Türkiye kapitalizmi her geçen gün ağırlaşan bir kriz batağında debeleniyor. Bunun sonucu olarak emekçi yığınlara yönelik kapsamlı saldırılar birbirini izliyor. Bu saldırılar emekçi kitlelerin yaşamında ağır bir ekonomik-sosyal yıkım yaratmış bulunuyor. Dinci-faşist iktidar, kapitalizmin yapısal krizinin ürünü olan bu yıkım tablosunu hafifletme imkanlarından yoksundur. Dolayısıyla daha ağır ekonomik-sosyal faturalar emekçi kitleleri beklemektedir.
Siyasal cephede ise faşist rejim tahkim ediliyor. Kapitalist sömürü ve çalışma koşullarının ağırlaştırılmasına, faşist baskı, zorbalık ve terörün tırmandırılması eşlik ediyor. Toplumsal muhalefete, devrimci güçlere ve Kürt yurtseverlerine yönelik saldırganlık yeni boyutlar kazanıyor. Burjuva hukuk normu adına bir şeyin bırakılmadığı, yasa ve kuralların alenen çiğnendiği keyfi ve kuralsız bir terör rejimi altında toplum adeta soluksuz bırakılmış bulunuyor.
Birçok cephede büyük açmazlar yaşayan AKP-MHP iktidarının ayakta kalabilmesi için, Kürt ulusunun eşitlik ve özgürlük mücadelesinin her yol ve yöntemle boğulması, ilerici demokrat muhalefetin, sol ve devrimci akımların ezilmesi gerekiyor. Bunun için tırmandırılan faşist şiddet ve terör toplumun üzerine büyük bir ağırlık olarak çökmüş bulunuyor. Dolayısıyla bundan kurtulmanın yolları aranıyor. Bir dizi iç ve dış etkenin bileşkesi olarak zayıf ve etkisiz bir konumda bulunan sol ve devrimci akımlar böyle bir arayışın içerisindeler. Bunaltıcı faşist terörün de etkisiyle, kimi istisnalar dışında ana gövdesiyle sol, “Sarayın tek adam rejimi”ne, “AKP-Erdoğan faşizmi”ne karşı burjuva demokrasisi hedefiyle çıkıyor.
Sağa kaymış bulunan sosyal-reformizm ile Kürt yurtsever hareketinin ideolojik-politik basıncı altında ona yedeklenen sol akımların ezici ağırlığı aynı zeminde birleşiyor. Hemen hepsinin ortak politik platformu, AKP faşizmine karşı demokrasiden yana olan bütün güçleri bir araya getirerek, laik-demokratik bir Türkiye ya da demokratik cumhuriyet yaratabilmektir. Dümenini AKP gericiliğinin tuttuğu sermayenin çıplak diktatörlüğü karşısında “demokratik Türkiye” ya da “demokratik cumhuriyet”, Türkiye solunun stratejik hedefidir artık.
“Kapitalizm hakkında konuşmayan faşizm hakkında sussun!”
Bugünün Türkiye’sinde Max Horkheimer’a ait olan bu sözü hatırlamak ve hatırlatmak önem taşıyor. Zira Türkiye’de “AKP faşizmi” ve “demokratik Türkiye” tartışmaları yapılırken, kapitalist sömürü ve kölelik düzeni, sermaye iktidarı, özel mülkiyet sistemi, bunlar karşısında devrim ve sosyalizm seçeneği, proletarya demokrasisi-diktatörlüğü kavramları artık neredeyse unutulmuş görünüyor. AKP faşizminden kurtulmak, “Türkiye’de hukukun üstünlüğüne dayanan bir demokrasi inşa etmek” her şeyin başı ve sonu, her derdin devası haline gelmiş bulunuyor. Dolayısıyla temel hedefleri, özel mülkiyet düzeni olan kapitalizmden değil ama “Erdoğan faşizmi”nden kurtulmak.
Bunun içindir ki, faşizm karşısında amaçlaştırdıkları o “demokratik cumhuriyet”, “demokratik devlet” ya da “demokratik toplum”da, üretim araçlarının mülkiyeti ve iktidarın sınıf karakterine ilişkin konular üzerinde konuşmamaya özel bir itina gösteriliyor. Zaten strateji haline getirilen “demokratik cumhuriyet”te üretim araçlarının özel mülkiyetine itiraz da söz konusu değil. Kapitalist üretim ve sömürü ilişkileri, burjuva siyasal iktidar yerli yerinde duracak, dolayısıyla emperyalist sistem içinde kalınacaktır. Ama buna rağmen “demokratik ve özgür bir Türkiye” hayal edilecek ve emekçilere seçenek olarak sunulacaktır. Bu boş hayallerin gerisinde burjuva demokrasisine hayranlık vardır ve kökleri “demokratik kapitalizm” programına dayanmaktadır.
Faşizm, kapitalizmin özbeöz ürünüdür ve sermaye iktidarının aldığı siyasal bir biçimidir. Dolayısıyla faşizme karşı mücadele kapitalizme karşı mücadelenin ayrılmaz bir parçasıdır. Bu mücadeleyi burjuva demokrasisini kazanma mücadelesi olarak ele almak ve sermayenin egemenliğinde biçimsel değişiklikler yaratmaya indirgenmek, dört dörtlük bir sosyal demokrasi programıdır. Sermayenin sınıf egemenliğine son vermeyecek ve kapitalizmin aklanmasına hizmet edecek bir anti-faşist mücadele, liberal demokratizmin politik platformudur.
Bir ülkede demokrasi ve özgürlükler sorununun kapsamına işaret eden faşizm, tekelci burjuvazinin sınıf iktidarının aldığı bir biçimdir. Elbette faşizmin kurumlaştığı toplumlarda demokratik hak ve özgürlükler mücadelesi ayrı bir önem kazanır. Ama bu “önem”, yani özgürlüklerin yakıcılığı, faşizmin karşısına “burjuva demokrasisi” talebiyle çıkmanın gerekçesi yapılamaz.
Kapitalist Türkiye’de gerçek demokrasi proletarya demokrasisidir
Bugünün kapitalist Türkiye’sinde, sermayenin sınıf egemenliğinin aldığı bir biçim olan faşizm karşısında “gerçek demokrasi”yi kazanmaktan ve “laik-demokratik Türkiye”, “demokratik cumhuriyet” hedefine ulaşmaktan söz ediliyor. Ama siyasal hak ve özgürlükler uğruna mücadelenin hangi sınıfın egemenliğine karşı verilmesi gerektiği üzerine konuşulmuyor ve hangi sınıfın demokrasisi sorusuna yanıt verilmiyor. Oysa, “saray rejimi” ya da “Erdoğan faşizmi” burjuva sınıf egemenliğinin aldığı bir biçim olduğuna göre, ona karşı “gerçek demokrasi mücadelesi”nin sınıf karakterinin ortaya konulabilmesi gerekiyor.
Bugün Türkiye’de faşizme karşı demokratik hak ve özgürlükler uğruna mücadele temel önemdedir. Sorun, bunun ne kadar önemli olup olmadığı ve bu uğurda mücadelenin aciliyeti değildir. Sorun, devrimci sınıf mücadelesini ilerletmek için zorunlu olan demokratik hak ve özgürlükler mücadelesini toplumsal devrim perspektifiyle ele almak sorunudur. Zira ücretli köleliğin hüküm sürdüğü kapitalizmde işçiler için demokrasi ve özgürlükten söz edilemez. Dolayısıyla işçi sınıfı için demokrasi mücadelesi kapitalist kölelikten kurtulma mücadelesidir. İşçi sınıfı için demokrasi ve özgürlükler sorunu, sosyalist devrimle gerçek çözümünü bulur. İşçi sınıfını ücretli köle olmaktan çıkaracak demokrasi, proletarya demokrasisidir. Kapitalist bir toplumda sınıf ve emekçi kitlelere alternatif olarak sunulacak gerçek demokrasi bundan başkası olamaz.
Öte yandan, faşizme karşı mücadele işçi sınıfı ve emekçilerin iktisadi ve sosyal hakları uğruna mücadelesiyle bütünleşmek zorundadır. Zira faşist rejime karşı mücadele demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılmasına daraltılamaz. Bu mücadele, ağır sömürü ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi, iş güvenliği talebinin yükseltilmesi, esnek çalışmaya, taşeron sistemine, güvencesizliğe, tensikatlara, düşük ücretlere, sendikasızlaştırmaya, vb. karşı mücadeleyle birleşmek durumundadır.
Türkiye işçi sınıfının örgütlü birliğini sağlamak!
Bugüne kadar faşizme karşı “demokrasi ve özgürlüğü” kazanmak için “demokrasiden yana olan tüm güçler”le sayısız “proje” ve birlikler oluşturuldu. Büyük iddialarla “tarihsel” anlamlar yüklenen bu birlikler herhangi bir ihtiyaca yanıt verebilmiş, devrimci sınıf mücadelesini ilerletmede bir rol oynamış değiller. Buna rağmen “en geniş cepheyi kapsayan” yeni birlik ihtiyaçları tartışılıyor. Ancak faşizm-demokrasi ikilemi ekseninde, zayıf ve etkisiz gruplardan oluşan bu “demokratik güç birlikleri”, basın açıklamalarıyla sınırlı kalan girişimler olmanın ötesine geçemiyor.
Büyük bir dağınıklık yaşayan sol ve devrimci güçlerin devrimci bir zeminde güçlerini birleştirmesi ve bu gücü öncelikle işçi sınıfına yöneltmesi temel ihtiyacı orta yerde durmaktadır. Sermayenin işçi sınıfına kapsamlı saldırılar yönelttiği, kent ve kırın emekçilerine büyük bir yıkımın dayatıldığı, Kürt halkına ve sol-devrimci güçlere karşı gözü dönmüş bir saldırganlığın sürdüğü bu günlerde, birleşik bir mücadele ekseni yaratmak her zamankinden çok daha gereklidir. Ama bu, işçi sınıfını eksen alan, her şeyden önce onun birliğini ve örgütlenmesini amaçlayan bir zemin üzerinde anlam kazanabilir. Acil ve yaşamsal olan Türkiye işçi sınıfının örgütlü birliğini sağlamaktır.
Çünkü kapitalist toplumun tek tutarlı devrimci sınıfı olan işçi sınıfı kendisi için bir sınıf haline getirilmeden, siyasal mücadelede kalıcı başarılar elde etmek, sermaye iktidarının karşısına gerçek bir güç olarak dikilmek olanaklı değildir. Bugünün Türkiye’sinde işçi sınıfının dağınıklığı, örgütsüzlüğü, sınıf kimliğiyle siyaset sahnesinde ağırlığını koyamaması, devrimci siyasal mücadelenin en temel zaafıdır. Türkiye burjuvazisinin ve AKP faşizminin gücü de buradan gelmektedir. Modern sınıf ilişkilerinin egemen olduğu bir toplumda, toplum genelinde devrimci önderliği geliştirebilmenin yolu, işçi sınıfına dayanmaktan, onu mücadele alanına çıkarmaktan geçiyor.
Türkiye işçi sınıfı, tüm ezilenlerin talep ve özlemlerine sahip çıkabilecek, onlara önderlik edebilecek, Kürt halkı başta olmak üzere bütün demokratik-ilerici muhalif güçlerin mücadelesini kısır döngüden kurtarıp devrimin olanağı haline getirebilecek yegâne güçtür. Tüm sorun, bu sınıfı bağımsız politik bir güç haline getirerek sermaye sınıfının, AKP faşizminin karşısına çıkarabilmektir. Bunun dışındaki her çaba boşuna zaman tüketmektir.