Burada dördüncü bölümünü sunduğumuz "Demokrasi mücadelesi ve Kürt sorunu" başlıklı beş bölümlük metin, 2005 yılında yapılmış çok daha kapsamlı bir inceleme ve eleştirinin alt bir başlığını oluşturmaktadır. Son gelişmelerin devrimci bir bakış açısıyla anlaşılmasına önemli bir katkı sağlayacağı inancıyla metni bölümler halinde okura yeniden sunuyoruz.
İmralı teslimiyetinin ürünü “demokratik cumhuriyet” programı, siyasal özü ve esası yönünden tamı tamına bir “demokrasinin sınırlarını genişletme” programıdır. Yani bildiğimiz o klasik sosyal-demokrat programın ulusal soruna uyarlanmış (ve işin aslında onunla sınırlandırılmış) bir versiyonundan öte bir şey değildir.
Abdullah Öcalan’ın marifeti, aslında son derece sade ve pratik olan bu programa tarihsel ve felsefi bir kılıf giydirmeye, böylece kendince ona teorik-felsefi bir cazibe kazandırmaya kalkmasındadır. Neolitik dönemden günümüze geniş bir tarihsel çerçevede devlet ve demokrasi üzerine ortaya konulan onca karışık, çelişik, tutarsız ve eklektik düşünce yığınının gelip bağlandığı sonuç, devletle demokrasinin uzlaşmaya dayalı birlikteliği, yani “1 devlet +1 demokrasi” formülü olmaktadır. Emekçileri ve ezilenleri kurulu devlet düzenini yıkmak ve kendi devrimci iktidarlarını kurmak amaç ve hedefinden ilelebet men eden bu formüle göre, ikisi de sınıflar üstü olan devlet ile demokrasi hep bir arada var olacaklar, birbirinin varlığına karşılıklı olarak saygı duyacaklar, gerektiğinde ilkeli uzlaşmalar temelinde işbirliği halinde hareket edecekler ve elbette bu arada, “ne kadar az devlet o kadar çok demokrasi” formülü gereğince demokrasi devlet aleyhine kendi varlık ve etki alanını genişletmeye çalışacaktır.
Bu düşünce çizgisi, göz boyamaya yönelik teorik-felsefi süslemelerinden arındırıldığında, mevcut burjuva sınıf devletini dayandığı sınıf ilişkileri ile birlikte esası yönünden benimsemek, fakat tekelci, keyfi ve despotik niteliğini siyasal reformlar yoluyla sınırlandırmak anlamına gelmektedir. Türkiye’nin reformist solu üzerinden de çok iyi bildiğimiz “demokrasinin sınırlarını genişletme” programı da gerçekte bundan başka bir şey değildir, ya da daha doğru bir ifadeyle, mantığı yönünden temelde bu olmakla birlikte gerçekte bunun çok daha fazlasıdır.
Demokrasi, sınıflar ve sınıf mücadelesi...
Klasik biçimiyle sosyal-demokrasi, demokrasinin de gerçekte bir devlet biçimi olduğu ve dolayısıyla bir sınıf niteliğine sahip bulunduğu bilimsel gerçeğini reddederek, burjuva demokrasisini sınıflarüstü demokrasi olarak sunar; onu bu yolla allayıp pullar, yüceltip idealleştirir ve bu aldatmacaya dayanarak işçi sınıfını ve emekçileri burjuva sınıf düzeni ve devleti sınırları içinde tutmaya çalışır. Devletin ve demokrasinin sınıf niteliğini reddeden, bunu demokrasinin de gerçekte bir devlet biçimi olduğu bilimsel düşüncesinin reddi ile birleştiren, sonra da bunları alıp pek yeni ve orijinal şeylermiş gibi sunan Abdullah Öcalan da böylece işin aslında klasik sosyal-demokrasinin devlete ve demokrasiye ilişkin liberal tezlerini, daha karışık ve bulanık bir düşünce sistemi içinde yinelemiş olmaktan öteye gitmemektedir. Klasik sosyal-demokrasi ile bu ideolojik birlik, işin doğası gereği kendini programatik düzeyde de göstermekte, siyasal reformlar yoluyla “demokrasinin sınırlarını genişletme” çizgisi bunun açık ve somut ifadesi olmaktadır.
Yine de klasik sosyal-demokrasi herşeye rağmen sınıf ilişkilerinden hareket eden ve emekçileri temsil etmek iddiası taşıyan sosyal liberal bir akım olarak daha ileride durmakta, daha kapsamlı ve bütünsel bir siyasal ve toplumsal reform programı ile hareket etmektedir. İmralı üzerinden geliştirilen yeni ulusal liberal çizgi ise, mevcut cumhuriyeti demokratikleştirmek gibi genel bir iddia taşısa bile gerçekte bütünsel bir demokratik reformlar programından dahi yoksundur. Demokratikleşme sorunu daha çok “Kürt reformu”na indirgenmekte, demokrasi mücadelesi kapsamındaki öteki temel sorunlar ile işçi sınıfı ve emekçilerin temel demokratik istemleri özenle es geçilmektedir. Sorun bir Kürt reformu çerçevesinde ne edip edip burjuvaziyi ve devleti ikna etmek, böylece onlarla barışıp bütünleşmek olduğu için, ucu düzen ve devlet yıkıcılığına çıkan (dolayısıyla burjuvazi payına fazlasıyla can sıkıcı ve tatsız) sorunlardan bilinçli bir tutumla özellikle uzak durulmaktadır.
İmralı’dan beri Türk burjuvazisi/devleti payına sınırlı bir “Kürt reformu”nun ödülü, bölgesinde lider bir emperyal güç olarak sivrilmek üzere “Kürtler”in tam desteğini elde etmektir; oysa siyasal özgürlüklerin devrimci bir çizgide kazanılmasına yönelik bir işçi ve emekçi mücadelesi, hele de Kürt halk hareketi ile iç içe gelişiyorsa, burjuva düzeni ve devleti için gerçek bir tehlike demektir. 12 Martlar ve 12 Eylüller, burjuvazinin ve kendisini arkalayan emperyalist güçlerin bu türden gerçek bir devrimci-demokratik halk hareketine nasıl yaklaştığını öğretici bir açıklıkla ortaya koymaktadır. Abdullah Öcalan’ın aradığı türden bir “Kürt reformu” ise burjuva düzenine ve devletine bu tür tehlikeleri daha temelli bir biçimde nasıl bertaraf edeceği vaadine dayanmaktadır.
Bu tutum, Abdullah Öcalan’ın sınıfları atlayan, tümden yok saymasa da onlara esasa yönelik bir anlam ve işlev yüklemeyen yeni liberal görüşleriyle de uyumludur. Bu liberal görüş açısına göre yalnızca demokrasinin kendisi değil, demokrasi uğruna mücadele de sınıflar üstüdür. Bu nedenledir ki Abdullah Öcalan, gericiliğin kaynağını ve dayanağını oluşturan, bu konumuyla demokrasiyi ve demokratik gelişme dinamiklerini boğan sınıflardan sözetmediği gibi, demokrasiden çıkarı olan ve demokrasi mücadelesini temel dinamiklerini oluşturan sınıf ve tabakalardan da sözetmez. Onun yeni düşünce sisteminde kategorik olarak demokrasi mücadelesinin gerici engelleri ya da devrimci dinamikleri olarak sınıflar yoktur. Bunun yerine, bir tarafta statükocu oligarşik devlet ve öte tarafta feminist, çevreci, etnik, kültürel ve dini gruplar, bunların bir arada oluşturduğu “sivil toplum” vardır. Türkiye’de gericiliğin kaynağını oluşturan, özgürlükleri boğan, emekçileri ve ezilenleri sistemli bir sınıf baskısı altında tutan, emperyalist dayanaklarıyla birlikte burjuvazinin sınıf egemenliği sistemi değil fakat devlete egemen statükocu oligarşik zihniyettir. Bu durumda demokrasi mücadelesi de bir sınıflar mücadelesi değil, fakat “sivil toplum”u oluşturan etnik, dini ve kültürel gruplar ile oligarşik devlete yön verenler, onların temsil ettiği zihniyet arasındaki bir mücadeledir. Öylesine ki, statükocu zihniyet ile demokratikleşmeden yana zihniyet arasındaki bu mücadelenin bu ikinci kutbunda, duruma göre bizzat burjuvazinin kendisi ile emperyalistler bile yer alabilmekte, demokrasi dinamikleri rolü oynayabilmektedirler.
Bu sivil toplumcu demokrasi anlayışı, kolayca görülebileceği gibi, AB’nin Türkiye için öngördüğü demokrasi anlayışı ile de çakışmaktadır. Bilindiği gibi bu demokrasi anlayışının somutlanmış biçimi olan “Kopenhag Kriterleri”, işçi sınıfı ve emekçilerin temel demokratik hak ve özgürlükleriyle değil, fakat yalnızca etnik, dini ve kültürel grupların hak ve sorunlarıyla ilgilidir. Abdullah Öcalan, Kürt sorunu saklı tutulmak kaydıyla AB kriterleri Türkiye’nin “tam demokrasi” ihtiyacını zaten karşılamaktadır derken, bu anlayışla görüş birliğini ayrıca vurgulamış olmaktadır.
Yeri geldikçe önemle vurguladığımız gibi, bu alabildiğine çarpık ve güdük demokrasi anlayışının devrimci siyasal açıdan en zararlı ve tehlikeli yanı, Kürt sorununu Türkiye’nin genel demokrasi ve devrim mücadelesinden koparmasındadır. Zira bu, çıkarları ve kaderleri birbiriyle kopmaz biçimde bağlı olan Kürt halkıyla Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerinin mücadele birliğini zaafa uğratmakla aynı anlama gelmektedir. Kürt sorununun çözümünü sınırlı bir devlet reformuna indirgeyen ve bunu da bir yandan güncel korkuların, öte yandan emperyal heveslerin körüklenmesi temelinde devletin ikna edilmesine bağlayan tutum da bu çerçevede anlamını bulmaktadır.
Bu düşünce çizgisi ve onun ürünü politika, başarısı ölçüsünde, Kürt halkının devrimci birikimini ve potansiyelini düzenle barışıp bütünleşmeye feda eden; başarısızlığı ölçüsünde ise, Türk ve Kürt halklarının bir yanda saldırgan bir ezen ulus şovenizmi, öte yandan içe kapanmaya dayalı bir ezilen ulus milliyetçiliği temelinde birbirinden kopmasını, dahası karşı karşıya getirilmesini kolaylaştıran bir niteliğe sahiptir. (6 yıllık İmralı süreci ve bu sürecin günümüzdeki seyri, bu son söylenenlerin anlamını yeterli açıklıkta ortaya koymaktadır).
Yeni PKK programında demokrasi sorunu
Geçen Nisan (2005) ayında toplanan “yeniden inşa” kongresinde kabul edilen yeni PKK programı ile ona eşlik eden kararlar, İmralı sonrası dönemin Kürt hareketinde yarattığı köklü ideolojik-politik değişimin bütünlüğü içinde görülebilmesi bakımından önemlidir. Abdullah Öcalan’ın İmralı savunmalarını incelememiş olup da bu konuda yine de bir fikir edinmek isteyenler, yeni PKK programı üzerinden bu olanağı bulabilirler. Üstelik savunmalarda dağınık, sistemsiz, çelişik ve bulanık duran temel görüşler, özü ve esası yönünden bu programda ve onu tamamlayan kararlarda olanaklı olduğunca (olanaklı olduğunca diyoruz, zira Abdullah Öcalan’a lafızda bile sadakat göstermek PKK’de gitgide kökleşen bir tutumdur) çelişkilerden ve tutarsızlıklardan arındırılarak belli ölçülerde bir düzene de kavuşturulmuştur. (Yeni PKK Programı için bkz.: PKK Yeniden İnşa Kongre Belgeleri, Çetin Yayınları, s.175-243)
Bir önceki bölümde genel mantığı yönünden özetlediğimiz bu program bizi burada yalnızca demokrasi sorununa ve mücadelesine yaklaşımı üzerinden ilgilendirmektedir. Bu sınırlamanın yanlış bir izlenim yaratmaması için şunu da ekleyelim ki, demokrasi sorunu gerçekte bu programın başı ve sonu, temel ilkesi ve tüm içeriğidir.
Beş ana bölümden oluşan bu programın “Demokratik-Ekolojik Cinsiyet Özgürlükçü Toplum” başlığı taşıyan ilk bölümü (ki tüm programın yaklaşık yarısını oluşturmaktadır), Abdullah Öcalan’ın tarih ve toplum görüşlerinin geniş bir özetinden oluşmaktadır. Onu Ortadoğu ve Kürdistan toplumuna ayrılmış (ve yine Abdullah Öcalan’ın savunmalarından derlenmiş en önemli pasajlardan oluşan) iki bölüm izlemektedir. İçeriği ve sunuluş yönünden program sayılabilecek asıl kısmı oluşturan son iki bölüm ise (kitap sayfasıyla 68 sayfalık programın son 7 sayfası) tümüyle “demokratik dönüşümler”e ayrılmıştır. Bizi de yalnızca dayandığı mantık yönünden olmak üzere işte bu son iki bölüm ilgilendirmektedir. Tüm program metninin politik finalini oluşturan bu bölümler, yeni PKK’nin (esası yönünden ulusal sorun eksenli olmak üzere) “demokrasinin sınırlarını genişletme” çizgisinde bir liberal reform partisine dönüştüğünün tartışmasız bir belgelenmesidir.
Abdullah Öcalan’nın “yeni sistem”i ile tam bir uyum içinde davranan bu programın herhangi bir sınıf tahliline dayanmadığını, böyle bir tahlilin sonuçlarını içermek bir yana, modern burjuva toplumunun sınıflarını karşılıklı ilişkileri içinde öylesine bir anmak yoluna bile gitmediğini, burada bir kez daha yineliyoruz. Bunun yerine program “gençlik” ve “kadın” gibi tüm sınıfları kesen toplum kategorilerini esas alıyor ve Abdullah Öcalan’dan farklı olarak bunlara, elbette “demokratik dönüşüm”deki rolü ve önemi bunlardan sonra gelmek üzere “emekçiler” kategorisini ekliyor. “Cinsiyet özgürlükçü ve ekolojik toplum” eksenli bir “demokratik dönüşüm”den sözeden program, bu “demokratik dönüşümün öncü kesimi kadın ve gençliktir” diyor (s.237). Bu düşünce programın öteki bölümlerinde ve kongre kararlarında yeri geldikçe yineleniyor. (Kongre kararlarında kadının öncü konumu ve rolü, “mevcut sınıflı toplum gerçekliğiyle bütünleşmeyen yapısı ve özgürlük tutkusuyla”; gençliğinki ise “toplumsal dönüşümdeki dinamizmi ve özgürlükteki ısrarıyla” gerekçelendiriliyor. S.286).
Toplumsal sınıfları es geçip yerine tüm sınıfları kesen toplumsal kategorileri geçiren program, bu tutumuyla uyumlu olarak, mevcut sınıf egemenliği sistemi ve mülkiyet ilişkileri üzerine de herhangi bir tutum ortaya koymuyor (demek oluyor ki gerçekte onları bugünkü biçimiyle benimsiyor). Yeni PKK programında, kapitalizme ve emperyalizm dayanan modern sömürü ilişkileri bir yana, ortaçağ kalıntısı feodal ilişkilerin tasfiyesi konusunda bile açık ve kesin bir tutum göremiyoruz. “Demokratik dönüşümün görevleri” başlıklı son bölümün birinci alt bölümünde buna ayrılmış madde şöyle:
“Ortaçağ kalıntısı ağalık, şeyhlik, aşiretçilik, tarikatçılık gibi olguların uygun yöntemlerle demokratik dönüşüme uğratılması.” (8.madde, s.239)
Burjuva demokratik sınırlarda bile olsa az çok tutarlı bir demokratik dönüşümü hedefleyen her ciddi program, sayılan tüm kalıntı ve kurumların kesin tasfiyesinden söz eder, etmek durumundadır. Oysa PKK programı tasfiyeden değil fakat “uygun yöntemlerle demokratik dönüşüme uğratılması”ndan söz ediyor. Bunun bir dikkatsizlik ürünü olmadığı, sorunun bilinçli bir tutumla böyle formüle edildiği, programın aynı soruna değinen öteki bölümlerinden de anlaşılıyor (örneğin sayfa 233’te aynı görüş, neredeyse aynı ifadelerle, şöyle yineleniyor: “Ayrıca Ortaçağ kalıntıları olan ağalık, şeyhlik, aşiretçilik, tarikatçılık gibi olguların uygun yöntemlerle demokratik dönüşüme zorlanması gerekir.”)
Fakat buna daha dolaysız bir kanıt, bizzat Abdullah Öcalan’ın savunmalarıdır. Bu savunmaların sonuncusunu oluşturan ve yeni PKK programının temel esin kaynağı olan Bir Halkı Savunmak başlıklı kitabında Abdullah Öcalan, yeri geldiğinde sert ve anlamlı eleştiriler de yöneltmekle birlikte, reformdan geçirilmeleri kaydıyla bu ortaçağ artığı kurumların “sivil toplum kuruluşları” rolü oynayabileceğini söylemekte bir sakınca görmemekte, bunu Ortadoğu toplumları için bir özgün durum olarak sunmaktadır.
Kongre kararlarından birinde tasfiyeden de sözediilse bile (s.287), programdaki “uygun yöntemlerle demokratik dönüşüme uğratılması” ifadesi, PKK’nin toplumsal ilişkilere her türden köklü ve radikal müdahaleyi ilke olarak terketmiş bulunan yeni ideolojik-politik konumuyla gerçekte fazlasıyla uyumlu ve tutarlıdır.
Bu aynı sorun, demokrasiyi ülküleştiren ve tutarlı demokratik uluslaşmadan sözeden PKK’nin, Kürdistan gibi geleneksel kırsal ilişkilerin nispeten güçlü olduğu ve köylülüğün aşiret, ağalık ve tarikat ilişkilerinin kıskacında bulunduğu bir coğrafyada, demokratik bir köylü programından da yoksun olduğunu göstermektedir. Kürt sorununu genel demokrasi mücadelesinden koparan ve tüm bir siyasal-toplumsal içeriği ile almak yerine onu dil ve kültürel haklar sınırlarında güdük bir anayasal reform programına indirgeyen bir hareketin, köylülüğün özgürleşmesi konusunda az-çok tutarlı bir programdan yoksun olması kuşkusuz şaşırtıcı değildir. Nitekim ne koca koca savunma kitaplarında Abdullah Öcalan ve ne de yeni programında PKK, köylülüğün özgürleşmesi sorunu ve mücadelesine bir-iki satırlık olsun değinmek ihtiyacı duymaktadır.
Sınıf ve mülkiyet ilişkilerini tartışma dışı tutmaktan gelen bu büyük açmaz ya da tutarsızlık, kendini tüm öteki toplumsal sorunlar üzerinden de aynı şekilde göstermektedir. Üzerine onca söz edilen kadın sorunu, buna en çarpıcı örneklerden biridir (“Yeni toplum paradigması”na kadın özgürlüğü ile birlikte adını veren ekoloji, aynı duruma örnek bir öteki sorundur). Sınıflı toplum düzeninin kadın için cins köleliği demek olduğunu Marksizm’den ödünç düşüncelerle yineleyip duran Abdullah Öcalan ve onu yeni programı üzerinden aynen tekrarlayan PKK, kadının bu kölelikten kurtuluşunun toplumsal koşulları konusunda iğne ucu kadar değer taşıyan bir görüş ortaya koyamamaktadırlar. Söylenenlerin ideoloji ve ahlak mücadeleleri boyutlarını aşabildiği yerlerde “kültür evleri”nden (Abdullah Öcalan) ya da “özgür kadın parklarının ve evlerinin oluşturulması”ndan (yeni PKK Programı) sözedilebilmektedir ancak.
Bu, kurulu toplumsal düzeni, onun sınıf ve mülkiyet ilişkilerini tartışma dışı tutmanın getirdiği pek acınası bir durum sayılmalıdır. Sorun sınıf ve mülkiyet ilişkileri üzerinden ortaya konulup çözümüne de buradan bakılmadığı sürece, ideoloji, zihniyet ve ahlak mücadeleleri üzerine edilen sözlerin de kendi başına bir anlamı kalmaz. Zira aynı toplum ilişkiler o aynı ideoloji ve ahlakı da döne döne yeniden üretir ve egemen kılar.
Dolaysız olarak ulusal sorunu ilgilendiren (ortaçağ artığı ilişki ve kurumların tasfiyesi, köylü sorunu) ya da dosdoğru “Demokratik-Ekolojik Cinsiyet Özgürlükçü Toplum paradigması” kapsamında yer alan toplumsal sorunlar konusunda tutumu bu olan yeni PKK programı, demokratik siyasal sorunlar sözkonusu olduğunda hiç de daha iyi bir durumda değildir.
(Devam edecek...)
(Kızıl Bayrak, Sayı: 2005/41, 15 Ekim 2005)
Ek:
Yeni PKK Programı’ndan...
Demokratik dönüşümün iki temel yönü
Demokratik dönüşümün iki temel yanı vardır: Birincisi, cinsiyet özgürlüğüne ve ekolojiye dayalı demokratikleşme; ikincisi ise demokratik uluslaşmayı geliştiren Kürt sorununun Demokratik Konfederatif çözümüdür.
Birinci yan, demokratik, cinsiyet özgürlükçü ve ekolojik toplumun geliştirilmesini ifade eder. Demokratik toplum, toplum içi özgürlüklerin geliştirilmesi temelinde halkın demokratik örgütlenmesi, yaşamı ve mücadelesidir. Cinsiyet özgürlüğü, duygu, zihniyet ve davranışta varolan erkek egemenliğine son verme, tarih içinde oluşmuş cinsiyetçi toplumu değiştirme, kadının tam bir özgürlük ve eşitlik temelinde toplumsal yaşamın her alanına katılımını sağlamadır. Ekoloji ise, doğanın ve çevrenin tahribini önleme temelinde bozulan toplum-doğa dengesini yeniden kurmadır. Bu üç alan da devrim niteliğinde olup iç içe ve birlikte gelişir, gerçekleşir.
İkinci yanı oluşturan Kürt sorununun çözümü, öncelikli olarak Kürdistan’da Demokratik Konfederalizmin geliştirilmesini ve buna bağlı olarak Kürdistan üzerindeki inkâr sisteminin kırılmasını, Kürt kimliğinin anayasal düzeyde tanınmasını, Kürt dili ve kültürü üzerindeki her türlü baskı, sınırlama ve asimilasyona son verilmesini, demokratik Kürt ulusal örgütlülüğünün geliştirilmesini içerir.
Demokratik dönüşümün bu iki yanı iç içedir. Kürt toplumunun cinsiyet özgürlüğüne ve ekolojiye dayalı demokratikleşmesi geliştikçe Kürt sorununun demokratik çözüm gücü ortaya çıkar. Kürt sorununun demokratik çözümü ve demokratik Kürt uluslaşması geliştikçe, Kürt toplumunun cinsiyet özgürlüğüne ve ekolojiye dayalı demokratikleşmesinin önü açılır.
(PKK Yeniden İnşa Kongre Belgeleri,
Çetin Yayınları, s.236-237)