En son Fransa’da bir öğretmenin bir radikal İslamcı tarafından katledilmesi, AKP-MHP iktidarı ile Fransız sermaye devleti arasında, işi ambargoya kadar vardıran karşılıklı bir gerilime yol açmıştı. Daha sonra 4 kişinin katledildiği benzer bir olayın Viyana’da gerçekleşmesi, tansiyonu daha da yükseltti.
Yaşananların ardından Fransız devleti bir takım radikal İslamcı örgütlerin yanı sıra, ülkedeki “Bozkurtlar”ı da yasakladığını açıkladı. Fransa’nın attığı bu adımı Almanya ve Hollanda takip etti. Almanya ve Hollanda, ülkelerindeki ülkücü-faşist derneklerin yasaklanması için verilen önergeleri meclislerinde onayladılar. Avusturya daha önce “bozkurt işareti”ni yasaklarken, benzer adımları Belçika’nın da atması bekleniyor.
Yasaklanan Ülkü Ocakları’nın Türkiye’de halihazırda iktidarın fiili ortağı olan MHP’nin doğrudan uzantısı bir oluşum olması, yaşananların önemine işret ederken, “Neden şimdi?”, “Bu adımla ne amaçlanıyor?” gibi soruların yanı sıra ülkücü-faşistlerin geçmişteki ve günümüzdeki işlevi ile faaliyetleri hakkındaki konuları yeniden gündeme getirdi.
Faşist hareketin mimarı da emperyalizmdir
Türkiye’nin 1950’lerde Adalet Partisi döneminde NATO’ya üye olması, ABD emperyalizmiyle iktisadi, siyasi, askeri çok yönlü ilişkilerin miladı oldu. Bu aynı tarihsel dönem, ABD’nin Türkiye’de dinci ve milliyetçi örgütlenmeleri hızla inşa ettiği bir dönemdir. Türkiye’de dini gericiliğin temeli olan “Komünizmle Mücadele Dernekleri”nin yanı sıra, ırkçı-milliyetçi örgütlenmelerin de temeli bu dönemde atıldı. ABD artık sadece Türkiye’nin ekonomi ve siyasetinden değil, din ve milliyetçiliğinden de sorumluydu.
Orduda genç bir subay olan “Başbuğ” Alparslan Türkeş ve Türk ordusunun bazı başka unsurları ABD’de kontr-gerilla eğitimi aldılar. Böylece Pentagon ve CIA’nın karanlık laboratuvarlarında başlayan ırkçı-faşistlerin kanlı tarihi, Türkiye’nin dört bir yanına yayılan faşist “komando kampları”, onlarca dernek vs. gibi pratiklerle ilerleyerek, 1970’li yıllarda MHP’nin kurulmasıyla doruk noktasına ulaştı.
Türkiye’de ve dünyada dini gericilik, onun evrimleşmesinden doğan radikal İslamcılık gibi, ırkçı milliyetçiliğin de ideolojik ve örgütsel mimarı emperyalistlerdir. İşbirlikçi sermaye devleti ile birlikte onu özel bir tarzda örgütleyip büyüterek Türkiye’deki sınıf mücadelesinin üzerine saldılar. Bunun başını dönemin hegemon gücü olan ABD çekti. Fakat Osmanlı’dan bu yana hep müttefik olunan Nazi Almanya’sının da Ülkücülere mali ve ideolojik her türlü desteği verdiği biliniyor. Türkiye’nin faşistleri de örgütlenmenin her aşamasında Nazilerin zengin deneyiminden faydalandılar ve hatta onu model olarak aldılar.
Yola ırkçı, kafatasçı, Turancı “Pantürkizm” ideolojisi ile çıkan faşist hareket, zamanla milliyetçiliğin yanına “Panislamizm”i de ekledi. Böylece 70’li yıllarda partileşerek MHP’yi kuran sivil faşistler, devletin resmi ideolojisi olan Türk-İslam sentezini benimsediler. Bu yeni ideolojik sentez onların daha kolay kitleselleşmesinin önünü açtı. Artık “Tanrı dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümandılar.
Kanlı, kirli ve karanlık geçmiş
Emperyalisteler ve Türk sermaye devleti tarafından kurulan ve silahlandırılan faşist ülkücü hareket, 60’lı yıllardan itibaren sınıf mücadelesini ve devrimci hareketi yolundan saptırmak ve bastırmak için etkin bir şekilde kullanıldı. MHP’li-ülkücü faşistlerin sınıf mücadelesine verdikleri zarar, sadece işçi ve emekçileri milliyetçi ve dinci temelde ayrıştırarak zayıflatmaktan ibaret değildi. Özellikle 1970’li yıllardan itibaren, devletin resmi ve kontra güçleriyle el ele hareket eden ülkücü faşistler çok sayıda kanlı katliama imza attılar. Başta devrimciler olmak üzere mücadele eden işçileri, öğrencileri, Alevileri, Kürtleri, Ermenileri, anti-faşistleri hedef alan devletin bu paramiliter güçler, binlerce insanın hayatına mal oldular. Legal, yarı-legal, illegal, silahlı ve silahsız her türlü provokasyon, işkence ve kirli yöntemi mubah sayan faşistler tarihteki onlarca kitle katliamının da faili oldular. 6-7 Eylül 1955 olayları, 1977 1 Mayıs’ı, 16 Mart Beyazıt katliamı, Bahçelievler katliamı, DİSK başkanı Kemal Türkler’in öldürülmesi, Maraş, Malatya, Çorum, Sivas ve Gazi katliamları gibi kanlı olayların tümünde ülkücü-faşist tetikçiler aktif olarak kullanıldılar. Buna daha yüzlerce ilerici, aydın, sendikacı veya akademisyenin katledilmesi; işkence, kaçırma, tehdit, soygun vs. gibi kirli ve karanlık işler de eklenmelidir. Bazı kaynaklara göre, 1970-1980 arası on yıllık süreçte 4 binden fazla kişi bu çetelerce katledildi.
12 Eylül 1980 askeri-faşist darbesinin zemini bu tür faşist provokasyon ve katliamlarla döşendi. Neticede bu katliam çeteleri devletin verdiği rolü başarıyla oynadılar. Devrimci hareketin de yanlış yaklaşımları sonucu, sınıf mücadelesini yolundan saptırıp, olayın sağ-sol çatışması görünümüne bürünmesini sağladılar. Devrimci hareket devletten çok bu faşist çetelerle uğraşmak zorunda kalırken, devletin de “anarşi ve terörü” engelleyen hakem konumu toplumda gittikçe meşruluk kazandı.
Özellikle askeri-faşist darbe dönemlerinden sonra, kendilerine duyulan ihtiyaç azaldığında kenara itilen bu cinayet şebekeleri, her ihtiyaç duyulduğunda yeniden sahneye çağrıldılar. Darbeden sonra içeri tıkılan Türkeş’in, “Biz içerdeyiz ama fikrimiz iktidarda” sözleri, bir sitemle beraber, devletle ne kadar bütünleştiklerinin de itirafıydı aslında.
Nitekim tekrar göreve çağrılmaları uzun sürmedi. 90’lı yıllardan itibaren yükselişe geçen Kürt Özgürlük Hareketine karşı, devletin paramiliter vurucu gücü olarak yine işbaşındaydılar. Devlet, Kürt halkına karşı yürüttüğü kirli savaşın hemen tüm resmi ve sivil kadrolarını MHP ve ona bağlı Ülkü Ocakları’ndan temin etti. Devlet, “küstürdüğü” eski ülkücülerin gönlünü alarak, onlara bir kez daha kol kanat gererek “işbaşı” yaptırıyordu. 1996’da yaşanan Susurluk kazası bir kez daha, “devlet-faşist hareket-mafya ve polis”in nasıl bütünleştiklerinin resmi oldu. Dönemin başbakanı Tansu Çiller, “Devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de şereflidir” diyerek, bu kirli işbirliğini açıktan savunuyordu. Vakti zamanında Demirel de “Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz” diyerek faşist tetikçilerine arka çıkmıştı. Sol cephede bu gerçeklik, Susurluk protestoları esnasında atılan, “Kahrolsun MİT-CIA-Kontrgerilla” sloganıyla özetleniyordu.
Yeri geldiğinde vatan-millet edebiyatı yaparak anti-emperyalist geçinmeyi ihmal etmeyen ülkücü-faşistlerin tarihi, sermaye devleti ve emperyalistlerin tarihi ile aynıdır. Baştan sona kanlı, kirli ve karanlıktır. Bu cinayet şebekelerinin, vatan-millet savunuculuğuyla veya yurtseverlikle hiçbir alakası yoktur. Bu boş bir demagojiden başka bir şey değildir. Ülke boydan boya ABD üsleriyle donatılırken, ülkenin her türlü zenginliği emperyalistlere peşkeş çekilirken çıtlarının çıktığı görülmemiştir. En iyi yaptıkları şey işçi, devrimci, Alevi, Kürt ve Ermeni düşmanlığıdır. Elleri bileklerine kadar hakların kanına bulanmıştır. Bugün ise varlıklarını tümden Kürt düşmanlığına borçludurlar.
Bunların dışında ayrıca, uyuşturucu ticareti, çek senet tahsili, soygun, kara para aklama vb. geniş bir yelpazeyi kapsan her türlü mafyatik faaliyet de Türkiye’de ülkücü-faşistlerden sorulur. En iyi ürünleri Abdullah Çatlı, Haluk Kırcı, Alaattin Çakıcı, Sedat Peker ve Mehmet Ali Ağca gibi katillerdir. Kadın düşmanı olmaları ise bir başka özellikleridir. Yaşanan çoğu kadın cinayeti ve tecavüz vakasının arkasında kurt işareti yapan, sarkık bıyıklı birilerinin çıkması hiç de tesadüf değildir. Özcesi, radikal İslam gibi, ırkçı-faşist hareket de emperyalist kapitalist sitemin öz çocuğudur. Artık “değiştik” dedikleri her durumda, sahiplerinin komutuyla bu “kurtların” nasıl ileri atıldıkları çok iyi biliniyor. En son faşist çete başı Çakıcı’yı pervasızca savunmaları, ne kadar değiştiklerine iyi bir örnektir.
Palazlandıran ve yasaklayan aynı güçlerdir
Başta Almanya olmak üzere Avrupa’ya yaşanan işçi göçü ile birlikte ülkücü çeteler Avrupa’ya da taşınmaya başladılar. Almanya’da ilk ülkücü derneği 1978’de Frankfurt’ta kuruldu. Zamanla kendi aralarında birtakım ayrışmalar yaşansa bile, örgütlenme faaliyeti, Almanya başta gelmek üzere, tüm merkez Avrupa ülkelerine yayıldı.
Bugün sırf Almanya’da, aralarındaki bazı farklardan dolayı değişik isimlerle anılan Türk milliyetçisi oluşumlara ait 300’ü aşkın dernek var. Açıklanan resmi rakamlara göre, bu derneklere bağlı 18 bin kişinin olduğu tahmin ediliyor.
Ülkücü-faşistler 50 yılı aşkındır Türkiye’de ne yapıyorlarsa, 40 yıldan beri Almanya ve Avrupa’da da onu yapıyorlar. Her şeyden önce, İslamcılarla beraber toplumu milliyetçi-dinci temelde bölmeleri AB sermayesinin de işine geliyor. İkisi de anti-komünizmde birleşiyor. Yine yerli faşist hareketlerin bu tür oluşumları bahane ederek, örgütlenme ve saldırılarını arttırması da sermaye sınıfına sağladıkları temel yararlardan biridir.
Almanya’da beş partinin verdiği önergede, “Bozkurtlar” olarak bilinen ülkücülerle ilgili şunlar söyleniyor: “Ülkücülüğün kökeninde Pantürkizm ve Turanizm’e dayanan milliyetçi ve ırkçı ideoloji yatıyor. Halk arasında ‘Bozkurtlar’ olarak anılan bu grubun amacının, Balkanlar’dan Çin’e uzanan, etnik olarak homojen ve Türklerin öncülüğünde büyük bir Türk devleti kurmak. Ülkücü ideolojide antisemitizm önemli bir yer buluyor, Ermeni ve Kürtler de aşağılanıp Türklüğün düşmanı olarak nitelendiriliyor.” Tanımda bir sorun yok. Sonuçta Alman devleti bunları çok iyi tanıyor. İyi güzel de bunlar yeni böyle olmadılar ki? Faşistler 40 yıl önceki aynı faşistlerdir, bir değişiklik yok. Öyleyse değişen Almanya ve onun şahsında AB emperyalistlerinin iç ve dış politikadaki ihtiyaçları ve çıkarlarıdır. O yüzden yasak şimdi gündeme getiriliyor.
Türk sermaye devleti, özellikle AKP gericiliği döneminde, Avrupa’daki Türk nüfusu üzerinden lobi faaliyetlerini katbekat arttırdı. Başta Almanya olmak üzere Avrupa’daki binlerce cami ve yüzlerce dernek adeta MİT’in ofisleri gibi çalışmaya başladı. Faşist kadrolar özel tarza polis teşkilatlarına yönlendirilerek bunlar üzerinden istihbarat faaliyetleri yürütülüyor. Alman ordusu içinde son zamanlarda “Bozkurtçular”la bağlantılı bazı kişilerin tespit edilmesi de bu faaliyetlerin bir parçasıdır. Basında çıkan bazı haberlere göre Almanya’da 6 bin civarında MİT elemanı olduğu ileri sürülüyor. Türk sermaye devleti, ülkücü faşistler ve MİT aracılığıyla Avrupa’daki devrimci-demokrak muhalifleri tehdit ediyor. Geçtiğimiz aylarda, emekli bir MİT elemanı, Avusturya’da eski bir Yeşiller Milletvekili ve akademisyen olan Berivan Aslan’ı öldürmekle görevlendirildiğini itiraf etti.
Bütün bu çabaların doğrudan bir sonucu olarak, son dönemlerde bazı AB ülkelerinde artan İslamcı terör saldırıları ile birlikte ele alındığında, bunların kendilerine tanınan sınırları aştığını ve bu durumun Avrupalı emperyalistleri rahatsız etmeye başladığını gösteriyor.
Bu gelişmeleri, göçmen şantajı, Türkiye’deki dinci-faşist iktidarın Suriye, Libya, Irak, Doğu Akdeniz ve en son Karabağ örneklerinde olduğu gibi, izlediği fetihçi yayılmacı dış politikası tamamlıyor. Yaşanan bütün bu gelişmeler, özellikle bundan birinci derecede etkilenen ve AB’nin önemli ülkeleri olan Fransa, Hollanda, Avusturya, Belçika, Yunanistan başta olmak üzere AB’nin ağırlıklı bir kısmında, AKP şahsında Türk devletine yönelik bazı yaptırımların uygulanması yönünde taleplerin daha yüksek sesle dile getirilmesine yol açıyor.
Yaptırım uygulanması konusunda en isteksiz davranan ise Almanya’dır. Zira Alman hükümeti bugüne kadar en kritik zamanlarda AKP-Erdoğan rejimine açıktan destek vermekten çekinmedi. Buna rağmen Almanya’nın şimdilik yasaklamadan yana olmasının bir yanından AB çeperinden gelen bu baskıyı bertaraf etmek var elbette. Bundan da önemlisi, gelinen yerde artık Almanya da Erdoğan’a sınırlarının hatırlatılması ve biraz ayar verilmesi gerektiğini düşünüyor. Hakeza Biden’ın başkanlığı, AKP’nin içte gittikçe kan kaybetmesi vb. olgular da AB’ye bu adımları atmada cesaret veren unsurlardır. Almanya açısından bir başka olası hesap ise, aralık ayında yapılacak NATO ve AB zirvesinde, Türkiye’ye karşı gündeme gelmesi muhtemel daha ağır yaptırımları bu türden daha hafif “cezalarla” savuşturmak olabilir. Normalde bu tür gelişmeleri hiç kaçırmayan, iç tribünleri coşturmaya dönük hamasi nutuklar atmaya pek meraklı AKP şefi Erdoğan, bu sefer olup bitenlere sessiz kalmayı ve alttan almayı tercih ediyor. Zira Erdoğan, “Kendimizi başka yerlerde değil, Avrupa’da görüyor, geleceğimizi Avrupa ile birlikte kurmayı tasavvur ediyoruz” diyerek, o ünlü “u dönüşlerine” bir yenisini daha ekledi.
Başta Almanya olmak üzere, AB emperyalizminin sözüm ona ülkücü-faşistlere yönelik yasaklama hamleleri, bunların faşist hareket konusundaki ikiyüzlü ve sahtekar tavrının yeni bir örneğinden başka bir şey değildir. 40 yıldır bu faşist mafya çetelerinin her türlü kanlı ve kirli faaliyetlerine göz yumup kollamaları gerçeği bir yana; kendi yerli faşistlerine yönelik tek laf etmemeleri son derece ibretliktir. Güncel veriler Avrupa’da ırkçı saldırıların %700 artış gösterdiğini gösteriyor. Alman devletinin NSU cinayetleri ile en son yaşanan Hanau katliamının üstünü örtmek için ne dolaplar çevirdiği hala akıllardadır. Alman mahkemeleri daha dün Hanau’nun faili Naonazi’nin bir “şizofren” olduğuna hükmetti. Programı ve pratiği ile dört dörtlük ırkçı-faşist bir parti olan AfD’nin varlığı ve yükselişi hala “demokrasinin gereği” sayılıyor. Ona yönelik yasaklama talepleri duymazlıktan gelinerek, “yasaklarsak daha da radikalleşirler” gerekçesiyle reddediliyor vs. Bugün birdenbire “anti-faşist” kesilen aynı Avrupa burjuvazisi, mazlum Kürt halkının her türlü haklı ve meşru faaliyetlerini baskı, yasak ve terörle bastırmak için elinden geleni yapıyor. Başta Almanya olmak üzere bir dizi AB ülkesinde PKK bayrakları ile Öcalan posterleri uzun yıllardan beri yasaklı durumda. Bu yasak diğer bazı Türkiyeli devrimci örgütler için de geçerli.
Gündeme getirilen yasağı, aynı zamanda emperyalistlerin yerli faşist harekete verdiği bir taviz ve teşvik olarak değerlendirmek gerekiyor. Burjuvazi aynı zamanda bu sorunu, hayata geçirmek istediği yeni polis devleti uygulamalarının bahanesine çeviriyor. Yapılacak yeni yasal değişikliklerin ileride asıl olarak sol ve devrimci muhalefete karşı kullanılacağından şüphe yoktur. Avusturya ve Fransa’da şimdiden bunun bazı pratiklerine tanık oluyoruz. Yasağın pratikte bir karşılığı yoktur. Zira aynı güçler başka isimler altında örgütlenmeye devam edeceklerdir. Fakat her şeye rağmen, bu faşist çetelerin ideoloji ve icraatlarının geniş kitleler nezdinde teşhir olması önemlidir.
Parlamentodaki Sol Parti’nin konuya yaklaşımı da bütünlükten ve tutarlılıktan yoksundur. Onlar da verdikleri önergede tüm faşist parti ve düşüncelerin yasaklanmasından öte, sorunu sadece “Bozkurtların” yasaklanmasıyla sınırlandırarak, yani sorunu en “kabul edilebilir” yanından ele alarak, deyim uygunsa burjuvazinin eğilimlerine “oynadılar” diyebiliriz.
Faşist ırkçılığa karşı devrimci enternasyonalizm
Faşizmin ve ırkçılığın her yerde amacı aynıdır. İşçi ve emekçilerin milliyet, din, dil, mezhep temeli üzerinde ön yargılarını kışkırtarak sınıf mücadelesini sekteye uğratmak, böylece sömürü düzenine hizmet etmektir. Bu yanıyla her türlü sömürü, ayrımcılık, eşitsizlik ve önyargının sebebi olan kapitalist sistem, ırkçı-faşist hareketlerin hem yaratıcısı ve hem de koruyucusudur. Bu yüzden kapitalizm karşıya alınmadan tutarlı anti-faşist olmak mümkün değildir.
Faşizmin arkasında her zaman sermaye sınıfı vardır. Kapitalist tekeller her zaman ırkçı faşistlere açıktan veya gizli yollarla yüklü yardımlarda bulunmuşlardır. Bugün her biri “saygın” birer sermaye grubu olan Tyssenkrupp, Ford, Mercedes, BMW gibi onlarca kapitalist tekel, zamanında Hitler faşizmine destek vermek için sıraya giriyorlardı. Hitler, yükselişini ve iktidara gelmesini tamamen bu tekellerin destek ve yardımına borçludur.
Aynı desteği Türkiye’de zamanında Koçlar, Sabancılar ve Halit Narinler Turgut Özal üzerinden Türkeş’e yapmışlardır. Nitekim Türkeş öldüğünde, faşist teşkilatınınki bir yana, 2,5 milyon dolarlık bir şahsi servete sahip olduğu ortaya çıktı. Bir paylaşım kavgasına da dönüşen bu servetin akıbeti hala da belirsizliğini koruyor.
Küreselleşen kapitalizm tüm dünyada gün geçtikçe daha fazla kitlesel göçlere sebep oluyor. Ülkelerin demografik yapısı gittikçe değişiyor. Onlarca ulustan emekçiler aynı kentte veya aynı fabrikada buluşuyor. Gittikçe artan sömürü koşullarında bu durum hem faşizmin ve hem de devrimci enternasyonalizmin zeminini hazırlıyor. Burada sonucu, kimin bu zemini nasıl değerlendirdiği belirleyecektir.
Kapitalizmin bu zemini nasıl değerlendirdiğini biliyoruz. Burjuvazi her türlü farklılığı sömürü aracına dönüştürür. Örneğin göçmen insanları bir yandan ucuz işgücü olarak kullanırken, diğer yandan onları en rezil bir şekilde ırkçılığın ve yabancı düşmanlığının malzemesi yapıyor. Almanya’da “yabancı”, Amerika’da “Latin”, Türkiye’de “Suriyeli”, Fransa’da “Afrikalı”, İspanya ve İtalya’da “Mağripliler” üzerinden yapılan tam da budur. Yani faşizm boğazlaşmaya, sosyalizm ise kardeşleşmeye ve harmoniye götürür.
Burada çözücü halka, sınıf mücadelesi temelinde yükseltilecek devrimci enternasyonalist mücadeledir. Devrimci enternasyonalizm tali ayrımlar olan din, dil, ulus ve mezhep gibi ayrımları bir tarafa bırakarak, emekçileri sınıfsal temelde birleştiren biricik akımdır. Enternasyonalizm “işçilerin birliği ve halkların kardeşliğini” esas alır. Böylece, sermayeye karşı mücadele içerisinde bir yandan emekçilerin kardeşleşmesi sağlanırken, diğer yandan bu mücadelenin zaferi anlamına gelen sosyalizm koşullarında, her türlü ırkçı, dinci, faşist ve gerici akımın kaynağı olan kapitalizm temeli ortadan kaldırılmış olacaktır.