HDP’nin “Demokrasi Yürüyüşü” başlarken

Zorunlu sebeplerden dolayı da olsa, rejimin zorbalığının ayyuka çıktığı bir dönemde sokaklara çıkma kararının bir anlamı var. Yine de bu eylemin nasıl gerçekleşeceği, sürecin nasıl devam edeceği büyük bir önem taşıyor. Öfkeyi sakinleştiren bir rol mü, mücadele dinamiklerinin önünü açan bir başlangıç mı?

  • Kızıl Bayrak yazıları
  • |
  • Güncel
  • |
  • 15 Haziran 2020
  • 16:25

AKP-MHP rejiminin ırkçı-saldırgan histerisine maruz kalan HDP, bu faşist zorbalığa karşı 1 Haziran’da “Demokratik Mücadele Programı” ilan etmişti. Kayyum atamalarına, gözaltılara, tutuklamalara, hakaretlere, saray beslemesi medyanın rezil linç kampanyalarına karşı mücadele kararı alan HDP, 15 Haziran Pazartesi günü iki koldan Ankara’ya doğru ‘Adalet Yürüyüşü’ başlatıyor.

Saldırı furyasını “darbe” diye nitelendiren HDP liderleri, rejimin amacının partilerini tasfiye etmek olduğunu söylüyorlar. Ne yasa ne kural tanıyan saldırılara dur diyebilmek için, biri Edirne’den diğeri Hakkari’den başlayan iki yürüyüş kolu Ankara’da buluşmayı hedefliyor. Yürüyüşe HDP Eş Genel Başkanları Pervin Buldan ile Mithat Sancar’ın öncülük edeceği belirtildi. Eylemde “demokrasi, adalet ve özgürlük” vurguları öne çıkartılıyor.

AKP-MHP rejiminin kaba saldırganlığına tepki geliştirmekte zorlanan HDP, korona salgını döneminde peş peşe gelen kayyım atamaları karşısında eli kolu bağlı kaldı. Onlarca belediye başkanını hapse atan dinci-faşist rejim, yeniden milletvekillerini tutuklamaya başladı. HDP liderlerinin Meclis kürsülerinde yaptıkları konuşmaların, gösterdikleri tepkilerin kayda değer bir etkisi olmuyor. Buna rağmen rejim azgınlaştıkça azgınlaşıyor. Hedef aldığı kişilere “silahlı terör örgütüne üye olmak” yaftası asıp tutukluyor. 

HDP yönetimi uzun süreden beri sokak eylemlerinden uzak durma eğilimindeydi. Parlamenter zeminde ‘mücadele’ etme tercihi daha ağır basıyordu. Parlamentonun işlevinin dibe vurduğu bir dönemde benimsenen bu ‘pasif’ tutum, rejimin ‘insafa’ gelmesini değil, günden güne azgınlaşmasını kolaylaştırmış görünüyor. Bu sürecin ardından aylara yayılacak bir eylem planının ilk aşaması kabul edilen ‘Demokrasi’ yürüyüşü, ‘pasif’ tutumun aşılması yönünden atılmış ilk adım sayılabilir. 

***

Yürüyüşü baltalamak için hareket geçen AKP-MHP rejimi yasaklarla, gözaltılarla, küstahça engelleme girişimleriyle bir kez daha zebani suratını gösterdi, gösteriyor. Kolluk kuvvetleri, eylem için gerekli pankart, döviz, şapka, önlük, maske gibi temel malzemelere el koyarken, valiler de eylem yasakları ilan ettiler. Hakkari, Van, Kocaeli Tekirdağ başta olmak üzere 8 kentte her tür eylem yasaklandı. Yasaklar, “korona salgınına karşı önlem” diye yutturulmak isteniyor. Elbette bu safsataya inanan yok. Zira kolluk kuvvetlerinin yürüyüş tarihinden bir gün önce saldırıya geçmeleri, saray rejiminin eylemi kırma histerisine kapıldığını gözler önüne seriyor.

Rejimin bu pervasızlığı, bekçilere polisiye yetkiler vererek sokakları terörize etme hazırlığıyla da çakıştı. Kolluk kuvvetleri yetmiyor ki, bir de saraydan beslenen bir ‘silahlı bekçiler ordusu’ kuruyorlar. Haziran Direnişi’nden beri “sokak fobisi”yle malul olan rejimin efendileri, kendi tetikçilerini sokaklara salarak, hak arayan işçilere-emekçilere, sesini yükselten ilerici-devrimci güçlere sokakları kapatmak istiyor. Beka sorunu derinleştikçe saldırganlaşan rejim, bir “sokak öcüsü” yaratmak istiyor. “Devlet biziz, iktidar biziz, kapitalistler biziz, talancılar biziz. Zorbalar biziz. Kimse bize karşı çıkmasın, herkes evinde otursun” mesajı vermeye çalışan dinci-faşist rejim, parlamentodaki partilerin de sokaktan uzak durması için tehdit ve şantaj araçlarına başvuruyor. 

***

Siyaset yapmayı düzenin parlamenter kurumlarına endeksleyen burjuva ya da reformist partiler, olağan koşullarda kitleleri sokaklara çıkarmaktan yana değiller. Zira kitlelerin öfkesinin sokaklara taşması, hele de hareketin militan bir niteliğe bürünme ihtimali bu partileri de ürkütür. Buna rağmen AKP-MHP rejiminin pervasızlığı öyle bir noktaya vardı ki, sokaklara çıkmayı zorunlu kılıyor. AKP-MHP saldırganlığı ayrıca “sokağa çıkanlar teröristtir, darbecidir” propagandası eşliğinde yürütülüyor. “Sakın sokağa çıkmayı aklınızdan geçirmeyin, tetikçilerimi üzerinize salarım” diyerek kan dökmekle de tehdit ediyor.

Bu tehditler kimi zaman etkili de oluyor. Zira hem CHP’ye hem HDP’ye destek veren ilerici kitleler birçok kez tepkilerini sokaklara çıkarak dile getirmek istediler. Ancak partilerin yöneticileri biriken tepkilerin sönümlenmesi için çaba harcamayı tercih etmişlerdir. Göründüğü kadarıyla gelinen aşamada sokaktan uzak durulması, bu partilere destek veren kitlelerde güven sorununa da yol açıyor. Parlamentoda siyaset yapma zemininin iyice daraldığı bir dönemde sokaktan da uzak durulması, bir tür apolitizm yaratmaya başladı. Bu bağlamda HDP yönetiminin meclis dışında bir şeyler yapma kararı alması, bir zorunluluk haline gelmiş görünüyor. 

Zorunlu sebeplerden dolayı da olsa, rejimin zorbalığının ayyuka çıktığı bir dönemde sokaklara çıkma kararının bir anlamı var. Yine de bu eylemin nasıl gerçekleşeceği, sürecin nasıl devam edeceği büyük bir önem taşıyor. Öfkeyi sakinleştiren bir rol mü, mücadele dinamiklerinin önünü açan bir başlangıç mı? 

Görülmüştür ki, ‘pasif’ siyaset tarzı, saray rejiminin daha da azgınlaşmasından başka bir sonuç yaratmıyor. Hal böyleyken kitlelerin gücünü harekete geçirmeden, tepkisi derinleşen toplum kesimleri şu ya da bu şekilde sürece dahil edilmeden bu zorba rejime karşı etkili bir politika üretmenin imkanı kalmamıştır.