ku Klux Klan çeteleri yeni dönemde burjuvazinin, emekçilere karşı sürdürdüğü savaşın ortak şiddet aracı olacaktı.
Köle ticareti yeni Amerikan burjuvazisinin doğumunun döl yatağı olurken, kölelik rejiminin sürdürülmesi ise tarım burjuvazisine maliyetsiz emek gücü sunarak, onun zenginleşmesini sağladı. Irkçılık gibi milliyetçilik ve dincilik ise yeni dönemde, modern kapitalist çağda, üretim araçlarının mülkiyetini elinde tutan burjuvaziye, dünün kölesi olan “özgür” vatandaşları bölüp parçalayarak modern kölelik prangalarına bağlamanın ideolojik-kültürel silahlarını verdi.
1862 yılında “Köle olmayacağım, efendi de olmayacağım. İşte benim demokrasi anlayışım” diyen Lincoln tarafından ilan edilen Özgürlük Bildirgesi’nden 100 yıl sonra, 1960’larda insan hakları mücadelesi vermek zorunda kalan Afro-Amerikalılar, 2020 yılında da hala aynı sorunlarla boğuşuyorlar. Klasik kölelik rejimi kapitalist gelişmenin önünde engeldi. “Kendi içinde bölünen bir ev ayakta kalamaz. Bu hükümetin sürekli olarak yarı köleci, yarı özgür olmayı” kaldıramayacağı (Lincoln) için tasfiye edildi. Oysa ırkçılık ve milliyetçilik kapitalist sistemin gelişmesinde burjuvazinin elindeki en önemli ideolojik silahtır ve o bu silahtan asla vazgeçmeyecektir.
O yüzdendir ki, ırkçılığa ve milliyetçiliğe karşı verilen savaş kapitalist özel mülkiyet sistemine karşı savaşla birleştirilmezse hiçbir kalıcı başarı sağlanamaz. Devrimci bir parti ve sınıf bilinçli proletarya ırkçı-milliyetçi faşist terörün geriletilmesi için verdiği mücadeleyi kapitalist sistemin temellerine yönelik mücadeleyle birleştirirken, reformistler bu mücadeleyi kendi başına amaçlaştırırlar. Bu eylemleri sistemin sınırları içerisinde tutarak ezebilmek için, gerekirse reform sözleri de vererek, Milley’den Joe Biden’e kadar uzanan elleri kanlı katilere destek sunmaktan geri kalmazlar. Köleliğin kaldırılması için nasıl ki yeni bir devrim ihtiyacı vardıysa, modern köleliğin tasfiyesinin yolu da yeni devrimden geçiyor. Tarihsel toplumsal deneyimler, döne döne yaşanan acılara son verebilmek için insanlığın önünde başka bir seçeneğin kalmadığını yeterince doğruluyor.