Ukrayna’da şiddetli bir çatışma hüküm sürerken, ölüm kol gezerken, masum siviller can ve mal derdinde endişe içerisinde kıvranırken, kalem oynatmaya, siyasi analizler yapmaya çalışmak azap verici. Ama yine de işimizi aksatmayıp bu noktaya nasıl gelindi, bugün neler yaşanıyor, hangi stratejiler izleniyor, gelecek için ne tip bir senaryo öngörülebilir konularını irdelemeye çalışalım.
2014 Darbesi
Aslında Ukrayna’da iplerin koptuğu noktanın Şubat 2014’te seçilmiş Cumhurbaşkanı Viktor Yanukoviç’i deviren darbe olduğu pekâlâ söylenebilir. Yanukoviç’in Kasım 2013’te AB ile ortaklık ve serbest ticaret anlaşmalarını askıya aldığını açıklamasıyla Ukrayna yüzünü bir kez daha doğuya Rusya’ya dönmüş oldu. 17 Aralık’ta Kiev ile Moskova arasında kapsamlı bir ekonomik anlaşma imzalandı. Rusya 15 milyar dolar kredi açarken, Ukrayna’nın temel enerji kaynağı olan doğalgaz faturasında da üçte bir oranında indirim yapacaktı.
Maidan Ayaklanması diye anılan, AB yanlılarının gösterileri sonrası Yanukoviç bir parlamento darbesiyle devrildi. Bu süreçte çıkarları şiddetle zedelenmesine karşın daha diplomatik bir yaklaşımı benimseyen AB temsilcilerine yönelik, o sırada Kiev’deki operasyonu koordine eden Obama’nın Dışişleri Bakan Yardımcısı Victoria Nuland’ın galiz küfürleri kayıt altında bulunuyor. Hatırlarsak meydan anlamına gelen Maidan’ın militan güçleri, Nazi işbirlikçisi faşist Stepan Bandera hayranı Svoboda Hareketi ve şiddete daha da yatkın Sağ Sektör’dü.
Ukrayna’daki ikili yapı
2014 darbesi aslında Ukrayna’nın 1991’de bağımsızlığını kazanmasından sonra ortaya çıkan; yüzünü Batı’ya, AB’ye dönmüş kesimlerle, çoğunlukla Rusça konuşan halktan oluşan kendini Rusya’ya daha yakın hisseden topluluklar arasında oluşan derin yarılmanın geldiği son noktayı temsil ediyordu. İki ayrı ruh hali, iki ayrı kültür ve uygarlık tasavvuru, iki ayrı gelecek ufku Ukrayna’nın bir arada yaşam kültürünü zedeledi. Gerek ABD öncülüğünde Batı emperyalizminin, gerekse Putin’in şahsında vücut bulan Rus milliyetçiliğinin çatışmayı körüklemesi her biri korku, kuşku, endişe içinde yaşayan ikili bir yapı yarattı. Seçimlerdeki oy verme davranışları, yaratılmaya çalışılan algının tersine Rusya yanlılarının sırf Donbas bölgesiyle sınırla kalmadığını, ülkenin bir birine aşağı yukarı denk iki taraf arasında ortadan bölündüğünü gösterdi.
NATO’nun Doğu’ya doğru genişlemesi
Konuya daha geniş bir açıdan bakarsak, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası iki Almanya’nın birleşmesi, Kızıl Ordu’nun Doğu Avrupa’dan çekilmesi karşılığı, yazılı bir anlaşma olmasa da tüm tavır ve demeçleriyle NATO genişlememe mesajı vermişti. Buna karşın 1999’da Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti’nin örgüte alınmasıyla başlayan süreç, tüm Baltık devletleri dahil bu savaş örgütünün tam 1300 km kadar doğuya uzanmasıyla sonuçlandı.
Adeta NATO tarafından kuşatılan Rusya açısından dönüm noktası, 2008 Bükreş Zirvesi’nde Hırvatistan ve Arnavutluk bünyeye dahil edilirken, Gürcistan ve Ukrayna’nın da tarih vermeden üyeliğe alınacağının beyan edilmesiydi. George Bush’un bu işi bir an önce sağlama bağlayalım görüşü, Birleşik Krallık, Almanya, Fransa temsilcilerinin ve ABD’nin bazı ılımlı güvenlik danışmanlarının gayretiyle temenni düzeyine indirildi.
ABD gerileyen bir güç
Amerikan emperyalizmi Çin karşısında ekonomik üstünlüğünü kaybeden, teknolojide Pekin’in ciddi hamleleri nedeniyle rakibinin nefesini ensesinde hisseden gerileyen güç konumunda. Bu nedenle küresel hegemonyasını askeri gücüyle, NATO savaş aygıtıyla korumak niyetinde. NATO’daki Avrupalı ortakları, özellikle iki önemli ekonomik güç Almanya ve Fransa ise Rusya’nın hem en stratejik enerji tedarikçisi olması hem de çok girift ekonomik ilişkileri nedeniyle köprüleri atmaktan yana değillerdi. Nitekim Joe Biden seçildikten sonra, Almanya için hayati önem taşıyan Kuzey Akım 2 projesine yeşil ışık yakmıştı. Bugün anlıyoruz ki; Biden aslında işlerin pişmesini, ilişkilerin kopma noktasına gelmesini beklemiş.
Avrupa’nın egemenleri ile Putin rejiminin oligarkları arasındaki organik bağlarının en açık kanıtı, aralarında 4 eski başbakan Alman Schöder, Fransız Fillon, İtalyan Renzi, Finlandiyalı Aho’nun da bulunduğu çok sayıda eski politikacının Rusya’nın dev şirketleri ve bankalarının yönetim kurullarında yer alıyor olması. Diğer bir ifadeyle, ekonomik yaptırımlar AB üyelerini çok zorlayacak.
Geçtiğimiz yıldan beri ABD ve Birleşik Krallık’ın Karadeniz’de tahrik edici deniz tatbikatları düzenlemesi, Doğu Avrupa’nın silahlandırılmasına hız kazandırılması, 2014 Minsk Anlaşması’na aykırı olarak Türk silahlı insansız hava araçlarının Donbas bölgesinde özerklik yanlılarına karşı kullanılması hep gerginliği artıran unsurlardı.
Emperyalizmin tahrikleri
Covid-19 salgınının önünü alamaması, Afganistan’dan çekilme operasyonunun fiyaskoyla sonuçlanması, enflasyonun alıp başını gitmesi hep Joe Biden’ın kamuoyu desteğini aşağı çeken etmenler oldu. Kasım 2022 ara seçimleri yaklaşırken, Biden’ın dolayısıyla Demokratik Parti’nin işlerin yolunda gitmediğini fark etmesi de, Ukrayna gerginliğini kaşıyan şahin bir söylem tutturulmasının nedenleri arasında sayılabilir. Biden’ın Obama, Clinton gibi önceki Demokrat başkanların da yakın olduğu “liberal militarist dünya düzeni” anlayışına sıcak bakması, içeride göreceli sol-sosyal adaletçi politikalar uygularken, dünyayı “iyiler-kötüler” şeklinde ayırıp, askeri müdahaleye daha yatkın bir çizgiyi temsil ediyor.
Nitekim 2022’in girişiyle birlikte, Atlantik ötesinden bir yandan Rusya’yı suçlayıcı, gerginliği artırıcı sesler yükselmeye başladı. Bir yandan da, “Ukrayna’yı NATO’ya almaya da, bir Rus müdahalesi durumunda yardıma koşmaya da niyetimiz yok” söylemi benimsendi. Bu çelişkili durum zaten bir askeri operasyona baştan teşne Putin’e adeta davetiye çıkardı.
Emperyalizmin tahriklerini dile getirmek, ABD’nin ana stratejisinin Çin-Rusya-İran ekseniyle gerginliği artırmaya dayalı olduğunu bilmek, elbette Rusya’nın Ukrayna işgalini meşrulaştırmak anlamına gelmiyor. Aksine komşusunun toprak bütünlüğünü tanımayan, egemenlik haklarını ihlal eden, halkını acılara sürükleyen bu işgali kayıtsız şartsız kınamak gerekiyor.
Putin’in Rusya’sı
Putin’in kurduğu otokratik rejim, kamu kuruluşlarının özelleştirilmesiyle vurgun vurarak servet yapmış olan, ülkenin enerji ve hammadde kaynaklarını kontrol eden bir avuç oligarkla, “siloviki” adı verilen güvenlik bürokrasisinin ittifakına dayanan çarpık bir kapitalizmdir. Putin 1917 Devrimi’nden ziyade Çarlık Rusyası’nın genişlemeci eğilimlerine özlem duyan bir zihniyete sahip. Son konuşmalarında Lenin’in Ulusların Kaderini Tayin Hakkı ilkesini de eleştiren, Rusya’nın egemen ulus konumuna vurgu yapan bir tavır sergiledi. Rusya-Ukrayna- Belarus’un aslında aynı ulus olduğu teziyle, tarihin tozlu sayfalarından genişlemeci emellerine dayanak bulmayı denedi.
Açıkça yabancı düşmanı, göçmenleri hırsız, tecavüzcü olarak niteleyen irkiltici görüşleri var. İnsan hakları ve demokratik normları reddeden, Rusya’nın ulusal birlik ve istikrarın öncelik kazandığı kendine özgü ve farklı bir uygarlığı temsil ettiğini öne süren arkaik düşüncelere sahip. Hiyerarşi ve otoriteyi kutsuyor, tarihsel kahramanının 18. yüzyılda Rusya’nın egemenlik alanını genişleten Büyük Petro olduğunu zaten açıkça ifade ediyor. Avrupa Halkları ve Milletler Birliği çatısı altında örgütlenen, başını İtalyan Ligi hareketinin lideri Matteo Salvini’nin çektiği sağ popülist-faşist hareketlerle de yakın ilişkileri var. Göçmenleri, yabancıları, eşcinselleri, Müslümanları, “ulusal kalkınmanın” önünde engel görme, “ötekileştirme” noktasında hepsi buluşuyorlar.
Yeni soğuk savaş dönemi
Bu yazı kaleme alınırken Rusya’nın düzenlediği harekâtın, Donbas bölgesinin güvenliğini sağlamakla sınırlı mı kalacağı, yoksa Ukrayna’nın denizle bağlantısını kesmeye amaçlayan daha kapsamlı bir boyutta mı olduğu, hatta tüm ülkeyi işgali mi hedeflediği açık değildi. Ama sonuç ne olursa olsun, 2022’de ne yazık ki karşılıklı yaptırımların herkese zarar verdiği, daha çatışmacı, daha gergin bir dünyaya yelken açtığımız net biçimde görülüyor.
Çin ve İran şimdilik itidalli diplomatik bir tavır içerisindeler. Zaten Çin kendi Uygurlar, Tibet, Hong Kong pürüz noktalarını düşünerek Kırım’ın ilhakını da tanımamıştı. Tam ne konuşuldu bilemeyiz ama Pekin Kış Olimpiyatları bahanesiyle Putin’in Xi Jinping ile bir araya gelmesinin, Rusya petrol ve gazını Çin’e taşıyacak 117 milyar dolarlık uzun vadeli bir anlaşma imzalanmasının, Rusya Devlet Başkanı’nın cüretini artırdığı söylenebilir. İki tarafın ortak bildiride NATO’nun genişlemesine açıkça karşı çıkması da, Çin açısından yeni bir gelişme. Daha sonra Münih Güvenlik Konferansı’nda Çin Dışişleri Bakanı Wang Yi çözüm için Minsk Protokolü’nü adres göstererek Donetsk ve Lugansk bölgelerinin özerkliği fikrini sahiplendi.
Görüldüğü kadarıyla dünya yeniden Soğuk Savaş dönemini andıran bir konumlanma içerisine giriyor. Bir yanda başını ABD’nin çektiği AB-Japonya-Kanada-Avustralya’yı içeren kolektif emperyalizm ekseni, diğer yanda Çin-Rusya-İran ve diğer Şanghay İşbirliği Örgütü üyelerini kapsayan doğu ekseni otoriter rejimleri yer alacak. Tüm ülkeler güç odaklarından birine eklemlenmeye zorlanacak. Askeri ve ekonomik gücün daha belirleyici olduğu, tarafsız kalmanın iyice zorlaştığı daha çatışmacı bir dünya tablosu önümüze çıkacak.
Savaş karşıtı hareket şart
Üstelik savaş karşıtı hareketin dinamizmini yitirdiği, ABD’nin Irak işgalindeki gibi güçlü refleks vermesinin zor göründüğü bir dönemdeyiz. Yine de antiemperyalistlere, sosyalistlere, barıştan yana, özgürlükten yana, insan haklarından yana taraf olmak için büyük görev düşüyor. Hayat bir kez daha bizi tarihsel sorumluluğumuzu üstlenmeye çağırıyor…
BirGün / 27.02.22