Marksizm ve sosyal-şovenizm / 6

Sınavdan geçen çok uluslu sosyalist Sovyetler Birliği, onu oluşturan halkların özgürlüğe, eşitliğe ve gönüllü birliğe dayanan sağlam ve sarsılmaz kardeşliği idi. Bu, Leninizmin ulusal sorun programı ve politikasının dolaysız bir ürünüydü. Aynı zamanda onun tarihin gördüğü en ağır sınav karşısında çok güçlü bir yeni doğrulanmasıydı.

  • Değerlendirmeler
  • |
  • Güncel
  • |
  • 22 Şubat 2022
  • 14:41

Dünün ezilen ulusları ve Sovyet mirası

Yazık ki hala da Ekim Devrimi sonrasında, sosyalizm diyarında, dahası bu kez Büyük Anayurt Savaşı yıllarındayız. Daha önce, devrim sonrası dönem üzerinden, “Leninist ittifaklar mimarisi” ve dünün “ezilen uluslar”ının bundaki yeri resmedilmişti. Şimdi ise bu türden ittifakların bünyesinde “zorunlu olarak varlığını sürdüren boşluklara emperyalist ilişkilerin sızması” ve bunun “Büyük Anayurt Savaşı sırasında trajik ürünler” vermesinden söz ediliyor:

“Zorunlu olarak varlığını sürdüren boşluklara emperyalist ilişkilerin sızmasıysa bir dünya gerçeğiydi. Büyük Anayurt Savaşı sırasında trajik ürünler verdi bu sızma. Sovyet iktidarı, ‘ezilen’ kategorisinden çoktan çıkan küçük ulusların, kapitalist restorasyoncu, dahası Nazi işbirlikçisi güçlerine müdahale etmek zorundaydı. Bu müdahalenin sosyalizmi koruma güdüsüne dayandığı açıktır ve ulusların arasındaki ittifakın korunması emperyalist saldırı ortamında meşrudur. Yani emperyalizm çağında dünyanın hiçbir yerinde işçi sınıfıyla küçük uluslar arasındaki ittifak gül bahçesi değildir.”

Öncelikle tarihsel gerçeğin buradaki çarpık sunuluş biçimini bir yana bırakarak, “Büyük Anayurt Savaşı” yıllarında olup bitenlere en kısa biçimiyle bir göz atmak durumundayız.

Başta Fransa olmak üzere Avrupa’nın batısını kısa zamanda denetim altına alan Nazi Almanya’sı, doğuya yönelip bu kez Sovyetler Birliği’ne saldırdığında, onun çok uluslu yapısını en zayıf yanı olarak görüyordu. Şok bir ilk saldırı ve bunu izleyecek ilk başarıların ardından, çok uluslu Sovyetler Birliği’nin kaçınılmaz olarak ulusal kimlikler üzerinden hızla dağılacağı ve böylece sistemin de çökeceği hesabı ve umudu içindeydi. Bu çürük bir hesap ve temelsiz bir umuttu. Alman faşizmine bedeli çok ağır oldu.

1941 Haziran’ındaki saldırı sinsice hazırlanmış, beklenmedik biçimde ve şok dalgalar halinde başlatılmıştı. Alman faşistleri aylar boyunca birbirini izleyen büyük başarılar elde ettiler. Sovyet ülkesinin sanayi yönünden daha gelişmiş ve stratejik açıdan büyük önem taşıyan batı bölgeleri peş peşe Nazilerin eline geçti. Çok sayıda Kızıl Ordu birliği imha edildi ya da esir alındı. Nazi ilerleyişi kısa zamanda kuzeyde Leningrad kuşatmasına, merkez bölgede Moskova varoşlarına ve Güney’de Rostov’a/Kırım’a kadar uzandı.

Fakat bütün bunlara, ilk altı aydaki bu ezici Nazi başarılarına rağmen, çok sayıda ulustan ve sayısız irili ufaklı milliyetten oluşan Sovyetler Birliği’nin uluslar mozaiği bu denli ağır bir darbe karşısında sarsılmadan kaldı. Tarihsel sınav daha bu ilk adımda, ilk ağır saldırı şoku karşısında bile, o günün Sovyet halklarını sonsuza kadar onurlandıracak biçimde başarıyla verilmişti.

Sınavdan geçen çok uluslu sosyalist Sovyetler Birliği, onu oluşturan halkların özgürlüğe, eşitliğe ve gönüllü birliğe dayanan sağlam ve sarsılmaz kardeşliği idi. Bu, Leninizmin ulusal sorun programı ve politikasının dolaysız bir ürünüydü. Aynı zamanda onun tarihin gördüğü en ağır sınav karşısında çok güçlü bir yeni doğrulanmasıydı.

Sovyet halkları Nazi saldırısının en güç, en umutsuz görünen dönemlerinde bile omuz omuza durdular, tek yürek ve tek yumruk halinde savaştılar. Bin bir emekle birlikte yarattıkları o henüz sınırlı ve halen fazlasıyla kusurlu sosyalist toplumsal kuruluşu en büyük fedakarlıklara katlanarak birlikte savundular.

Aydemir Güler, ulusal sorun konulu yazısında, tam da bu değer biçilemez tarihsel gerçeğe işaret edeceğine, ulusal sorun konusunda sonuçlar çıkaracaksa tam da bu gerçekten hareketle çıkaracağına, tutup Nazilerle iş birliği ihanetine düşmüş çok sınırlı durumları öne çıkarmayı tercih ediyor. Daha bir de bunu, eski mülk sahibi sınıfların kalıntılarının giriştiği ihanetler olarak sunacağına, akıl almaz bir tutumla dünün “ezilen uluslar”ıyla ilişkilendiriyor. Sınıfsal aidiyet yerine ulusal aidiyeti ön plana çıkarıyor. En fazla sınıfsal temel üzerinden bunun sahtekarca bürünmeye çalıştığı ulusal renge atıfta bulunacağına, ulusal kimlik temeli üzerinden lütfedip sınıfsal eğilimi de anmış oluyor. Bunu da bilerek yapıyor; zira ona günümüz ulusal sorun tartışmaları için tarihten “ihanet” örnekleri lazım.

Naziler ele geçirdikleri her yerde kendilerine bağlı yerel faşist örgütler, birimler, ya da örneğin Fransa’da olduğu gibi hükümetler kurdular. Fransa’dan Romanya’ya, Macaristan’dan Hırvatistan’a ve Slovakya’ya kadar bu böyleydi. Bu aynı şeyi elbette ele geçirdikleri Sovyet ulusal bölgelerinde de yaptılar. Ekim Devrimi’nin üzerinden yalnızca yirmi beş yıl, tarımda kolektivizasyonun üzerinden ise henüz yalnızca bir on yıl ancak geçmişti. Toplumsal ilişkiler alanından tasfiye edilmiş bulunan mülk sahibi sınıfların çocukları ya da torunları değil, bizzat kendileri bile hala toplumun bünyesinde varlıklarını sürdürüyorlardı. Faşist Alman ordularının Sovyet ülkesini işgali, işgal edilmiş bölgelerde bunların yeniden eski sınıfsal konumlarına dönme umudu ve olanağı demekti. Buna dört elle sarıldılar. Nazi işbirlikçisi faşist akımların toplumsal temeli tam olarak buydu. Ve bu hiçbir biçimde ne dünün ezilen küçük uluslarıyla (ki örneğin Ukrayna yeterince büyüktü!) ne de salt ezilen uluslarla sınırlıydı. Alman faşistleri dünün ezen ulusundan da kendilerine işbirlikçiler bulabildiler. Bunlara dayanarak “kurtuluş” orduları bile kurdular.

Sovyet ülkesine ihanet, ulusal değil fakat tümüyle sınıfsaldı. Ukrayna’da en çarpıcı örneğini gördüğümüz gibi milliyetçilik bunun yalnızca aldatıcı bir kılıfı ve ihaneti mazur gösterme sahtekarlığı idi. Ele geçirdikleri tüm ülkelerin halklarını köleleştiren Naziler’den kim ulusal açıdan hangi “kurtuluşu” bekleyebilirdi ki? Sonuçta, Sovyet iktidarı etrafında kenetlenmiş Sovyet halklarının, Nazi sürüleriyle birlikte süpürüp tarihin çöp sepetine attıkları, dünün egemen sınıflarının o günkü karşı-devrimci artıklarıydı. Ama Aydemir Güler, bu çok açık tarihsel-sınıfsal olguyu çarpıtarak, ihaneti tutup dünün “ezilen ulusları”nın bir kısmına mal ediyor. (Sözünü ettiği “trajik örnekler”i açık biçimiyle anmıyor, ama akla doğal olarak şu sıralar da çokça sözü edilen Ukraynalı faşistler ile Kırım Türkleri geliyor).

Elbette göze batar açıklıktaki tarihsel gerçekler karşısında sorunu “incelikli” koymaya çabalıyor. Ama bu “trajik” örneklemeleri tam da ezilen uluslar bahsinde yapması; ihanet içindeki “kapitalist restorasyoncu güçleri” tutup “‘ezilen’ kategorisinden çoktan çıkan küçük uluslar” ile ilişkilendirmesi; böylece de, ulusların kaderlerini tayin hakkının neden evrensel bir hak olmadığı ve olamayacağı, zira duruma göre ihanet içinde buna yönelen ya da yönelecek olan ulusları ezmek gerektiği düşüncesine bağlaması, ortada pek de bir kuşku bırakmıyor.

“Ulusal bütünlük” üzerinden gösterebileceği tek örneğe, dünün “ezilen ulus”u değil fakat yalnızca küçük bir etnik azınlığı olan Kırım Türkleri’ne gelince. Bu “trajik örnek”ten, 170 milyonluk bir büyük sosyalist uluslar topluluğu içindeki 200 bin kişilik küçük bir halk topluluğunun kendi dünkü egemen sınıflarının (Kırım hanlarının!) kirli icraatlarına alet olması tarihsel gerçeğinden, “ulusal sorun” kapsamında ne gibi bir teorik ya da politik sonuç çıkabilir ki? Hele de Sovyet halklarının, tarihin denebilir ki en büyük, en zorlu, en yıkıcı, en acılı, ama elbette ki en görkemli bir kahramanlık sınavından geçmiş, böylece tarihe kazınmış o sağlam kardeşlik örneği karşısında! Bugünün kuşaklarına, Sovyet tarihinin Büyük Anayurt Savaşı diliminin istisnai ihanet örnekleri yerine, şan ve onurla örülü bu başarı örneklerini sunmak, ulusal soruna ilişkin teori, program ve politikaları bunlarla gerekçelendirmek ve zenginleştirmek, her bakımdan amaca daha uygun olmaz mıydı?

Ama bunu yapmak ya da yapmaktan kaçınmak, kim olduğunuza, nasıl bir konumda bulunduğunuza ve neyi amaçladığınıza, sıkı sıkıya bağlı bir temel tutum ve tercihtir. Yazısının teorik-tarihsel bir sunum olarak kaleme alınmış bu geniş giriş bölümünden anlaşılıyor ki, Aydemir Güler’e “ezilen uluslar” bahsinde olumsuz örnekler, hele de “ihanet”e varmış durumlar gereklidir. Peki ama neden? Yanıt konusunda açıklığa kavuşmak için biraz daha sabretmek, sözü nihayet Türkiye’ye ve Kürt sorununa getireceği bölümleri beklemek gerekir.

İşçi sınıfı, ezilen uluslar ve “gül bahçesi”

Devam edelim. Görmüş bulunduğumuz tarihsel çarpıtmadan çıkarılan sonuç ise, aynı pasajın sonundaki şu şiirsel aforizmada ifadesini buluyor:

Emperyalizm çağında dünyanın hiçbir yerinde işçi sınıfıyla küçük uluslar arasındaki ittifak gül bahçesi değildir.”

Peki ama neden bu işin bir yanında hep “işçi sınıfı” ve öte yanında hep de “ezilen uluslar”, hele de “küçük uluslar” var? Ezilen ulus olmanın, hele de ezilen küçük ulus olmanın ne türden bir lanetli kaderidir bu? Neden acaba işçi sınıfı uzun bir tarihi dönem boyunca egemen konumda bulunmaktan kök alan o en berbat türden bir milliyetçiliğin taşıyıcısı olan ezen uluslarla, hele de onların “büyük” olanlarıyla, sorun yaşamıyor da, hep de ezilen, hele de hem ezilen hem küçük olan dünün veya bugünün mazlum uluslarıyla yaşıyor bu sorunları?

Öte yandan, bu eğer gerçekten böyleyse, bu durumda, konum ve kimlikleri gereği her türden milliyetçiliğin amansız düşmanı olan iktidardaki Bolşevikler, buna rağmen neden uzun yıllar boyunca asıl tehlikenin Büyük-Rus ulusal şovenizminden, onun güçlü tarihsel-kültürel köklere sahip etki ve kalıntılarından geldiğini vurgulayıp durdular? Bunu yaparlarken herhalde salt dünün ezilen uluslarının gönlünü almaya yönelik samimiyetsiz söylemde bulunmuş olmuyorlardı. Bunun nereden kaynaklandığı konusunda bir fikir edinmek üzere, nispeten ileri bir tarihe (1930) ait bir parti kongresi kararına (SBKP 16. Kongre kararı) şöylece göz atabiliriz:

“Parti, ülkedeki sınıflar savaşımının kızışması ile ilgili olarak, parti saflarında, Büyük-Rus şovenizmi ve yerli şovenizme doğru ulusal sapmaların yeniden bir etkinlik artışı gösterdiğini saptar.

“Baş tehlike, güncel evrede, leninist ulusal siyasetin temellerini değiştirmeye çalışan ve enternasyonalizm görünüşü altında, eskiden egemen Büyük-Rus ulusunun çöken sınıflarının, yitirdikleri ayrıcalıklarını yeniden kazanma özlemlerini gizleyen Büyük-Rus şovenizmine doğru sapma tarafından temsil edilmektedir.

“Bunun yanısıra, SSCB halklarının birliğini sarsan ve müdahaleye yardım eden yerli şovenizme doğru sapmanın canlandığı da görülmektedir.

“Parti, aynı zamanda, leninist ulusal siyasetin pratik uygulanması için, ulusal eşitlik [eşitsizlik olmalı!] öğelerinin giderilmesi ve Sovyetler Birliği'ni oluşturan halkların ulusal kültürlerinin gelişmesi için dikkati bir kat daha artırarak, ulusal sorundaki bu iki sapmaya ve bu sapmalar karşısındaki uzlaştırıcı tutuma karşı savaşımını yoğunlaştırmalıdır.” (Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu, Ekler bölümü, Sol Yayınları, 4. Baskı 1990, s.345, vurgular orijinal metinde)

Bu kararın son derece öğretici dayanakları konusunda bir fikir edinebilmek için, Stalin’in Merkez Komitesi adına kongreye sunduğu raporun konuya ilişkin geniş açıklamalarını mutlaka incelemek gerekir. Büyük-Rus şovenizminin parti bünyesine hangi sözde “leninist” argümanlar arkasına saklanarak sızmaya çalıştığını görmek gerçekten ilginç olacaktır. Orada ortaya konulan çok şey, bugün halen ve dahası bizzat bu tartışmada, tüm güncelliğini korumaktadır.

Buna bir örnek vermeden geçemeyeceğiz. Parti ve devlet bünyesinde kendini gösteren Büyük-Rus şovenizmi eğiliminin dayanmaya çalıştığı sözde “leninist” argümanları tek tek sıralayıp irdeleyen Stalin, “ya da, örneğin, ayrılıp ayrı devlet kurmaya kadar, ulusların kendi kaderini tayin hakkı sorununun Leninist konuluşunu alalım” diyor ve şöyle sürdürüyor:

“Lenin bazen ulusların kendi kaderini tayin tezini şu yalın formüle indirgiyordu: ‘Birleşmek amacıyla ayrılmak’. Düşünün bir: birleşmek amacıyla ayrılmak. Bu bir paradoks gibidir. Oysa bu ‘çelişkili’ formül, Bolşeviklere ulusal sorun alanında en ele geçirilmez kaleleri fethetme olanağını veren Marksist diyalektiğin canlı gerçeğini yansıtır.” (Eserler, Cilt 12, İnter Yayınları, s.312, Stalin’in aynı raporu, kongrede rapora ek olarak yapılmış konuşmayla birlikte, daha yukarıda anılan ulusal sorun derlemesinde de yer almaktadır, s.331-43)

İkinci Parti Kongresi’nde (1903) onaylanacak parti programını gerekçelendirirken, Plehanov’un ulusların kaderlerini tayin hakkına ilişkin olarak söylediklerini, Lenin’in nasıl özetlediğini hatırladınız mı? “Proleterlerin birliği için, onların sınıf dayanışması uğruna, ulusların ayrılma hakkını tanımalıyız!” Stalin’in yeri geldikçe partinin daha ilk kuruluşundan (1898) itibaren ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesini benimsemiş olmasıyla övünmesi boşuna değildi. 1930 yılındaki 16. Kongre’de hala aynı ilkenin altı bir kez daha çiziliyor, 1936 Anayasa’sında da bu “hak”ka özenle yer veriliyordu. Bolşevizmin ulusal soruna ilişkin program ve politikalarının tarihsel olarak kanıtlanmış gücü işte buradan gelmektedir.

Gelgelelim günümüzün ezen ulus sosyal-şovenleri, “iyi ki de böyle bir hak var, olmaz olaydı!” türünden bir ruh hali içindeler adeta. Öylesine ki, ulusal sorun konusunda daha henüz hiçbir olumlu devrimci sınav vermemişken, sınav orada kalsın kâğıt üzerinde (parti programında!) olsun bu konuda bir nebze olsun düzgün bir tutum alamamışken, kalkıp “İşçiler ve Kürtler” konulu bir yazıda ezilen ulus milliyetçiliğini esas sorun olarak sunabiliyorlar. Neye dayanarak diye sormayınız, elbette “leninist” argümanlara! Oysa daha önce de hatırlatmış bulunduğumuz gibi onlar, Stalin’in “Marksist diyalektiğin canlı gerçeği” olarak yücelttiği ilkesel bir tutumu yok sayıyorlar. Boşuna aramayın, Marx’ta ve Lenin’de bu konuda bir şey bulamazsınız; en iyi durumda bulacağınız, belli durumlarda taktik bir tutum konusu olmaktan öteye gidemeyecek bir politik tercih olacaktır, diyebiliyorlar.

“Gül bahçesi” ve Türkiye örneği

Üzerinde durmakta olduğumuz o şiirsel aforizmadaki çarpıklık bu kadarla da bitmiyor. Örneğin işçi sınıfı ile küçük uluslar arasındaki bu ilişki tanımı, işçi sınıfını bir ezen ulus kategorisi olarak görmek imasını da içermiyor mu? Aynı şekilde, iktidardaki işçi sınıfı tanımının bile ötesine geçilerek, nasıl oluyor da “emperyalizm çağında dünyanın hiçbir yerinde işçi sınıfıyla küçük uluslar arasındaki ittifak gül bahçesi değildir” türünden bir genelleme yapılabiliyor?

Bu ne türden bir denklemdir böyle ve örneğin, bugünün Türkiye’sine uygulandığında ne anlama gelir? Öyle ya, işçi sınıfımız yazık ki halen kendi burjuvazisinin üretim ve sömürü nesnesi olmaktan çok fazla öteye geçebilmiş değildir. Bu durumda ezilen ulus olarak “Kürtler” ile “işçi sınıfı” arasındaki ilişkiye uygulandığında, “gül bahçesi” aforizması ne türden bir anlam taşır acaba? Sorunun sorulması bile, anlamdan yoksunluğunu görmek için yeterlidir.

SİP-TKP işçi sınıfı öyle olabilir ama onun adına biz varız ya diyemeyeceğine göre, bu durumda geriye, halen “ulusal dinamik” denetiminde bulunan alabildiğine politize olmuş durumdaki Kürt kitlelerine, emperyalizmden medet umacağınıza Türk burjuvazisinin kölesi olarak kalmaya devam edin demek kalır herhalde. Sorun birilerinin işi buraya vardırıp vardırmadığı değildir elbet. Sorun, sözüm ona tarihsel deneyimlerden süzülen argümanların mantıksal olarak vardığı ya da varabileceği sonuçtur.

Öte yandan, emperyalizmden medet ummak herhangi bir halkı elbette onurlandırmaz ve ona herhangi bir gerçek ulusal özgürlük imkânı da sağlamaz. Güney Kürdistan örneği gözler önündedir. Ne var ki bu gerçeğe işaret ederken, mevcut statükonun bekçisi kesilmek de ciddi bir ihtimaldir. Nitekim, başta Perinçek güruhu olmak üzere Türk “ulusalcı sol”u büyük bölümüyle bu konumdadır.

Neden peki, denilecektir, bu aynı eleştiri birleşik bir mücadele çizgisi üzerinden de ortaya konulamaz mı? Elbette. TKİP bunu siyasal sahneye çıktığından beri yapmaktadır. 1992 Newroz’unu izleyen “yol ayrımı” değerlendirmesinden beri de daha ileri bir düzeyden yapmaktadır. Fakat bunu birleşik mücadele çizgisindeki komünistler ya da devrimciler olarak sağlam ve samimi bir biçimde yapabilmenizin belirli zorunlu koşulları vardır.

İlkin bunu, halkları bu duruma düşürenin gerçekte ne olduğunu her somut durumda titizlikle inceleyerek ve anlamaya çalışarak yapmak zorundasınız (Kürt Hareketinde Yol Ayrımı başlıklı değerlendirme, aynı zamanda bunun da açıklayıcı bir örneğidir). Engels’ten beri çok iyi bilindiği gibi, anlamayan eleştiremez ve dolayısıyla aşamaz! İkinci olarak eleştirinizi, nesnel mantığı mevcut statükoya köle olarak kalmak anlamına gelebilecek her türlü söylem ve tutumdan özenle uzak durarak yapmak durumundasınız. Üçüncü olarak, eleştirinize paralel bir biçimde, ezilen ulusu mevcut köleci statükonun içinde zorla tutmaya yönelik her türden baskı, zulüm ve dayatmaya karşı açık ve kararlı bir tutum almakla, bu konudaki içtenliğinizi ise pratikte göstermekle yükümlüsünüz. Ve nihayet, bütün bunların da birleşik bir ifadesi olarak, ezilen ulusun özgürlüğünü ve temel ulusal haklarını, her şeyden önce de kendi kaderini tayin hakkını, istiyorsa eğer ayrılıp ayrı bir devlet kurmak hakkını da içeren marksist bir ulusal sorun programına sahip olmak, onu dostun düşmanın önünde yüreklice ilan etmek ve gündelik politik çalışmanızda kılavuz edinmek zorundasınız.

Oysa SİP-TKP’de gördüğümüz nedir? Örneğin, bunu yapan emperyalizmdir söylemine sığınarak, “mevcut sınırların değişmezliği”ne bekçi kesilebilmektedir. Bu tutum mantıksal olarak, bugünkü statükoyu savunmaya, buna yönelik çabaların ezilmesini meşru görmeye, hiç değilse buna seyirci kalınmasına kapı aralar. (Afrin ve Rojava işgalleri karşısındaki dikkate değer sessizlik bunun bir itirafı değil midir?)

Bu tutumu, Türkiye adının meşruluğu ve dolayısıyla bugün olduğu gibi yarın da ("devrimden sonra" da!) korunması gerektiği; Türkçe’nin resmi dil olarak meşruluğu ve dolayısıyla bunun yarın da korunması gerektiği; resmi bayrağın meşruluğu ve bunun yarınlara da taşınması gerektiği; üniter devlet yapısının uygunluğu ve bunun yarınlarda da korunması gerektiği; ve nihayet, “Cumhuriyet’in meşruluğu” kılıfı içinde, yakın dönem Türk tarihinin özel bir çabayla olumlanması ve hatta yer yer yüceltilmesi vb. tutumlarla birleştiriniz. Bitmedi. Tüm bunlara, yüzyıllık zulme, inkara ve asimilasyona tabi tutulmuş Kürt ulusunun ve çeşitli azınlık milliyetlerin yaşadığı çok uluslu bir siyasal coğrafyada, ulusal soruna ilişkin marksist ilkelerin reddedilmesini, dolayısıyla da somut bir ulusal sorun programından ve politikasından yoksunluğu ekleyiniz. Karşınızda ezen ulus milliyetçiliğinin ilerici orta sınıfa özgü sol maskeli bir versiyonu bulunduğunu görmekte herhangi bir güçlük çekmezsiniz.

Tüm bunları, SİP-TKP’nin başta program olmak üzere temel belgeleri üzerinden görmek, göstermek ve ayrıntılarıyla ele almak olanağımız elbette olacak. Ama öncelikle “İşçiler ve Kürtler” başlıklı metinle işimizi bitirmek durumundayız.

“Uluslar ittifakı” ve sosyalist devletin hukuku

Yeniden sosyalizm diyarına dönelim ve Aydemir Güler’i bir kez daha söylediklerinin bütünlüğü içinde dinleyelim:

“Üstelik kimilerinin zannettiği gibi ayrılma hakkını içeren kendi kaderini tayinin bir devletin hukuksal yapısında sabit olarak durması da imkânsızdır. Sosyalist bir iktidar, birliği oluşturan halkların her istediklerinde ayrılmayı tartışmaya açmalarını hukuksallaştıramaz. Bir kez birlik oluştuktan sonra, konunun gündeme gelmesi birliğin temellerinin sarsıldığı bir krizin ürünü olabilir ancak. Nitekim Sovyet deneyiminde de ayrılma hakkı, birliğe sonradan katılanlar bir yana, ancak çözülüş krizinde masaya gelmiştir.”

Burada, aynı paragrafın içinde, ilk iki cümlede söylenenleri sonraki iki cümlede boşa çıkaran tuhaf bir muhakeme tarzı ile yüz yüzeyiz. Bu doğal olarak bir sıkıntıyı, belirgin bir zorlanmayı da gösteriyor. İlk iki cümlede, sosyalist devletin hukuksal yapısında var diye (ki orada çakılı kalması da AG için bir sorun!), ayrılık hakkı sorunu iki de bir tartışma gündemine gelemez deniliyor. Son iki cümlede ise, bunun ancak birliğin temellerinin sarsıldığı bir durumda (“çözülüş krizinde”!) gündeme gelebileceği, nitekim öyle de geldiği söyleniyor. İnsanın sorası geliyor, o zaman neyi tartışıyorsunuz sayın yazar?

Sovyetler Birliği’nin temelleri sağlam kaldığı sürece böyle bir tartışma elbette ki olmadı ve olamazdı. Ekim Devrimi’nin görkemli zaferinin ve ulusal sorun programının gereklerinin yerine getirilmesinin ardından özgürlük, eşitlik ve gönüllü birliğin sağlam zemininde birleşmiş Sovyet ulusları, sosyalizmin kuruluşunda omuz omuza ilerledikleri sürece, bu sürecin yarattığı kaynaşma düzeyini de Nazi istilasına karşı ortaya koydukları tarihsel sınavla somut olarak gösterdikleri bir durumda, elbette ki herhangi bir ayrılma sorunu ya da tartışmasıyla yüz yüze kalamazlardı. Ama tam da bu başarının kendisi, “ayrılık hakkı”nın Sovyetler Birliği’nin “hukuksal yapısında sabit olarak durması”nı özellikle gerektiriyordu. Çünkü bu, sözünü ettiğimiz başarının sihirli anahtarıydı. Stalin’den yukarıya aktardıklarımızı hatırlayalım.

Öte yandan, bu hakkın sosyalist devletin hukukuna sabitlenmesinin olağanüstü ilkesel ve politik önemini, bizzat birliğin “temellerinin sarsılması” ve “çözülüş krizi” (Sovyetler Birliği’nin yıkılıp dağılması) tarihsel olarak kanıtladı. Bu ilkenin, genel olarak Leninizmin ulusal sorun program ve politikasının toplumun derinliklerine kök salmasından dolayıdır ki, onyılları bulan onca bozulmaya, bürokratik biçim altında yaşanan sınıflaşma ve kapitalist restorasyonda alınan onca yola rağmen, Sovyetler Birliği’nin dağılması, birkaç özel durum haricinde halklar arası bir boğazlaşmaya yol açmadı. Tüm cumhuriyetler, tam da birlik halindeyken tanımlanmış sınırlar üzerinden, barışçıl biçimde ayrılıp ayrı devletler haline geldiler.

Bu çok önemli teorik ve tarihsel temayı elbette hayli sınırlı bu değinme ile böylece bırakamayız.

(Devam edecek…)

www.tkip.org