AKP çatısı altında birleşmiş dinsel gericilik, sonraki süreçte MHP ile kurduğu dinci-faşist koalisyon ile yıllardır devleti elinde ve denetimi altında tutuyor. Devleti elinde bulundurmanın da avantajıyla amaç ve hedefleri için keyfî ve sınır tanımaz, hukuk ve yasa bilmez icraatlarına sürekli olarak yenilerini ekleyen iktidar, buna rağmen hemen tüm cephelerde adeta dökülüyor. Ekonomide derin bir bunalım, pandeminin yarattığı çöküntü, siyasal istikrarsızlık, rejim krizi, dış politikada hezimet ve kişiliksizlik, burjuva siyasal yaşamda bayağılaşma, düşünce ve kültür yaşamında çürüme, dağ gibi büyüyen sosyal sorunlar ve bunlar karşısında çözümsüzlük ve çıkışsızlık... Dinci-faşist koalisyon altında yönetilen Türkiye’de varılan yer budur.
Temsil ettiği herhangi bir değer kırıntısı olmayan AKP-MHP faşist bloku, Türkiye’yi dolu dizgin batağa sürüklerken, kendisi de neredeyse tümüyle baskıya, yasaklara ve sürekli olarak tırmandırdığı devlet terörüne dayanarak ayakta kalmaya çalışıyor. Bugünkü çok yönlü kriz koşullarında yasaklar ve devlet terörü, AKP-MHP iktidarının ayakta kalmasının en başta gelen araçlarıdır. Sermaye sınıfının çıkarları gereği de daha fazla vazgeçilmez bir araç haline gelmektedir. Nitekim bu araç gitgide daha çok öne çıkarılmaktadır. Günlük yaşamdan yansıyanların ötesinde, baskı, zorbalık ve terör için yasal düzenlemeler yapılmaktadır. Polis teşkilatı ve MİT’in “terör ve toplumsal olayları” bastırmak için TSK silahlarını ve araçlarını da kullanabilmesi bunun yeni örneği olarak gündeme gelmiştir.
Kriz koşulları bir yandan işçi sınıfı ve emekçiler için sosyal yıkımın derinleşmesi ve çıplak zorun yaygınlaşması anlamına gelirken, öte taraftan da Türkiye için emperyalizme kölece bağımlılığın güçlenmesi anlamına gelmektedir. Türkiye’nin içinde bulunduğu bugünkü “çöküş” durumu, işçi sınıfı ve emekçiler için ağırlaşmış yeni bir ekonomik-sosyal fatura üretirken, Türkiye için ise, emperyalist köleliğin pekişmesini dayatmaktadır.
Emperyalizmle çok yönlü bağımlılık ilişkileri
Özellikle de son yıllarda, uluslararası ilişkiler alanında yaşanan sorunların ve uğranan hezimetlerin yanı sıra iç toplumsal yaşamda da ağırlaşıp derinleşen ekonomik, siyasi ve sosyal sorunlar AKP-MHP iktidarını bir çıkmaza saplamış, iktidarın kaybetme korkusunu büyütmüştür. Bu koşullar içinde dinci-faşist iktidarın milliyetçilik ve şovenizm üzerine kurduğu “dış güçlere karşı vatanı savunma” propagandası ve “anti-emperyalist” riyakarlık, iç politikaya dönük olarak sistemli bir araç haline getirildi.
Erdoğan, iktidar ortağı ve şürekası “Türkiye büyüyor, bizi kıskanıyorlar”, “Bize düşmanlar”, “Türkiye’yi bölmek istiyorlar” vb. hezeyanlarla, yerli yersiz ABD ve AB’ye karşı boş efelenmelerde bulunuyorlar. “Kimseden icazet alacak değiliz, bize boyun eğdiremezler” palavralarıyla ABD ve AB’ye sözüm ona meydan okuyorlar. “Bölgesel güç” ve “dünya lideri” böbürlenmeleri ve yeni Osmanlıcılık rüyalarıyla “anti-emperyalist” nutuklar atıyorlar. Böylece içeride şovenizmi tırmandırıp, dışarıda da komşu ülkelere ve halklara düşmanlık yapıp, müdahalelerde bulunuyorlar.
Bütün bunlar, yayılmacı emellerin ürünü olduğu gibi iç politika ihtiyaçları ve hedefleri gereği yapılan yalana dayalı propagandalardır. Zira Türkiye hemen tüm alanlarda ABD emperyalizmine göbekten bağımlıdır ve NATO hizmetinde savaşa girmek konusunda gözünü kırpmayacak kadar sadık bir NATO üyesidir. Türkiye’nin dört bir yanı NATO ve ABD askeri üs ve tesisleriyle doludur ve bunlar Ortadoğu başta olmak üzere halklara karşı kullanılabilecek bir savaş ve saldırı üssüdür. Türkiye aynı zamanda yıllardan beridir kapısında bekletilen AB’nin aday ülkesi olarak AB emperyalistleri ile de bağımlılık ilişkisi içindedir. Bu, Türkiye’de sıradan emekçinin bilincine kazınmış en sıradan gerçeklerden biridir.
Fakat söz konusu bu gerçek, Türk devletinin kendi özel çıkarları, ihtiyaçları ve hesapları doğrultusunda emperyalistlerden bağımsız olarak politik tercihlerde bulunmayacağı, buna uygun adımlar atmayacağı anlamına gelmemektedir. Bu kendisini dış politika üzerinde zaten göstermektedir de. Bölgede yayılmacı amaçlara sahip olan ve bunun ürünü girişimlerde bulunan Türk burjuvazisi ve onun adına ülkeyi yöneten AKP-MHP iktidarı, gerici çıkarları gereği emperyalizmin tercihleriyle uyuşmayan görüş ayrılıklarına düşebilmektedir. Emperyalist efendileriyle zaman zaman belli çelişkiler ve bunun ifadesi olan gerilimler yaşayabilmektedir. Erdoğan, “Farklı çıkarları olan ülkelerin her konuda aynı düşünmesi, aynı şekilde hareket etmesi uluslararası ilişkilerin tabiatına aykırıdır” derken elbette bir gerçeğe işaret etmiş oluyor. Kıbrıs, Ege ve Kürt sorunu, bunun örneklerinin başlıcaları arasındadır.
Dolayısıyla emperyalizmin çıkar ve tercihleriyle Türk burjuvazisinin çıkar ve tercihlerinin örtüşmediği, emperyalistler tarafından Türk devletinin kaygıları gözetilmediği durumlarda sorunlar yaşanabilmekte, ilişkiler gerilebilmektedir. Fakat bunlar esasa ilişkin sorunlar olamayacağı gibi, boyunu aşan işlere giriştiği her durumda Türk burjuva devletine, Erdoğan iktidarına boyunun ölçüsü de hatırlatılmakta, burnu sürtülmektedir. Böylesi durumlarda ise kuyruğunu kısıp ABD ve AB’ye yaltaklanmak değişmeyen davranış çizgisidir.
“ABD ile köklü, çok boyutlu ve stratejik işbirliğimiz mevcut”
Türkiye-ABD ve AB ilişkilerinin özellikle de son yıllardaki gerilimli seyri, Türkiye’nin emperyalizmle çok yönlü kölelik ilişkisi içinde olduğu gerçeğini yeniden teyit etti. ABD ve AB’ye karşı bütün afra tafralarına, boş efelenmelerine rağmen Türkiye’nin özellikle de ABD emperyalizmine -Erdoğan’ın da ifadesiyle- gerçekten de “stratejik” bir derinlikle bağlı olduğu ve hiçbir gerilimin bu “stratejik kader birliği”ni bozamayacağını gösterdi. “Anti-emperyalist” palavralarına rağmen Erdoğan, bu temel gerçeği şu ifadelerle dile getirmektedir:
“ABD’yle köklü, çok boyutlu ve stratejik işbirliğimiz mevcut. Farklı çıkarları olan ülkelerin her konuda aynı düşünmesi, aynı şekilde hareket etmesi uluslararası ilişkilerin tabiatına aykırıdır. Zaman zaman çeşitli meselelerde Amerika’yla ayrı konumlarda yer alsak da aramızdaki stratejik ortaklığın zedelenmemesine büyük önem verdik. Ancak 15 Temmuz kanlı darbe girişiminin faili FETÖ elebaşının ülkemize iadesiyle, Suriye’de PKK-YPG terör örgütünün desteklenmesi konusunda Amerikan yönetimiyle bazı sıkıntılar yaşadık. Sadece ABD de değil bazı NATO müttefiklerinin de terör örgütü PKK/PYD/YPG ile işbirliğini sürdürmesinin ve FETÖ mensuplarını himaye etmesinin ittifak dayanışmasını zehirlediği ortadadır.”
Bu aynı ifadelerin belli biçimlerde Batılı diğer emperyalistlerle ilişkiler açısında da geçerli olduğunu biliyoruz.
“Dostlarımızla ve müttefiklerimizle daha güçlü işbirliği halinde olmak istiyoruz” vurgusu yapan Erdoğan, yeni yılda “AB ile ilişkilerde yeni bir sayfa açmak istediklerini” belirterek, “Kendimizi başka yerlerde değil, Avrupa’da görüyor, geleceğimizi Avrupa ile birlikte kurmayı tasavvur ediyoruz” dedi. 2020 yılının yeterince değerlendirilemediğini belirten Erdoğan, “karşılıklı güvenin yeniden tesis edilmesi, istişare mekanizmalarının yeniden işletilmesi” gerektiğini savundu. Düzenli olarak “Türkiye-AB zirvelerini ve üst düzey diyalog toplantılarını yeniden başlatmakta fayda gördüğünü” ifade etti.
“ABD ve AB’yle iki tarafın da görmezden gelemeyeceği köklü ilişkilerimiz var. Türkiye olarak bu ilişkilerin ruhuna halel getirecek hiçbir adım atmadık, atmayız. Amerika ve Avrupalı yatırımcıları daima başüstünde tuttuk...Kapımız tüm yatırımcılara açıktır.” ifadeleri de zaman zaman ABD ve AB’ye kükreyen, anti-emperyalist pozlara bürünen “dünya lideri” Erdoğan’a aittir.
Türkiye burjuvazisi ve onun adına Türkiye’yi yöneten AKP-MHP iktidarı sözcüleri gerçekten de emperyalist köleliğin ve uşaklığın “ruhuna halel getirecek hiçbir adım” atmadıklarını ifade ederken temel bir gerçeği dile getiriyorlar.