Rus tankları Ukrayna'nın Rus nüfusu ağırlıklı ayrılıkçı bölgesine ilk kez girmeye başladığı gün Putin'in, Kremlin'de Rusya Güvenlik Konseyi'nin basına açık olarak gerçekleştirilen toplantısında yaptığı konuşma büyük ilgi çekmişti.
"Analistler" bu konuşma metnini, satır araları da dahil adeta didik didik ederken, Çarşamba günü Putin'in "Ukrayna'da bir "özel askeri harekat" başlattığını açıklayan konuşmasıyla uyandık.
Şimdi analistler, şaşkınlıkla "Putin ne yapmak istiyor?", "Uluslararası ilişkiler alanında Putin'e yol gösteren bir 'doktrin' var mı?" gibi soruların cevaplarını bulmaya çalışıyor.
Bu soruların cevaplarını ararken, Putin'in bir dış politika 'doktrini' varsa bunun bir günde oluşmadığını varsayarak işe başlamak gerekiyor. En azından 20 senelik bir süreç söz konusu.
SSCB, 1980'lerde, Gorbaçov'un liderliğinde ekonomik ve toplumsal (Perestroika ve Glasnost) reformlar sürecine girdi, Batı'yla ilişkilerini yumuşatmaya başladı.
Gorbaçov'u, 12 Haziran 1991 seçimlerinde ekonomik reform ve demokratikleşme programıyla oyların yüzde 57'sini ve Batı'nın büyük desteğini alan Boris Yeltsin izledi.
Yeltsin, Ağustos 1991'de kendisine yönelik bir darbe girişimini bastırdıktan sonra, Aralık 1991'de SSCB'yi fiilen dağıttı, serbest piyasa ekonomisine geçmek amacıyla IMF patentli bir programı Başbakan Chubais yönetiminde uygulamaya koydu.
Yeltsin'in başlattığı "reform süreci" döneminde, eski Dünya Bankası Baş Ekonomisti Joseph Stiglitz'in de işaret ettiği gibi, Rusya'da yoksulların sayısı 10 kat arttı, 1989-99 arasında gayrisafi millî hasıla (GSMH) yüzde 50 geriledi.
Bu gelişmelere paralel olarak ekonomi mafyalaştı, "oligarklar" denen, bir avuç olağanüstü zengin, güçlü insan ülke ekonomisini, özellikle de petrol ve doğalgaz sektörünü ele geçiriyordu. 1998'e gelindiğinde Rusya'da artık ne devlet ne de ekonomi kalmıştı.
Rusya'nın dünya ekonomisi içindeki konumu da değişmişti. Rusya bir zamanlar sanayi malları ihraç eden bir ülkeyken Yeltsin döneminin sonunda, doğal kaynaklardan elde ettiği ürünleri ihraç eden, çevre ülkelerine benzemiş, Rusya Bilimler Akademisi'nden Dr. Dmitri Glinski-Vassiliev'in de işaret ettiği gibi, Suudileşmeye başlamıştı. Yeni bir yüzyıl başlarken, Putin "geçen on yıl boyunca dünya ekonomisine entegre olma çabası, ulusal ekonomik kompleksi tahrip etti" diyecekti.
"Putin doktrininin" oluşmasında, Batı'nın, Almanya'nın birleşmesi sırasında Gorbaçov'a NATO'nun SSCB nüfuz alanına doğru genişlemeyeceğine ilişkin verilen sözü de tutmayarak eski SSCB ülkelerini NATO'ya almaya, "renkli devrimlerle" Rusya'yı kuşatmaya, sivil toplum örgütleri aracılığıyla Rusya'nın iç siyasi yaşamını yönlendirmeye çalışmasının yarattığı aldatılmışlık ve iktidarsızlık duygularının da önemli bir katkısı olduğu söylenebilir.
Bu iki süreç Rusya elitinin, ekonominin restorasyonu, devleti merkezileştirme ve güçlendirme, doğal kaynakların üzerinde denetimi artırma, nüfuz alanını restore etme çabalarını ve arzularını artırdı.
Rusya'nın Putin'in liderliğinde yeniden sahneye çıkışı
Tam da bu konjonktürde, KGB'de yetişmiş, doktorasını Rusya'nın enerji ve mineral kaynakları üzerine yapmış olan Putin'in siyaset sahnesine girdiğini ve Yeltsin ölünce de hızla yükselerek devlet başkanı olduğunu görüyoruz.
Putin hızla devleti merkezileştirmeye, oligarkların ve uluslararası mali kuruluşların Rusya ekonomisi üzerindeki gücünü kırmaya başladı. Bu dönemde Batı ile uyumlu izlenim veren bir dış politika izlediğini, ancak zamanla bir geçmiş değerlendirmesi yapmaya başladığını görüyoruz.
(1999 yılında dönemin Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin, o dönem başbakan olan Vladimir Putin'i ağırlarken)
Rusya Federasyonu net nüfus kaybederken, "yakın çevrede" 20 milyondan fazla Rus'un yaşıyor olması, Putin'in "SSCB'nin çöküşünü 20. Yüzyılın en büyük felaketi" olarak nitelemesinin arkasındaki en önemli nedendi. Putin daha sonra "Sovyetler Birliği'nin çöküşünü bir felaket olarak görmeyenlerin kalbi yoktur, yeniden kurmak isteyenlerin ise beyni" diyecekti.
NATO'nun Rusya'ya doğru genişlemesi
Bu tarihin bir diğer boyutu da Soğuk Savaş sonrasında ABD'nin tek süper güç olma ve tek kutuplu dünya inşa etme iddiaları, NATO'nun eski SSCB cumhuriyetlerini üye alarak Rusya'ya doğru genişlemesi, Yugoslavya'nın parçalanmasında işlevsel olmasıydı.
Bir Putin 'doktrini' varsa, anlamaya çalışırken başlangıç noktasını bu tarihte aramak gerekiyor. Gerçekten de Putin, başkan olduktan yedi yıl sonra 2007 Münih Güvenlik Konferansı'nda konuşurken, hem bu dönemde çıkardığı dersleri ve Batı'ya olan güvensizliğini hem de ABD-Avrupa merkezli güvenlik mimarisini, ABD'nin tek kutup olma iddiasını şiddetle eleştiriyor ve reddediyordu. Bu konuşma bir Putin 'doktrininin' şekillenmeye başladığını gösteriyordu.
Çin-Rusya yakınlaşması
Bu 'doktrinin' oluşmasında rol oynayan bir diğer etken de, ABD'nin küresel alanda liderlik yapma kapasitesinin gerilemeye, yönetiminin zayıflamaya, tutarlı bir dış politika oluşturmakta zorlandığına, iç politikasının istikrarsızlaştığına ilişkin belirtiler artarken, bir süper güç düzeyine yükselmeye başlayan Çin'in Rusya ile yakınlaşmaya başlaması oldu.
Putin 'doktrini' olarak betimlenebilecek yaklaşımın gelişme sürecinin kavşaklarına kronolojik olarak bakınca, 2007 Münih konuşmasından sonra, Putin'in Ekim 2011'de Rusya'da yayımlanan makalesi ve Aralık 2012'de yaptığı konuşma geliyor.
(BM Güvenlik Konseyi'nin beş daimi üye ülkesinin lideri, (soldan sağa) Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Fransa Cumhurbaşkanı Jacques Chirac, Çin Devlet Başkanı Jiang Zemin, ABD Başkanı Bill Clinton ve İngiltere Başbakanı Tony Blair, Eylül 2000, New York.)
Olgunlaşan doktrin ve pratik deneyimler
Putin'in geçen yıl Temmuz ayında yayımladığı yaklaşık 5 bin kelimelik, "Rusya'nın ve Ukrayna'nın Tarihsel Birliği" başlıklı kapsamlı makalesi, 'doktrinin' artık olgunlaştığını düşündürüyor.
Bu sürecin ayrıntılarını bilmeyen ya da görmezden gelen analistlerin, Putin'in geçtiğimiz Pazartesi günü yaptığı konuşmayı yorumlamakta zorlandıklarını, hatta "karma karışık", "anlamsız" gibi ifadeler kullandıklarını görüyoruz. Gerçekteyse konuşma yukarıdaki sürecin biriktirdiklerine dayanıyor ve 'doktrinin' son versiyonunu sunuyordu.
Bu 'doktrinin' oluşma sürecinin bir de pratik deneyler boyutu var. İlk pratik deney Gürcistan'da yaşandı, ikincisi de Rusya'nın Ukrayna sorununun çözmeyi fiilen gündemine aldığı ve Kırım'ı ilhak ettiği 2014'te.
Bu deneyimler Rusya ordusunun yenilenme ve modernleşme düzeylerini yansıtıyor, "hibrit savaşlar", "siber savaşlar" gibi yeni yöntemlerin sonuç alabileceğini, Batı ittifakının, NATO'nun kapasitesindeki sınırları ortaya koyuyordu.
Daha sonra Rusya, Suriye iç savaşına uygun bir anda girerek Orta Doğu jeopolitiğinde yeniden önemli bir aktör oluyor, Belarus rejimini destekleyerek ve Kazakistan'daki ayaklanmaya müdahale ederek iki rejimi de çökmekten kurtarıyor, güvenilir bir müttefik ve koruyucu olduğu izlenimi veriyordu.
Putin için Ukrayna neden önemli?
Putin'in Ukrayna'da da kendini gösteren dış politika 'doktrini' bir "yeni paradigmaya" dayanıyor. Bu paradigmanın iki ekseni var:
Biri, devletler arası ilişkilerde "özgün" uygarlıkların büyük bir öneme sahip olduğunu kabul ediyor ve devletleri, uygarlıkların temsilcisi, Rusya, Çin, Hindistan gibi büyük devletler ve bu uygarlıklar karşısında konumlarını saptama, hangi uygarlığın parçası olduğuna karar verme durumunda olan küçük ve orta boy devletler olarak sınıflandırıyor.
İkinci eksen de Avrasyacılık kavramına dayanıyor. Bu paradigmanın gelişmekte olduğunun ayırdına, Rusya dışında ilk kez Financial Times Rusya bürosu eski şefi Charles Clover varmış.
Putin Aralık 2012 yılında yaptığı yıllık konuşmasının bir yerinde, "Hepimizin, gelecek yılların çok belirleyici olacağını anlamasını istiyorum" dedikten sonra şöyle devam etmişti:
"Liderliği kim üstlenecek, kim çevrede kalarak kaçınılmaz olarak egemenliğini kaybedecek? Bu ekonomik potansiyele ama esas olarak her ulusun iç enerjisine Lev Gumilev'in 'passionarost' (ilerleyebilme ve değişimi kucaklama kapasitesi) dediği şeye bağlı olacak."
Gumilev'in etkileri
Clover ise yazısında "Rusya'daki muhafazakar ulusalcı teorileri yeterince bilmeyenlerin dikkatinden kaçmış olabilir" diyerek Lev Gumilev'e ve "acı çekebilme kapasitesi" anlamını da taşıyan "Passionarost" kavramına özellikle işaret ediyordu.
Eğer bir Putin 'doktrini' varsa bu isim ve kavram, sanırım onun "ruhunu" oluşturuyor. Kanada'nın Ottawa kentindeki Charleston Üniversitesi'nden Prof. Piotr Dutkiewics de geçtiğimiz Temmuz ayında, "Valdai Club" sitesinde yayımlanan yorumunda Clover'i anarak benzer bir yaklaşımı sergiliyordu.
Ünlü şair Anna Akhmatova ve subay şair Nikolai Gumilev'in oğlu Lev Gumilev, Sovyetler döneminde 1938'de, 14 yıllığına Sibirya'ya çalışma kampına gönderilmiş.
Gumilev orada diğer tutukluları, onları, aralarındaki ilişkileri izleyerek, "Passiarasnost" ve "Avrasyacılık" kavramlarını, Rusya'nın Hun, Türk, Moğol göçebe aşiretlerinin mirasçısı "özgün" bir ulus ve özgün bir uygarlığın temsilcisi olduğuna ilişkin düşüncelerini geliştirmiş.
Gumilev 1950'lerde tarih alanında çalışmış ve Asya steplerinin göçebe kabilelerin tarihi ve Rusya ile ilişkisi üzerinde uzmanlaşmış. Gumilev'in ulus ve uygarlık anlayışında, dil, kültür ve din ekonomik etkenlerden daha önemli bir yer tutuyormuş.
'Rusya ve Ukrayna'nın ikililiği Rus ulusuna ihanettir'
O dönemde Rus ulusunun ve uygarlığının özgünlüğüne, "Avrasya" birliği görüşlerine Sovyet devleti itibar etmemiş. Bu görüşler ancak en radikal kesimler arasında ilgi çekiyormuş. Gumilev'in çalışmaları SSCB dağıldıktan sonra giderek ilgi çekmeye başlamış.
Gumilev'in görüşlerinin izlerini Putin'in 2021'de yayımlanan "Rusların ve Ukraynalıların tarihsel birliği" denemesinde kolaylıkla buluyoruz. Putin'e göre, Ukraynalılarla Ruslar aynı tarihsel ve ruhsal (spiritual) alana aittir; tek bir ulus oluştururlar. Bugün farklı uluslar gibi durmaları tarihsel bir trajedi, esas olarak Bolşeviklerin yarattığı, Rus ulusuna ihanet anlamına gelen bir durumdur. Ukrayna gerçek bir ulus ve devlet değildir.
Bu durum içinde, ulusların kaderini tayin hakkından söz edilemez. Putin için NATO'nun genişlemesi bu ortak tarihsel ve ruhsal alanın parçalanması anlamına geliyor. Bu nedenle Ukrayna gerçek egemenliğine NATO içinde değil, ancak Rusya'nın parçası olarak kavuşabilir.
Bu 'doktrine' "uluslararası ilişkiler" teorileri açısından bakınca, Prof. Dutkiewics'in de işaret ettiği gibi, Rusya'nın Avrasya alanının tek devleti ve uygarlığı olmasına ilişkin bir perspektif beliriyor.
Çin'i dengelemek
Rusya Dış ilişkiler ve Savunma Konseyi Başkanı, Moskova'daki Yüksek Ekonomi okulunda Uluslararası ekonomi ve dışişleri bölümünün akademik denetleyicisi Prof. Sergey Karaganov, Avrasya perspektifinden yaklaşarak, Ukrayna gibi ülkelerin 'Büyük Avrasya' yapılanmasına entegre olması gerektiğini savunuyor.
Karaganov da, Putin gibi Batı uygarlığının gerilemekte, çözülmekte olduğuna inanıyor. Bu nedenle Karaganov dış politikanın ağırlık merkezinin Avrasya olması gerektiğini, Batı'nın çözülmesini hızlandırmanın da önemli olduğunu vurguluyor.
Karaganov da, Rusya, Çin ve Hindistan gibi birincil derecede 'özgün' uygarlıklarla birlikte davranmalı, küçük devletler de hangi uygarlığın parçası olacaklarına karar vermelidir diye düşünüyor.
Diğer taraftan Karaganov da Batı uygarlığının gerilemekte olduğunu düşünerek Rusya dış politikasında savunmacı bir tutumun, bugünün koşullarına uygun olmadığına inanıyor.
Bu 'doktrinin' bir özelliği de komünizmin ve liberal demokrasinin aynı ortak kaynaktan fışkırdığını ve Rusya'nın özgünlüğüne uymadığı düşüncesi.
Çin'in başarılarının Putin ve Karaganov'un ilgisini çektiği ama bir o kadar da kaygılandırdığı anlaşılıyor.
Bu nedenle Karaganov, Batı ile ilişkilerin yeniden ve sağlıklı bir biçimde (Karaganov buna "yapıcı yıkıcılık" diyor) kurulmasının, ilerde Çin'i dengeleyebilmek açısından önemli olduğuna inanıyor.
Sonuç olarak bir Putin 'doktrininden' söz edilecekse bunu anlamını yukarda özetlemeye çalıştığım tarihi, teorik algılardan ve ideolojik/duygusal kaynaklardan hareketle düşünmeye başlamak gerekiyor.
BBC Türkçe / 25.02.22